İstanbul ve seyyahlar


Kendi gözlerini kör eden hacılar ve yıl 2012'de deve idrarı içen 2 Türk



Yüklə 3,36 Mb.
səhifə4/6
tarix08.08.2018
ölçüsü3,36 Mb.
#61316
1   2   3   4   5   6

Kendi gözlerini kör eden hacılar ve yıl 2012'de deve idrarı içen 2 Türk

İstanbul'a gelen bir çok seyyah Hac sonrası kör olan hacılar görmüştü. Bu hacılar, Hac ziyaretinden sonra yeryüzünde artık görülmesi gereken hiçbir şey kalmadığını düşünerek kızgın demirlerle gözlerini kör etmiş, sonrasında da dilencilik yapmaya başlamışlardı. İstanbul sokaklarında bağıra çağıra gruplar halinde dolaşan bu hacılar bir anda zenginlikten dilenciliğe terfi etmişlerdi. Bazıları işi iyice ileri götürmüş olup hemen hemen çıplak dolaşıyorlardı.

Gerlach'ın gördüğü hacılar kafilesi

1573 yılında Avusturya elçisinin heyetinde Protestan vaizi olarak İstanbul'a gelen ve yaklaşık 5 yıl İstanbul'da kalan Stephan Gerlach, vakit buldukça İstanbul'u gezmiş, İstanbul insanın toplumsal, siyasal, kültürel ve sosyal yaşantısını incelemişti. İzlenimlerini 800 küsur sayfalık  oldukça hacimli eseri olan Türkiye Günlüğü adı altında toparlamıştı. Gerlach, Türkiye Günlüğü'nü tam da adına yakışır bir şekilde gün gün kaydetmişti. Günlüğünün Aralık 1573 adlı bölümünü gördüğü ilginç bir kafileye ayırmıştı.

Gerlach, İstanbul'a gelişinden birkaç ay sonra 7 Aralık 1573'te İstanbul sokaklarında dolaşırken bir grup insan gördü. 4-5 kişiden oluşan bu grup ilahiler söyleyerek dileniyorlardı. Merak edip biraz yanlarını yaklaşınca hepsinin gözlerinin dağlanmış olduklarını şaşırarak farketti. Nedenini öğrenince şaşkınlığı daha da artmıştı. Çünkü bu kişiler kendi gözlerini kendileri dağlamışlardı. Hacca gidip Mekke'de Hz. İbrahim'in evini, Medine'de Hz. Muhammed'in mezarını gördükten sonra başka hiçbir şey görmek istememişler gözlerini kör etmişlerdi.

İstanbul'u sokak sokak dolaşarak dilenen hacılar

4-5 kişilik kafileler halinde ilahiler söyleyerek, aminler çekerek İstanbul'u sokak sokak dolaşan bu kör hacılar kafilesinin giysileri de kendileri gibi şaşırtıcıydı. Sadece edep yerlerini bir koyun postu parçasıyla örtüp, üzerine koyun postu atarak bir elinde değnekle dolaşanları olduğu gibi birçok renkli yamanın birbirine eklenerek  dikildiği bezlere sarılarak dolaşanları da vardı. İlahiler okuyup, bağırıp çağırarak dolanıyorlardı. Hacı kafilesinden daha çok deli kafilesini andırıyorlardı.

Kafilenin en yaşlısı en önde olup  içi tuzla doldurulmuş bir kandil taşıyordu. Dilenci kesesi işi gören bu kandilin içinde tuz neden vardı, ne iş görüyordu anlayamadı ama kandilin ne işe yaradığı rahatlıkla belli oluyordu. Gün boyu dolaşan kafilenin durduğu zamanlar hayır duası almak isteyen Türklerin yanlarına yaklaştığı zamanlardı. Çünkü kör hacılar yanlarına yaklaşıp, dua isteyen birini görünce duruyorlardı. En öndeki yaşlı hacı bir kaç dua ediyor arkadaki hacılar toplu halde amin diyerek duayı tamamlıyorlardı. Seramoninin en ilgi çekici yanı kafilenin ellerini göğe kaldırdıktan sonra yüzlerini ve sakallarını sıvazlamalarıydı. Aslında daha da ilginci en son yaşanan, tuz dolu kandil içinde yankılanan akçenin sesinde gizliydi. Çünkü Türk, hayır duasını aldıktan sonra kafilenin emeğinin karşılığını vermeyi ihmal etmiyordu. Elini cebine atıyor artık kaç akçesi varsa gönlünden koptuğu kadarını tuz dolu kandilin içine yuvarlayıveriyordu. Keşke akçe değil de akıl, fikir yuvarlayıverselerdi. Bu kör hacılar kafilesinin her şeyden önce akla fikre ihtiyaçları vardı çünkü. Allah her zaman akıl fikir ihsan ederdi ama nedense bu kafileden esirgemişti. Yoksa gün boyu harıl harıl dolanarak aradıkları şey kendilerine ihsan edilmeyen şey miydi? Kim bilebilir, belki de Allah herkesin payını vermiş, onlarınkini saklamıştı.

Kafilenin önde, tuz dolu kandili taşıyan yaşlı hacısı bir eliyle de  üzerinde Arap harfleriyle yazılar yazan bir bayrak taşıyordu. İstanbul'da belli yerlerde duraklıyorlardı. Bu duraklarından bir tanesi de Çemberlitaş'ta bulunan sütunun önüydü. Sütunun içinde Hz. İsa'nın adının yazılı olduğunu düşündüklerinden sütunun önüne gelince kısa bir süre  duraklıyorlar ellerini göğe açtıktan sonra sakallarını sıvazlıyorlar sonra da yollarına devam ediyorlardı. Gerlach Çemberlitaş Sütunu'nun tam  karşısında bulunan Elçi Hanı'nda 5 yıl ikamet ettiği ve sütunu gören bir odada da kaldığı için bu kör hacılar kafilesinden epeyce görmüştü.

Kendilerini kör eden hacılar kafilesinin ruhu yaşıyor

Tüm bunları aklıma getiren şey bir haber. Habere göre  Umreden dönen iki Türk hadislerde var hastalıklara iyi geliyormuş diye deve sütünün içine deve idrarı katıp içmişler. Deve idrarında insanın bütün iç organlarını kilitleyen bir virüs bulunmasından dolayı ölüm tehlikeleri hasıl olmuş. Doktorlar ilk defa böyle bir olayla karşılaştıkları için tedavi edemediklerini söylüyorlar. Kendilerini kör eden hacılar kafilesinin ruhu yaşıyor.

Sahi! Yerebatan Sarayı’nı ilk kim bulmuştu?

yerebatan-sarnıcı.jpg

336 sütunuyla yerebatmış bir sarayı andıran bu yüzden de Osmanlı zamanında Yerebatan Sarayı olarak adlandırılan Bazilika Sarnıcı’ndan, fetihten sonraki 100 yıl boyunca haberi yokmuş Osmanlı'nın. Ta ki eski çağ metinlerine ve Bizans eserlerine meraklı kaşifini bulana dek...

Tam teşekküllü bir Rönesans aydını

1490 yılında Fransa’da doğan Pierre Gilles eski Yunanca ve Latince’yi çok iyi bilen bir hümanist, seçkin bir filologtur. Aynı zamanda gençlik yıllarının bir bölümünü Fransa ve İtalya kıyılarında balıkları incelemekle geçirerek  “Fransızca ve Latince Balık Adları “ adında bir kitap yayınlayan balık sevdalısı bir balıkbilimcidir. İlkçağ metinlerini aramak ve keşfetmek tutkusuyla Yunanca ve Latince el yazmalarının peşine düşen bir gezgin bir seyyahtır aynı zamanda. Birden fazla bilimle aynı anda uğraşan, eserler veren bir Rönesans aydınıdır.

İşte tam teşekküllü bir Rönesans aydını olan Gilles, Fransa kralı 1. François’in İstanbul’a diplomatik girişimlerde bulunması için gönderdiği elçilik heyetine katılır ve İstanbul’a ayak basar. Tarih 1544’tür, Gilles 54 yaşındadır ve Osmanlı tahtında Kanuni Sultan Süleyman oturmaktadır.

Gilles’in amacı İstanbul’da bir süre kalarak, İstanbul’un gerek coğrafyası gerek tarihiyle ilgili gözlemlerde bulunmak,  eski metinlerde geçen anıtların izlerini sürmek ve varolanları kayıt altına almaktır. Bu amaçla 1548’e kadar 4 yıl boyunca İstanbul’da kalır. Böylece İstanbul ilk defa Gilles’le beraber sistemli bir inceleme konusu olur.



Gilles adım adım İstanbul’u geziyor

İstanbul’u tepe tepe dolaşır Gilles. Tepelerin çaplarını, tepeler arasındaki vadilerin uzunluklarını, surları, anıtların genişliğini, yüksekliğini ve birbirlerine olan mesafelerini adım adım ölçer ve kaydeder. Ama insanlık hali işte. Atılan her adım aynı olmayabilir. Saatler süren gezi sonrası yorgun argın atılan bir adımla, sabah kahvaltısı sonrası atılan adım bir olur mu hiç? Ayrıca yolların düz ya da engebeli olması var. Öküzü var, köpeği var, yağmuru var çamuru var. Gilles, İstanbul gezilerinde aldığı notlardan derlediği “ İstanbul’un Tarihi Eserleri” adlı kitabında adımları ile ilgili olarak şu tespiti yapar ve okuyucuyu uyarır: “Daha öncede yazılmış olanlar da dahil olmak üzere ‘adım’ derken yürürken attığım adımlar anlaşılmalıdır; bunun Roma adımlarıyla eşdeğer olduğunu söyleyemem.  Kıvrımlı yollar, adımların, inişte ve çıkışta, yorgun ya da dinç halde atılmış olmalarına bağlı olarak aralarında fark göstermesi, ayrıca küstah insanlarla karşılaşma ya da öküzlerin beklenmedik bir saldırısı sonucu ortaya çıkan rahatsızlıklar nedeniyle attığım her adım aynı değildir.”

Bazilika Sarnıcı’nın kaşifi

Gilles her ne kadar attığı adımları eleştirse de o eleştirdiği adımları ile beraber İstanbul’u  gezmeye, tarif etmeye ve ölçmeye devam eder. İşte bu gezilerinden birinde eski metinlerde sıklıkla karşılaştığı ama kimsenin bilmediği Bazilika Sarnıcı’nı keşfeder. Sarnıç, evlerin arasında unutulup gitmiştir. Gün yüzüne çıkmak için kaşifini beklemektedir. Tesadüfe bakın ki kaşifi de o sıralarda İstanbul’u adım adım dolaşmaktadır. Eski metinlerde yeralan bilgilerden Bizans’ın en büyük sarnıcı olan Bazilika Sarnıcı’nın yerini saptar ve eliyle koymuş gibi bulur:

Sarnıç, ihmal sonucu unutulmuşken, bir yabancı olan benim sabırlı araştırmalarım sonucu bulunup, çok kişinin bilgisine sunuldu. Üstüne yapılan evler sarnıcın varlığını saklamıştı. Bu evlerde oturan bazı kimselerin, her gün kuyudan su çekip kullanmalarına karşın, evlerinin altındaki sarnıçtan haberleri olmadığını anladım. Bu sarnıca bir inişi olan eve rastladığımda merdivenlerden indim, evin sahibiyle meşalelerle kürek çekerek bir bölümü suya batmış olan bir sütunlar ormanında gezindik. Ben her tarafa dikkatle göz gezdirirken o sarnıçta bol bol balık avladı ve bazı balıkları da meşalelerin ışığında üç çatallı balık zıpkınıyla yakaladı. Kuyuların ağızlarından zayıf bir ışık sızıyordu ve balıklar bu ışığa toplanıyordu.”

Gilless böyle efsanevi bir eseri bulunca o eleştirdiği adımlarıyla sarnıcı ölçmeden çıkmaz. Su dolu sarnıcın çevresini adım adım nasıl dolaştı sorusu ayrı bir mesele olmakla beraber onun ölçümüne göre “Sarnıcın uzunuğu 336 ayak, genişliği 182 ayaktır; çevresi 224 Roma adımıdır.”

Tonozlar ve kemerler tuğladan yapılmıştır, duvar yüzeyleri de benzer çalışma ürünüdür, geçen zaman hiç zarar vermemişe benzer, alçı sıvayla örtülüdür.Tonozlu tavan, aralarında 12 ayak uzaklık bulunan 336 sütunla taşınır; sütunların her biri kırk dodrans’tan  daha yüksektir; sütunlar boyuna 12 sıra, enine 28 sıra halinde dizilidirler. Sütun başlıkları, bir bölümünde Korint üslubundadır, bir bölümünde ise işlenmemiştir.”

Pierre Gilles Bazilika Sarnıcı ile ilgili gözlemlerine sarnıcın Osmanlı tarafından nasıl kullanıldığını anlatarak son verir. “Sarnıca açılan çok sayıda kuyu vardır, sarnıçtan bu kuyular aracılığıyla su çekilir. Sarnıç kışın su yolundan gelen suyla dolar; bir kış ortsında sarnıca büyük bir borudan gürültüyle su geldiğini gördüm; suyun gürültüsü, sarnıç, sütun başlıklarının ortasına kadar suyla dolmadıkça kesilmiyordu. Sarnıç, Ayasofya’nın güneybatısında, ondan yaklaşık 80 Roma adımı uzaklıkta yer alır.”

Bazilika Sarnıcı Osmanlı’da masal sarayı oluyor

Bizans zamanında sarnıcın öyküsü, kuşatmalara, susuzluğa alınmış bir önlem olmaktan öteye gitmeyen renksiz, keyifsiz bir tarihe sahiptir. Ama  Osmanlı zamanında sarnıcın tarihi Doğu’ya özgü bir masalsılığa bürünüp rengarenk oluverir. Osmanlı, Bazilika Sarnıcı'na Yerebatan Sarayı der. Çünkü Bazilika Sarnıcı 336 sütunuyla yere batmış bir sarayı andırmaktadır. Sarnıcın bulunması bile başlı başına bir hikayeyken, sarnıçla ilgili dillendirilen efsanelerde başlı başına birer hikayedir. Bir efsaneye göre sarnıcın dip taraflarında cinler yaşarmış. Günün birinde meraklının biri kayıkla sarnıcın dip taraflarına doğru açılınca kaybolmuş. Kahkahalardan anlaşıldığına göre meraklıyı cinler almış götürmüş. Başka bir efsaneye göreyse  dünyalar güzeli bir cariye burada intihar etmişmiş.

1880’li yıllarda 2. Abdülhamit döneminde bir gece yarısı biri ya da birileri Ayasofya Cami’nin parmaklıklı duvarının altına “ İstemezük” yazar. İstemezük kelimesi Osmanlıda Yeniçerileri dolayısıyla da isyanı, kazan kaldırmayı hatırlattığı için sakıncalı bir kelimedir  ve direk “ Abdülhamid’i istemiyoruz” anlamına gelir. Anlaşılan birileri kazan kaldırmıştır ve neredelerse aranıp bulunması gerekir. Zaptiyeler bu aramalar için sadece sokaklara, evlere, hanlara bakmaz yeraltındaki sarnıçlara da bir bir bakarlar. Çünkü sarnıçları zaman zaman kanun kaçakları, suçlular ya da bir şekilde aranılan kişiler sığınma mekanı olarak kullanmıştır. Yeniçeriler 1826’da yok edilirken kırımdan canını kurtaran Yeniçeriler bu gibi yerlere sığınarak canlarını kurtarmışlardır.

Bugün sarnıcın büyük bir bölümünün üstünde Halide Edip Adıvar Parkı bulunmakla beraber  Osmanlı'nın inşa ettiği en büyük sıbyan mektebi olan Cevri Kalfa Sıbyan Mektebi’de  sarnıcın üzerinde bulunuyor. Mektebin şu an kafe olarak kullanılan odasında Gilles’in bahsettiği kuyulardan birini görmek mümkün. Bu kuyulardan sarnıca sepetle yiyecekler bırakılıp özellikle yazın sıcağında sarnıcın serin  havasından yararlanılıyor ve yemeklerin uzun süre bozulmadan kalması sağlanıyordu. Bu yiyecekler sarnıcı sığınma, saklanma mekanı olarak kullanan suçluların, kanun kaçaklarının da karınlarını doyurabiliyordu.



432 yıldır değişmeyen

Bir zamanlar uğruna can verilen tarihi eserleri, müzelerin içine hapseden değişim değil midir?

Resime muhalif  olan bir İslam'dan, İslam'ın son halifesini ressam yapan o kudretli güç , değişimden başka nedir?

Mağralara kök boyasından resim çizen ele, binlerce yıl sonra bilmem kaç milyon megapiksellik fotoğraf makinesini değişimden başka ne vermiş olabilir?



Değişim ilerlemenin motorudur.
Hayat için su neyse, tarih için değişim o'dur !
Dolayısıyla tarihin tanrısıdır değişim.
Herkes usul usul ona biat eder.
Gizli, saklı ibadet eder.
O dönüştürür, o değiştirir.
Kadir-i mutlakdır o.http://www.biristanbulhayali.com/wp-includes/js/tinymce/plugins/wordpress/img/trans.gif

Ama bazı gerçekler hiç değişmezler. Tarihin alnına mıh gibi çakılmış bir vaziyette değişmeden duruverirler.

Aşağıdaki sözler 1578 yılında İstanbul'a gelip 3 yıl kalan Alman din adamı Salomon Schweigger'e aittir. İstanbul'u, Osmanlının sosyal ve toplumsal yaşantısını konu edinen" Sultanlar Kentine Yolculuk" adlı bir  seyahatname kaleme alan Salomon Schweigger, kitabının " Türklerin ev düzeni ve giysileri" bölümünde Türk aile yaşantısıyla ilgili olarak aynen şunları söyler:

" Çiçero yazılarının birinde Romalılar ve ev düzeni hakkında şöyle der: "Biz Romalılar herkese egemeniz, ama bize de kadınlar egemendir." İşte Türklerde de durum böyledir. Tüm dünya onların gücü karşısında korkuya kapılırken, onlar kendi karılarından korkarlar. Aslına bakılırsa Türkler karılarının uşağıdır, çünkü bütün evin gereksinimlerini karşılamak, ekmek, et, mutfak malzemesi gibi yiyecekleri eve getirmek erkeğin görevidir." 

Türk aile yaşantısı içindeki kadının hakim rolünü erkeğinse bir zavallıdan öteye gitmeyen durumunu ifade eden bu izlenimleri Salomon Schweiggwer kaleme aldığında tarih 1581'di.  Tam 432 yıl önce...

Aradan geçen 432 yılda neler değişmedi ki!

İmparatorluklar değişti

Osmanlı İmparatorluğu'nun da dahil olduğu o koca imparatorluklar bir bir yıkıldı, yerlerine başta Türkiye Cumhuriyeti olmak üzre, Irak, Mısır, Suriye, Suudi Arabistan, Fas, Tunus, Cezayir, Libya, Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya, Avusturya, Macaris

tan, Slovakya gibi ufacık tefecik ulus devletler kuruldu.

Sistem değişti

Coğrafi keşiflerle beraber keşfedilen kıtalardan Avrupa'ya akan zenginlikler Avrupa'yı zenginleştirip sömürgeciliği hızla yaygınlaştırırken, üretim hızla artıp gelişti. Perperişan olan feodalizm yıkıldı. Adına kapitalizm denen rezil sistem bu yıkıntının üzerine kuruldu.

Savaşlar değişti

Rezillikte ve kepazelikte feodalizmden hiç de geri kalmayan hatta onu kat be kat aşan kapitalizm vahşi bir kurttan bile daha aç midesiyle devletleri peşinden sürükleyerek iki büyük dünya savaşı çıkardı. Dünya tarihi daha önce de savaşlar görmüştü ama bu iki savaş gibi savaş görmemişti. Siyasal, toplumsal, tarihsel sonuçları farklıydı.Ölüm sayısı muazzamdı. Bu iki savaşta 100 milyondan fazla insan yedi bu vahşi mide. Doydu mu? Doymadı. O doymaz çünkü.

Teknoloji değişti

18.yüzyılda buharlı lokomotifin icadıyla beraber hamle yapan teknoloji aldı başını gitti. Uzaya fırladı.  İnsan yaşadığı dünyaya bizzat yaşadığı dünyanın dışından baktı. Ay'a adımını attı. Mars'a uzay aracı fırlattı. O Mars ki insanoğlundan tam 230 milyon kilometre uzaklıkta.

Bilimsel algı değişti

Sanayi döneminde  Newton fiziğinden ilhamını alan bilim hayatı, nesneleri ve durumları bölüp parçalayarak anlıyordu. Oysa Kuantum fiziğiyle beraber bu algı değişti. Aslolan parça değil bütün oldu. Her şey o bütünün içinde  bir anlam kazanır oldu. Ağrıyan kulakta sadece kulağa bakan tıptan ağrıyı metabolizmanın bütünü içinde bakarak anlamaya çalışan tıpa geçiş oldu. Bu öyle böyle bir değişim değildi. Muazzam bir şeydi.

Kadın değişti

Kadın değişti. Gelişti. Kendi evi içinde kapalı bir hayat yaşayan  kadından toplumsal hayatta daha fazla rol alan kadına geçiş oldu. Kadın politik, sosyal, toplumsal ve ekonomik haklar kazandı. Sokaklara çıktı. Bağırdı çağırdı. Feminizm adı altında kendi siyasal düşüncesini oluşturdu. Rosa Lüxemburg gibi devrimci önder oldu.Yeri geldi siyaseten idam oldu. Milletvekili oldu, başbakan oldu, milyar dolarlık holdingin patronu oldu...

Hayvanlar değişti

Kah doğada kah sokakta yaşayan hayvanlar bile haklarına kavuştu bu 432 yıl içinde. Birleşmiş Milletlere bağlı bir kurum olan UNESCO tam da benim doğduğum yıl olan 1978'de  Hayvan Hakları Evrensel Beyannames’ini kabul etti ve hayvanlar haklarına kavuştu.

Türk erkekleri değişmedi

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı 2012 yılında 12 bin 56 hane ile bir anket çalışması yaptı.“Türkiye'de Aile Yapısı Araştırması” adını taşıyan araştırmanın sonuçları Nisan 2012’de yayınlandı.

Araştırmaya göre Türk ailesinde evin düzeni, çocuklar, komşu, akraba ilişkileri ve alışverişle ilgili kararlarda kadınının kararı daha etkiliydi.

Anlaşılan Türk erkeği için 432 yıldır pek bir şey değişmemişti.

İstanbul'un sokak kaldırımları ve 300 yıl öncesinden bir botanikçi seyyahın cümlesi

sokak-kaldırımları-2.jpg

Nisan 2012’de haber vitrinlerine İstanbul kaldırımların genişliğiyle ilgili bir haber yansıdı. Habere göre “Sokak Bizim Derneği” yayaları en az 130 santimetrelik! kaldırım hakları’na sahip çıkmaya çağırıyordu. Dernek bu sahiplenmenin nasıl olacağı konusunda küçük bir eylem planı bile belirlemişti.Yayalar  dar, kırık dökük, araba, sandalye ve masalar tarafından işgal edilmiş olan kaldırımları “Kaldırımölçer” bandı ile işaretleyip, daracık ya da işgal edilmiş kaldırımın fotoğrafını çekecek “#kaldirimnerede” etiketiyle sosyal medyada paylaşacaklardı. Bu vesileyle bir kent hakkı olarak " kaldırım genişliği hakkı" gündeme gelecek ve bu konuda oluşan kamuoyu belediyelerin üzerine bir kamuoyu baskısı oluşturabilecekti.

Bu meseleyi Sokak bizim Derneği kendine dert etmiş ve gündeme getirmişti. Bu konuda duyarlılığa sahip bir çok kişi daracık kaldırımların fotoğrafını çekerek, twitter, facebook gibi bilumum sosyal medyada paylaşarak gündeme getirdi.

Ama bu gündem 300 yıl önce belirlenmişti zaten.

İstanbul'a gelen yüzlerce seyyahtan biriydi Joseph de Tournefort.  Botanik bilimciydi. Bizzat Fransız akademilerinde sorumlu devlet bakanı Pontchhartrain'in önerisiyle Fransa kralı 14. Louis tarafından Ege Adaları, İstanbul, Anadolu, Gürcistan ve Ermenistan'ı gezmesi ve yeni bitkiler bulması için görevlendirilmişti. Ama o dinden ticarete, coğrafyadan örf ve adetlere  kadar uzanacak olan gözlemlerde bulunmuş bu gözlemlerini toplam 22 mektupta toplamıştı

Nisan 1700'de Marsilya'dan yola çıkan Tournefort. Ege Adaları'ndaki seyahatini birkaç ay sürdükten sonra Mart 1701'de  Çanakkale üzerinden İstanbul'a geldi.

İstanbul'u karış karış gezdi. Camilerinden kiliselerine , surlarından  Boğaziçi'ne, daracık sokaklarından geniş meydanlarına kadar gezmedik yer bırakmadı. Gezileriyle ilgili tuttuğu notları mektuplar halinde yazdı ve geciktirmeden Fransa akademilerinden sorumlu Devlet Bakanı Pontchhartrain'e postaladı.

Şimdi yukarıda bahsedilen kaldırımına sahip çık haberiyle seyyah  Tournefortun ne alakası var diye merak ettiyseniz,  Tournefort'un yazdığı onbirinci mektubu okumanızı öneririm. Bu mektup İstanbul'a dairdir ve mektubun bir paragrafı aynen şöyle başlar:

" İstanbul'un sokak kaldırımları çok kötü, hatta bazı yerlerde yok bile...”

Bir İtalyan seyyahın kaleminden İstanbul’un sokak köpekleri ve Sivriada



sivriada-3.jpg

İstanbul devasa bir köpek kulübesidir: Herkes buraya adım atar atmaz bunun farkına varır ” diyerek İstanbul’un sokak köpeklerini anlatmaya başlar, 1874’te 28 yaşındayken İstanbul’a gelen ve ilerleyen yıllarda İtalyan edebiyatının en güçlü yazarlarından biri olacak olan  Edmondo De Amicis.

Admondo De Amicis’in İstanbul’a dair gözlemlerini etkileyici ve heyecanlı bir üslupla anlattığı “İstanbul” adlı kitabı, bu şehir üzerine yazılmış en güzel seyahatnamelerden biridir. Söz konusu İstanbul’un sokak köpekleri olunca Edmondo De Amicis, İstanbul’un köpeklerini anlatan ne ilk ne de tek seyyah. Neredeyse İstanbul’a gelen her seyyah İstanbul’un sokak köpekleriyle ilgili bir şeyler karaladı. Belki de en etkileyici şekilde  Amicis anlattı.

Amicis yukarıdaki sözlerine şöyle devam etti: “ Köpeklerin hepsi birden tasmasız, isimsiz, evsiz, kuralsız ve son derece özgür bir serseriler cumhuriyeti oluştururlar. Her şeyi sokakta yaparlar; sokakta küçük oyuklar kazarlar, sokakta uyurlar, sokakta karınlarını doyururlar, sokakta doğarlar, yavrularını sokakta emzirirler ve sokakta ölürler; hiç ama hiç kimse işgal ve istirahat ettikleri yerlerde onları rahatsız etmez. Sokakların sahibi onlardır. Bizim şehirlerimizde , atlara ve insanlara yol veren köpektir. Burada insanlar, atlar, develer, eşekler köpekleri ezmemek için yolunu değiştirir. İstanbul’un en işlek yerlerinde, sokağın ortasında kıvrılmış uyuyan dört beş köpek yüzünden, mahallenin bütün ahalisi yarım gün boyunca onların etrafında dolaşmak zorunda kalır.



Köpekler sokakta dört atlı bir arabanın yolunu değiştiremeyecek kadar rüzgar gibi üstlerine geldiğini gördüklerinde güç bela rahatlarını bozarlar. Yerlerinden de, ancak son anda, atların toynakları tepelerine inecek kadar yaklaştığında, miskinlikleri yüzünden kalkıp zar zor dört parmak öteye giderler. O da canlarını kurtarma mecburiyetinden. Miskinlik İstanbul köpeklerinin en belirgin özelliğidir.  Sokağın ortasında beşli, altılı, onlu sürüler halinde ya dizilip ya halka olarak kıvrılıp, hayvandan çok tezek yığınına benzer şekilde yatarlar ve orada sağır edici bir velvelenin ve hayhuyun içinde gün boyunca uyurlar, yağmurmuş, güneşmiş, soğukmuş onlara hiç dokunmaz. Kar yağınca, kar altında kalırlar; yağmur yağdığında tepelerine kadar çamura batarlar, hatta ayağa kalktıkları vakit ne gözleri, ne kulakları, ne burunları seçilen balçıktan yapılmış köpeklere benzerler .”

Anlaşılan bir zamanlar İstanbul, sokak köpekleri için şefkat ve merhamet gördükleri bir tür cennetmiş. Ama köpekler için hayat hep böyle güzel, pembemsi gitmemiş.

Çünkü  sene 1910’da İstanbul  Şehreminliği tarafından 80 bini toplanıp  Sivriada’ya götürülmüş. 180x250 metre boyutlarında olan  bu adada yiyecek hiçbir şey bulunmadığından ve yetkililerce yiyecek hiçbir şey bırakılmadığından köpekler birbirlerinin etini yiyerek birbirlerini öldürmüşler.

Seyyahların izinde mahyaları fotoğraflama zamanı

12 Temmuz 2013’ün sabahıydı. Aylardan Ramazan’dı. Kütüphanemde bulunan 100’ü aşkın seyahatnameyi karıştırıyor seyyahların mahyalar hakkında ne söylediklerini araştırıyordum. Uzun zamandan beri fotoğraf çekmediğimden olacak canım fotoğraf çekmek istiyordu. Konumu belirlemiştim. Ramazan gecelerinin parıltıları olan mahyaları çekecektim.

Ramazan ayında minareler arasına gerilen ışıklı yazılar olan mahyalar bir ay boyunca şehri güzelleştiren parıltılara eşlik ediyordu. Bu yüzden ilgiyi fazlasıyla hak ediyorlardı. İslam dünyasında sadece Türklere özgü olan bu gelenek elbette ki seyyahlarında dikkatini çekmişti.

Önemli soru: İlk mahya ne zaman asıldı?

Her Ramazan ayında gazetelerde mahyalarla ilgili bilgi ve fotoğraflara yer veriliyordu. O gün bu haberlerden biriyle daha karşılaşmıştım. İlginçtir hepsi bir ağızdan konuşur gibi ilk mahyanın Sultan Ahmet zamanında minarelere asıldığını söylüyorlardı. Kesin tarih de veriyorlardı: 1614

Rivayete göre 1614 yılında Hattat Hafız Ahmet Kefevi iki minare arasına yazılmış birtakım dini cümleleri içeren bir hat yazısı yazıyor ve Sultan Ahmet’e hediye ediyor. Sultan Ahmet yazıyı çok beğeniyor ve dini akidelere bağlı olması kaydıyla Ramazanlarda minareler arasına bu tür yazıların yazılmasını istiyor.

Ama 1578’de Avusturya elçisinin din adamı olarak İstanbul’a gelen ve 3 yıl kalan ve “Sultanlar kentine yolculuk” adlı bir de seyahatname kaleme alan Salomon Schweiger, seyahatnamesinin “ Türklerin orucu ve her yıl kutladıkları önemli yortuları ” bölümünde, camilerin minarelerindeki şerefelere asılan tahta fenerlerin içine kandiller yerleştirilerek etrafa ışık saçıldığını söylüyor. Çoğu kez bir minareden diğerine bir ip geriliyor, buna bağlanan kısa ve uzun başka iplere kandiller asılıyor ve böylece dolunay ya da hilal doğmuş gibi bir görüntü oluşturulur diyor. Bu şekilde asılan 200 veya daha fazla kandille başka şekillerinde yapıldığını görmüş. Oluşan görüntüler çok görkemliymiş.

Salomon Schweiger’in anlattığı resmen mahya ve o dönem tahtta 3. Murat oturuyor. Üstelik resmini de çizmiş. Ortada böyle bir gerçek dururken neden mahyacılık geleneğini ısrarla Sultan 1. Ahmet’e bağlarlar merak ettim doğrusu.


Yüklə 3,36 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə