İstanbul ve seyyahlar


Yılan başlarını Polonyalılar mı kopardı?



Yüklə 3,36 Mb.
səhifə6/6
tarix08.08.2018
ölçüsü3,36 Mb.
#61316
1   2   3   4   5   6

Yılan başlarını Polonyalılar mı kopardı?

1701’de İstanbul’da olup da 17 Nisan günü Hollanda elçisi sinyör Wright’in refakatinde Atmeydanı’nı gezen Oxford Kolejli papaz Edmund Chishull, sinyör Wright’e Yılanlı Sütun’un başlarına ne olduğunu sormuştu. Aldığı cevap şaşırtıcıydı. Yüzlerce yıl sütunu süsleyen yılan başları geçen yıl Ekim ayında birden yokolmuştu. Anıtın karşısındaki evlerden birinde ikamet etmekte olan Polonya elçisinin maiyetindeki bazı kişiler, başları vahşice koparmışlardı. Edmund Chishull yılan başlarının koparıldığını kaleme alan belki de ilk seyyahtı.

Atmeydanı’nın ahalisi bu duruma hayra yormadı. Osmanlıya yapılan bir komplo muydu bu acaba? Osmanlıyı dışarıdan yıkamıyorlardı, içeriden yılanlara mı yıktıracaklardı. Halkı bir telaş almıştı.

Olay, 21 Ekim 1700 tarihinde saat 17.20 ile 17.30 arasında gerçekleşmişti.Belki Polonya elçisinin maiyetindeki kişilerce belki de kimliği belirsiz kişi ya da kişilerce gürz ya da çekiçlerini kullanarak yılanların başları boyunlarından koparılmıştı. Bu durum yılanların umrunda bile olmamış şehri basmamışlardı. Yılanlı Sütun efsanesi de böylece son bulmuştu.



Ünlü arkeolog ve nümizmat İstanbul’da

Özellikle İngiliz tarihi ve arkeolojisi alanında yaptığı çalışmalarla tanınan aynı zamanda şöhretli bir nümizmat olan Henry Christmast 1851’de İstanbul’a gelmiş, söz konusu Bizans mirası olunca da uzmanlığını konuşturmuştu.

Henry Christmast sütuna Burmalı Sütun diye hitap etti. Çünkü sütun, yılanların başları koparılınca yılana değil de burulan bir şeye benziyordu. Ve can alıcı bir öneride bulundu. İstanbul’un iklimi ne kadar yumuşak olursa olsun Burmalı Sütun örtülerek korunmalıydı. Sıcaklık farkları ve nem oranının değişkenliği maden eserlerinin bozulmasında önemli bir etkendi. Bunun yanında İstanbul’da yaşanan gece-gündüz ve mevsimsel sıcaklık farkları bronzdan yapılma sütunu olumsuz etkilerdi.

Hem örtülürse dışarıdan gelecek bütün müdahelelerin önüne geçilmiş olacak, ne iklim, ne muhafazakar kesimin yaşlı Müslüman beyefendileri ne de çocuklar zarar verebileceklerdi.

Çünkü çocuklar Burmalı Sütunu hedef olarak belleyip taşlıyorlardı. Belki de yukarıdaki çocuklardı o taş atanlar. Sütunu taşlarlarken birden fotoğrafçıyı karşılarında görmüşler oturup poz vermişlerdi. Kimbilebilirdi.

Osman Hamdi Bey devreye giriyor

Zamanın İstanbul Arkeoloji Müzeleri müdürü Osman Hamdi Bey tam da bu konuya istinaden 1895 yılında Maarif Müdürlüğü’ne Yılanlı Sütunla ilgili bir mektup yazdı. Mektup güneşin, yağmurun ve atılan taşların zararlarına bolca maruz kaldığı için sütunun müzeye alınarak konulmasına ve yerine modelinin konulmasına dairdi. Maarif Müdürlüğü’nün mektuba cevabı olumsuzdu. Sütun meydanı süslüyordu ve yabancı ülkelerden gelenler burayı ziyaret ediyordu. Anlaşılan bakanlık turizm açısından sakıncalı bulmuştu.


163 yıl sonra
Yıl 2013 ne değişti peki. Hiçbir şey. Öneriyi ilk yapan Hnery Cristmast’ın üzerinden 163 yıl geçti. Yılanlı Sütun aradan geçen 163 yılın darbesini yedi ve hala da yemeye devam ediyor.
Hikayeyi başka bir seyyahın hikayesiyle noktalayalım.
1552 yılında Osmanlı Devleti’nin eline esir olarak düşen Pedro De Urdemalas 4 yıl köle hayatı yaşadıktan sonra 1556’da vatanı olan İspanya’ya kaçar. Bir yıl sonra köleyken yaşadıklarını, dönemin İstanbul’unu, Osmanlı’daki günlük hayatı, toplumsal olayları anlatan bir kitap kaleme alır. Kitabı tesadüfen karşılaşmış ve birbirlerine esirlik anılarını anlatan adları Pedro, Juan ve Matalascallondo olan üç arkadaşın aralarında yaptıkları soru-cevap şeklindeki diyaloglar biçiminde kaleme almıştır.
Bu diyaloglardan birinde Juan Osmanlı İstanbul’u ile ilgili bir soru sorar. Soru İstanbul’da Roma ve Bizans döneminde yapılmış tarihi eserlerin kalıp kalmadığına ilişkindir.


  • Juan: Tarihi eserleri var mıdır?




  • Pedro: Çok azdır çünkü Türkler eski taşlardan hoşlanmazlar, hepsini yıkmışlar.


Taş taş örülen sütunun ‘muhtemel’ hikayesi

‘Muhtemel’ kelimesi, netsizliği, fluluğu işaret ettiğinden olacak buğulanmış bir camdan silik şeyler gösteren bir kelime. Oldukça sıkıcı bir kelime. Hatta bazen sıkıcı olmaktan da öte bunaltıcı bir kelime.

Ama söz konusu Sultanahmet Meydanı’nda bulunan Örme Sütun ile ilgili kısa bir tarihçe kaleme almaksa, ne kadar sıkıcı olursa olsun sık sık kullanılması gereken bir kelime. Çünkü bu sütun konusunda varolan bilgilerin neredeyse hiçbiri kesin değil ve ‘muhtemel’in karşı kıyısına geçemiyor. Belirsizliğin nehrinde boğulup gidiyor.

Örme Sütun, taşların dışında bir “ muhtemellik” ile örülmüşe benziyor. İlk muhtemelden başlayalım.

Örme Sütun muhtemelen 4. ya da 5. yüzyılda yapılmış bir sütun. Hangi Bizans imparatoru zamanında yapıldığı kesin olmamakla beraber sütun binlerce taş blokun üst üste bindirilmesiyle bir nevi örülmesiyle yapılmış ve Hippodrom’u ortadan ikiye ayıran spina adlı bölümün en güney ucuna konulmuş.

Bu sütun üzerine çakılmış bronz plakalarıyla ünlü. 32 metrelik bir anıtın üzerine çakılmış binlerce bronz plaka düşünün ve güneş batarken bir kızılcık gibi parıldasın…İşte sütunu çok ünlü yapan bu plakaların sütunun bedenine ne zaman çakıldığı ve bu plakaların ne zaman sütundan çıkarıldığı da belli değil.

Aradan geçen yüzlerce yılda tahrip olan sütun 10. yüzyılda muhtemelen imparator Konstantinos Porfirigennetos ya da oğlu Romanos zamanında onarımdan geçmiş ve muhtemelen de bu onarım sırasında yukarıda bahsettiğim bronz plakalar sütunun üzerine çakılmış.

Sonrasında muhtemelen İstanbul’un Haçlılar tarafından işgali sırasında bu plakalar Haçlılar tarafından çıkarılıp eritilerek para yapılmış. Genel kanı bu. Ama bu konuların otoritesi olan Semavi Eyice’ye göre bronz plakların Haçlıların İstanbul’u işgali sırasında çıkarıldığı kesin değil, muhtemel bir durum ve söylentiden öteye geçemiyor. Çünkü bu iddiayı kanıtlayacak tek bir kaynak bile yok.

Muhtemel olmayıpta %100 katıksız gerçek olansa şu. 32 metrelik boyuyla Mısır Diklitaş’tından daha büyük olan bu anıt binlerce taş bloğun üst üste konulmasından oluştuğu için üzerine çıkılması kolay bir anıt olmuş. Çünkü bu bloklar girintili çıkıntılı halleriyle bir merdiven vazifesi görür olmuş.

İşte Osmanlı zamanında Sultanahmet Meydanı’nda yapılan sünnet düğünü törenlerinde cambazlar bu anıtın üzerine bol bol çıkmışlar. 1540’lı yıllarda, Sultan Süleyman zamanında İstanbul’a gelerek İstanbul’un Bizans eserlerini araştıran Pierre Gilles bu cambazlardan ikisini görmüş.

Gilles anlatmaya önce ilk cambazdan başlıyor ve “…Boğdan Prensi’nin sünnet düğününde, bu sütunun tepesine usta bir cambazın tırmandığını ve sağsalim aşağı indiğini gördüm.” diyor.

Sonra ikinci cambazı anlatmaya başlıyor. Anlaşılan 500 yıl öncede hayatın insanlara tavrı konusunda pek bir değişklik yokmuş. Hayatı afetmiyormuş.

“Onu usta olmayan biri izledi, sütunun tepesine benzer şekilde çıktı ancak bu kadar yükseklik gözlerini körleştirdiğinden, zarar görmeden inip inemeyeceği konusunda kuşku duyarak, sütunun üstüne düşmemek için kendini olabildiğince uzağa fırlattı; bunun sonucu dümdüz düşerek ayaklarıyla yere çakıldı, anında öldüğü görüldü.”

Boğaziçi’nin kayıp ruhları ve Yelkovan Kuşları

İstanbul’a gelmeden önce okumuştu. Hangi seyyahtı hatırlamıyordu ama. Pasaj, Osmanlı Devleti’nde Saray kadınlarının suçları için çok sert biçimde cezalandırıldığına dairdi. Cariyeler işledikleri suçlar için ya kalfaları tarafından şiddetle dövülürler ya da eğer itaatsiz, yola gelmez, dikbaşlı oldukları anlaşılırsa bizzat padişahın emriyle saraydan kovulurlar Eski Saray denilen bir saraya gönderilirlerdi. Fakat büyücülük ya da benzeri kötü işler yaptığı anlaşılırsa o zaman elleri ve ayakları bağlanır, bir çuvala konulur, geceleyin Topkapı Sarayı’nı koruyan surların penceresinden denize atılırdı.

18. yüzyılda gelen bir seyyah bu pencereyi görmüş, Sepetçiler Ksarı2na yakın olarak tarif etmişyukarı doğru eğimli bir pencere olarak tariflemişti.

Sadece saray hareminin cariyeleri değil varlıklı evlerin haremlerinde bulunan cariyeler içinde aynı infaz geçerliydi. Zaten Avrupa’da cariyelerle ilgili haberler her zaman dikkat çekerdi. Gündeme gelirdi. En garip, en vahşi cariye hikayesini Stephan Gerclah’ın Türkiye Günlüğü adlı seyahatnamesi’nde okumuştu.



Fırında cariye

Vakti zamanında bir Şam’da Beylerbeyi’lik yapan bir paşa varmış. Bu paşanın da bir karısı varmış. Karısı bir vezirin kızı olduğu için soyluymuş, havalıymış. Güzelmiş de üstelik.

İşte güzel olduğu kadar da kıskanç olan bu kadın bir akşam yemeğinde sofraya koca bir sahanlık getirmiş. Paşa bu kadar büyük bir sahanlık görünce epeyce sevinmiş. Çünkü tahminlerine göre bu kadar büyük bir sahanın içinde olsa olsa kuzu olurmuş. Demek ki karısı ona kuzu pişirmiş. Teşekkür etmiş karısına. Allah razı olsun demiş. Ellerini ovuşturmuş sonra. Sahandan yayılan kızarmış et kokusunu içine çekmiş. Tam sahanın kapağını açacakmış, dur demiş karısı sana bir şey söyleyeceğim ondan sonra aç. Tamam demiş paşa söyle. Sana demiş o çok beğendiğin eti sunuyorum. Paşa karısına küçük bir öpücük kondurup sahanın kapağını açmış sonra. Açmasıyla bağırması, kendinden geçmesi, karısından boşanması bir olmuş. Çünkü sahanlığın içinde kızartılmış bir cariye cenin gibi yatıyormuş. Dilimlenmiş domatesler, biberlerle servis etmiş kadın.

Paşa ilk gördüğünde cariyeyi tanımış. Sabah karısıyla beraber sofrada otururken, ellerini yıkamaları için leğen ve ibrik getiren, paşanın da jest olarak parmaklarını leğene daldırıp üzerine su püskürttüğü cariyeymiş bu.

Kadın, püskürtülen suyu paşanın cariyeyi beğendiğine dair bir işaret olarak yorumlamış. Paşaya, onu beğendin mi diye sormuş. Paşa evet anlamında başını öne doğru sallayınca da tamam demiş o zaman karısı, madem beğendin akşama etini yersin.

Paşa, karısının bu jestine ne diyeceğini bilememiş.Karısı kendisine 18-20 yaşında bir cariye sunacakmış. Ne kadar da anlayışlı bir karısı varmış böyle.

Nerden bilsinmiş cariyeyi konağın büyük ocağına attırıp diri diri kızartacağını.

Stephan Gerlach , bu olayı Eylül 1577’de seyahatnamesine kaydederken kadın hala yaşıyormuş. Çemberlitaş civarında oturuyormuş. Dulmuş. Korkusundan kimse onunla evlenmiyormuş.



İstanbul’u yakan cariye

Bıldırcın kıvamındaydı. Gençti. Güzeldi. Nefreti güzelliğinden daha güçlüydü. Aylardan Şubat yıllardan 1673’tü.

Yıllardan beri zulüm görüyordu. Efendisi hem onu cinsel olarak sömürüyor, hem yatakta olur olmadık şeyler istiyor hem de en küçük hatasında bile tabanlarına onlarca değnek atıyordu. Yetmişti artık. Hayatından bezmişti.

Gecenin köründe, efendisinin bilmem kaçıncı rüyasını gördüğü vakitte öğlenden hazırladığı çıraları, odanın en çabuk tutuşacağı bölümlerine yerleştirdi. Şömüneden aldığı korla bir bir ateşlendirdi.Koca konağın alev alması birkaç dakika sürmüştü. Eserini, içindeki nefretin alevini bahçeden izliyordu şimdi. Efendisi cayır cayır yanıyordu. Yangın konağı da aşmış, etraftaki konaklara sıçramış Valide Hanı’na doğru 80 kadar dükkanı yüzlerce konağı kül etmiş, onlarca insanıda canlı canlı kızartmıştı. Gözleri çakmaktı. Ne İstanbul’a ne de İstanbullulara acımadı. Yıllardan beri gördüğü zulmün intikamını bir gecede almıştı. Bildiği, artık kesinlikle emin olduğu bir şey vardı: Yaptığı suçun cezası idamdı. Kaçmasına da imkan yoktu. Devlet-i Aliye’nin kendisini idam etmesine imkan vermedi. Cebinden ipi çıkardı, dut ağacına bağladı.

Olayı “İstanbul’a ait günlük anılar” adlı günlüğünün 4 Şubat Cumartesi bölümüne kaydeden Antoıne Galland bu yangını, İstanbul’daki cariyeler için olumlu sonuçlar doğurabilecek bir olay olarak nitelemişti. Çünkü köle olan hiçbir hayat garantisi olmayan cariye gün geliyor padişahın sarayını, İstanbul’u yakabilecek kadar güçlü olabiliyordu. Belki bu tür olaylar cariyelerin efendilerine ders olur, cariyelerine kötü muamelede bulunmazlardı.

Topkapı Sarayı’nı yakan cariye

İstanbul’u yakan cariyenin kendini asmasından 8 yıl önceydi. 24 Temmuz 1665’ti.

Osmanlı tahtında 17 yıldan beri oturan ve 22 yıl daha oturacak olan avcılığa merakıyla şöhret yapmış padişah 4. Mehmet Edirne’de Tunca nehri kıyısında tıpkı 17 yıldan beri yaptığı gibi ve 22 yıl daha da yapacağı gibi avlanıyordu. Bir ulak koşa koşa haber getirdi. Nefes nefese kalmıştı. Hünkarım dedi Topkapı Sarayını’z yandı. Harem Hümayunu’nuzda başlayan yangın Hareminizin büyük ksımını, Adalet Kasrı’nı, Kubbealtını, Dış hazineyi, Defterhaneyi, Darüüsade kapısını, Harem ağaları dairesini yaktı. Yangını bir cariye çıkarmıştı. Hiddetlenen padişah avcı Mehmet cariyeyi tiz getirin dedi.

Belki Kafkasyadan hediyeydi, belki Avrat Pazarı’ndaki köle pazarından satın alınmış saraya armağan edilmişti. Harem’e alındığına göre genç, güzel ve el sürülmemiş olmalıydı. Belki yirmisindeydi, belki yirmibeşinde. Çaldığı yüzük ortaya çıkınca çok sinirlenmişti. Bütün hayatı elinden alınan gencecik, körpecik bir kız için bir yüzük çok muydu? Harem’de yanan şömineden koru almış Harem dairesinin ahşap tavanlarını tutuşturmuştu. Yansındı her yer. Batsındı bu dünya. Yıkılsındı payitaht. Alevlerin birden Harem dairesini sarmasıyla, yayılması bir olmuş, Adalet Kasrı, Kubbealtı gibi sarayın can damarlarının yanında birçok köşk ve oda kül olmuştu.

Elleri, ayakları , ağzı bağlanarak koyulduğu araba Edirne’ye doğru yola çıktığında hüngür hüngür ağlıyordu cariye. Araba Büyük Çekmece Köprüsü’nün taşlı yolunda sendeleyerek yol alırken, padişahının onu affedip afetmeyeceğini düşünüyordu. Padişahı, yaptığı bu hatayı gençliğine ve güzelliğine verir miydi acep? Bağışlar mıydı onu? Bu kadar genç ve güzel bir hatun idam edilmez der miydi? Belki padişahı onu affedecek, öpüp okşayacak, koklayacak odasına alacaktı. Bu kadar genç ve güzel bir cariyeye kıyılmazdı. Korku vardı ama umut da vardı gözlerinde.

Umudun tükendiği, her şeyin bittiği an umut beslediği padişahının tiz boğun dediği andı. Cellat Tunca nehri’ne doğru götürürken padişahına yalvarıyordu. Padişahı duymadı bile. Yarıda kesilen avına devam etti.

Yağlı kement boynuna dolandığında bu dünyadan bir güzel hatun daha cellatın elinde can vermişti, tıpkı bir çöpmüş gibi çuvalın içine koyulup ağzı bağlandıktan sonra Tunca nehrine atılmıştı.

Cariyenin çuvala konan narin, nazik ve yüzbinlerce kez öpülmesi, okşanması, koklanması gereken bedeni birkaç kilometre ötede Meriç Nehri’yle buluşarak ötede Ege Denizi’nin serin sularıyla karıştığında, padişahı öldürdüğü bir ceylanın tadına bakıp cariyelerinden bir başkasıyla gönül eğlendiriyordu.

Kimse bilemezdi. Belki de tuzlu olduğu için Marmara’nın sularıyla karışmayan Ege’nin suları alttan akıntıyla cariyenin gül kokulu bedenini Marmara Denizi boyunca İstanbul’a doğru sürüklemiş Boğaziçi’nin diplerine kadar getirmişti. Son nefesini Edirne’de vermişti ama ruhu Boğaziçi’ne kadar gelip, yerleşmişti.

İstanbul’da bir Leydi

Yıl 1855’ti. Osmanlı Ruslarla Kırım’da cenk halindeyken İstanbul’a bir leydi geldi.

Müevaziliğinden olacak kendisinin ne kadar güzel olduğundan bahsetmemişti ama yazdıklarına bakılırsa çok güzel olmalıydı. Erkek ya da nam-ı diğer söz konusu kadın olunca şeytanın süt kardeşi kesilen varlık, bir kadının güzel olabileceğini kelimelerinden kavrardı çünkü. Hissederdi. Koca kitaptan değil de bir kelimenin yanına usulca şıkıştırılıveren bir virgülden fark ederdi.

Onu okurken özel biri olduğunu yüzlerce kez hissedebilirsiniz. Hayran kalmamak elde değildir adeta. Mesela hangi erkek kendisine lezzetli tekir balığı, fıstıklı kuzu, kestaneli ördek yahnisi ve asma yaprakları arasında bıldırcınların sunulduğu akşam yemeği hazırlayan bir kadını olsun istemez ki.

Ama o aynı zamanda da sıradan biridir. 1,5 yıl boyunca kaldığı İstanbul’da neler yaptığını neler gördüğünü yazmış, yer yer ailevi konulara girmiş hatta ama yaşını yazmamış. Bu süre içinde doğum günü olmuştur mesela. Ama çıt yok. Bu bir kusur değil sıradanlığın güzelliği.

Akşamdan 7-8 saat önceydi. Mönüsü de lezzetli tekir balığı, fıstıklı kuzu, kestaneli ördek yahnisi ve asma yaprakları arasında bıldırcınların sunulduğu akşam yemeği için alışveriş etmek istedi.Tarabya’daki evinden kıyıya indi. Hem biraz yürüyüş yapacak hem de

Kayıkla boğazı geçerek Üsküdar’a gidip hem bıldırcın almak hem de gezmek istedi.

Padişahlar, kandiller, idamlar, kadınlar ve Fenerli Bahçe Feneri ( taslak)

Manzarasına bir yandan Prens Adaları’nı bir yandan Sarayburnu’nu bir yandan da Kadıköy’ü, Galata’yı alan, Kadıköy Denizi’ni yaran Kalamış Burnu’nda küp şekere benzeyen bir kayalığın üzerinde yekpare bir heykel gibi duran Fenerli Bahçe’nin feneri, tepesinde kandil, gemiler kayalıklara çarpmasın diye var gücüyle akşamdan sabaha kadar yanıyordu.

Fenerin arkasında uzanan minik servi ormanının içinde adını fenerden alan bir padişah köşkü bulunuyordu. Köşk, bir padişah köşkü olamayacak kadar sadeydi, minicik bir şeydi. Uzunluğu 15, genişliği 20 metre olan dikdörtgen bir set üzerine inşa edilmişti, epitopu ahşap bir divanhaneden, giriş sofası ve onun arkasında uzanan kagir iki odadan oluşuyordu. Bu kadar mıydı yani? Koca padişahın köşkü bu muydu?

Seyyah Grelot yıl 1670’de gemiyle Kadıköy Denizi’nde saatte birkaç deniz mili hızıyla yol alırken, sabahlara kadar yanan Fenerin arkasındaki Fener Köşkü’ne bakıyor kendini soru yağmuruna tutuyordu. Bir yandan köşk için sevimli diyor diğer yandan Asya’nın zarif kırlarının, Teselaya’nın nefis ovalarının, Nil’in zenginliğinin, Korent’in debdebesinin, Peleponez’in, Atina’nın, Sakız’ın, Limni’nin, Midilli’nin, Makedonya’nın, Kuzey Afrika’nın, Arabistan yarımadasının, Suriye’nin, Irak’ın, Karadeniz sahillerinin, Batı Anadolu’nun, Kudüs’ün ve Filistin’in, Lübnan’ın, Gürcistan’ın, Boğdan’ın, Eflak’ın, Romanya’nın, Bulgaristan’ın efendisinin köşkü için bulabildiğim tek kelime “sevimli” mi şimdi diye kendine soruyordu. Madem sultan dünya imparatoruydu kaldığı köşklerinin de imparatorun şanını taşıyan görkemli, ihtişamlı bir mimaride olması gerekmez miydi?

Şaşkınlık ve hayranlık dolu ruhunu yüzüne fazlaca yansıtmış olacak ki, ona rehberlik eden esmer Türk, payitahta hoş geldiniz dedi. Biz dünyayı buradan yönetiyoruz.

Grelottan



Fenerli Köşk’e adını veren fener

Fenerli Köşk’e adını veren Fener , Osmanlının yaptığı ilk deniz feneri olması sebebiyle Osmanlının ilk göz ağrısıdır.

Yıl 1562’dir. Kanuni Sultan Süleyman, Kalamış Burnu'nda müslümanların ve gayri gemilerin geceleyin gelip geçerken taşa çarpıp zarar ziyan yaratmaması için bir fener inşa edilmesine dair bir ferman yayınlar. Fener yapılıp tepesinde her gece kandiller yakılmaya başlandığında, Osmanlı'da ilk fenerini inşa etmiş olur böylece.

Yıl 1707’ydi.

Gel zaman git zaman fener sadece gemilere yol gösterip, hayat kurtamak için kullanılmaz. Bizzat hayatın kanlı bir şekilde sonlandırıldığı bir mekan olarakta kullanılır.

Yıl 1707.


3. Ahmet'in vezirlerinden olan Seyyid Firari Hasan Paşa fenerci odasında, fenere çıkan kapının dibinde boğdurulur. Vücudu buradan denize atılır. Başı ise Topkapı Sarayı'na götürülüp kimlik tespiti yapıldıktan sonra Sarayburnu'ndan denize fırlatılır.

Yıl 1857.


Bulunduğu bölgeye adını veren fener 21 metreye ulaşan yüksekliğiyle Fenerler İdaresi tarafından yeniden yaptırılır. Daha sonra çeşitli onarımlardan geçerek günümüze kadar gelir.

Ve yıl 1920.


İstanbul'u işgal eden İngilizlerden bir grup İngiliz askeri fenere çıkmak isteyince, Fenerci Mediha Hanım ve annesi elinde sopalarıyla kovalarlar sarhoş İngiliz askerlerini. Çıkarmazlar fenerin tepesine.

Yoktur öyle. Hem İstanbul'u işgal edeceksin hem de elinde içki fenerin tepesine çıkıp, İstanbul'u manzarana alıp keyif sürüceksin. Koca padişah izin verse de bir çift kadın izin vermez.





Yüklə 3,36 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə