Selçuk İletişim, 7, 3, 2012
226
şekilde kabul edemez; çok sevdiği torununun
acısıyla oğlunu affetmez ve evden ayrılır, kısa
bir süre sonra da ölür. Annesinin ölümüyle
planladığı evliliği de yapamayan baba, daha
sonra oğlunun ölümünü de yaşayınca büyük bir
pişmanlığın altında vicdanıyla hesaplaşmaya
başlar.
2.2.2. Umut ve Umutsuzluk
Toplumsal kişilik, içinde yaşanılan toplumun
varoluş algısıyla şekillenir (Fromm 1996: 226).
Batı sanat sineması, genel olarak bireyin top-
lumla ve yerleşik değerlerle olan çatışmasını
merkeze almakta ve bireyin umutsuzluğunu, bu
çatışma üzerinden estetik bir yapı içinde so-
mutlaştırmaktadır. -İndirgemeci bir yaklaşım
da olsa-, Doğu anlatıları, insanı, toplumun ve
doğanın eklemlenmiş bir parçası oluşuyla de-
ğerlendirmekte; umut ya da umutsuzluğu, top-
lum, din ve bireyci olmayan bir hümanizma
içinde yansıtmaktadır.
Kur’an’a göre Tanrı, ontolojik anlamda insanın
sahibi, şekil vereni ve ahlaki anlamda da onun
terbiye edicisi, ıslah edeni, nimet vereni, velisi
ve efendisidir. Bu nedenle İran sinemasında
yalnızlık, umutsuzluk gibi hüzne dayalı kav-
ramlar farklı boyutlarda yer alsa da, kişiyi
hiçbir zaman boğuntu duygusuna götürmeyen
bir yapı içinde verilmektedir.
Filmin yönetmeni, hayatı bütün gerçekçiliğiyle
aktarırken, hem insani hem de İslâmi bir kimlik
ve bu kimliğin getirdiği bir dünya görüşüyle
hareket ettiğini belirtmekte; filmlerini yaparken
Kur’an’ın dilini örnek aldığını ve insan fıtratı-
nın gizleriyle biçimlendirdiğini söylemektedir.
Bunu bir söyleşinde şöyle dile getirir: ''Batı’nın
trajik dünya görüşünde insan, doğanın ve şart-
ların esiridir; hareketlerini belirleyen dış koşul-
lardır. Fakat bizim inancımızda insan şartları
değiştirebilir.
Kelam'daki
tabiriyle
insan
'’muhtar'’ yani irade sahibidir. Yine Batı’da
insanın mecbur kaldığında hırsızlık yapması
adam öldürmesi hatta katliam gerçekleştirilme-
si meşrulaştırılabilir. Bizim inancımızda ise
insan ne kadar zor durumda olursa olsun, de-
ğerlerine bağlı kalmalıdır” (Uygur 2012).
Film, derin hümanizma içinde sıradan insanla-
rın hayatlarını anlatırken, onların yaşama se-
vinçlerini, hayata direnişlerini sade bir görsel-
likle yansıtmakta; görmeyen bir çocuğun dün-
yasını duygu sömürüsü yapmadan; hayatın
getirdiği tüm zorluklara rağmen yaşama bağlı-
lığın ne kadar güçlü olduğunu, baba-oğul ara-
sındaki dram ekseninde öyküleştirilmektedir.
Öyküde anlatılanları, yansıtılan toplumsal
yapıdaki insanlardan koparmak neredeyse
imkânsız gibidir; çünkü İslam kozmolojsi için-
de hayatı yaşayan bu aşırı yoksul insanların,
'umutla yaşama bağlılıkları' Batılı bireyin pers-
pektifinden bakılınca anlamsız bir düzleme
oturmaktadır. Batılı bireylerin, hayatlarında bir
varlık sorunuyla karşılaştıklarında depresyona
girmeleri -çok genelleyici ve indirgemeci bir
yaklaşım olsa da- bilinen bir gerçekliktir; ama
bu insanlar, hayatı sevmeyi ve mutlu yaşamayı
becerebilmektedirler. Muhammet’in içinde
bulunduğu durum da, onun, hayatı sevme, ona
tutunma duygusunu azaltmamakta; tıpkı noktalı
kör alfabesini okuduğu gibi çakıl taşlarına,
çiçeklere, rüzgâra dokunarak hayatı okumaya
ve Tanrı’nın dilini anlamaya çalışmaktadır.
Muhammet’in kendi okulu tatil olup köylerine
döndüğünde halen devam eden köy okuluna
gitmek için harcadığı çaba, özellikle alfabesine
dokunurken yüzündeki ifade, onun hayata dair
yeşerttiği umudun göstergeleridir (Kamer
2011).
Filmin bu bağlamdaki en güzel ayrıntılardan
biri de Muhammet ve babasının yolculukları
sırasında kamera öznel çekimlere girdiğinde,
her birinin duydukları çevre seslerinin farklı-
laşmasıdır. Aynı ormanda yürürlerken, olum-
suz bir tip olarak yansıtılan babanın duyduğu
sesler ile hayata ve varlığına dair umut yeşerten
Muhammet’in duyduğu sesler başkalaşır. Mu-
hammet ormanın neşeli, güzel seslerini duyar-
ken babanın insana çok da hoş gelmeyen sesle-
re eşleştirilmesiyle kurulan karşıtlık, umut-
umutsuzluk anlamında öyküyü metaforik ola-
rak zenginleştirir. Muhammet’in öldüğü son
sekansta, müzik, kavramsal bir etki gösterir ve
yine bu anlamda umudun/umutsuzluğun yoru-
munu yapar.
2.2.3. Kader
Varoluşçu felsefe, insanın kendi hayatını ken-
dinin kurduğunu öne sürmekte ve temel ilkesini
Sartre’ın’ İnsan (kendisinde var olan) cevher-
den özden önce gelen varlıktır ‘sözüyle belir-
İran Yeni Dalga Sinemasında Varoluşsal Temalar… (218-233)
227
lemektedir. Dolayısıyla da insanın önceden
belirlenmiş bir kaderi olmadığını savunan bu
felsefe, ‘kader diye bir şey yoktur, yalnız sınır-
lar vardır; en kötü yazgı, sınırları sabırla karşı-
lamaktır; varoluşu gerçekleştirmek için karşı
çıkmak gerekir’ demektedir.
Varoluşçu düşüncenin aksine İslami düşüncede
kaderin sorgulaması inancın yitirilmesi anlamı-
na gelir. Kur’an’da insanın nasıl bir hayat süre-
ci geçireceğinin ‘önceden belirlendiğini, sap-
tandığını, kesinleştiğini’ gösteren ifadeler yok-
tur. İslâm dininde ‘Allah her şeyi bilir’ hükmü
hâkimdir. Başka bir deyişle mutlak kader Al-
lah’ın olacakları bilmesi; değişken kader de
Allah’ın sonsuz takdir gücüdür. Kul’un kendi
iradesi ile yaptıklarının Allah tarafından belir-
lenmesi ve takdiri ile ilgilidir. İran filmlerinde
leit-motif olarak kader kavramıyla hep karşıla-
şılır, çünkü İslami düşüncede kaderin ne ve
nasıl oluşu ve nasıl yaşandığı sorunsalı inancın
en temel alanlarından biridir. Bu nedenle Batı
anlatı literatüründe yer alan ‘patetik’ kavramı
İran filmlerine doku olarak uymamaktadır.
Öyküde, çevresini sadece dokunarak ve duya-
rak anlamaya çalışan görme engelli küçük bir
çocuğun dünyası anlatılırken salt onun kör
olması üzerinden giden bir hikâyeyi dramlaştı-
rılmaz. Anlatılanlar; dışarıdan sade, yalın gö-
rünen böylesi hayatların zamandan ve mekân-
dan çok daha öte dünyalara dokunan duygula-
rın, duyumsamaların var olduğu gerçeğidir.
Gazali’ye göre Allah’a yakın olmak isteyenler,
bilineni elde etmeyi arzu ederler. Şiddetli bir
istek olmadan olgunluk elde edilemez. Arzu-
nun zayıflığı bilgi azlığından, şüpheden veya
kalbin diğer arzularla doldurulmasından ileri
gelmektedir. Kalp diğer arzulardan temizlenin-
ce Allah’ı arzu eder ve ona yaklaşmak ister
(Aydın 2000: 87). Filmde geçen diyaloglar bu
anlamda oldukça önemlidir ve Gazali’nin,
insanın Allah’a yaklaşması anlayışına derin
göndermelerle yüklüdür. Örneğin Muhammet
bir sahnede şunlar söyler: -“Öğretmenimiz,
Allah'ın bizleri diğer kullarından daha çok
sevdiğini söylüyor ama ben de diyorum ki
madem öyle, bizi kör yaratmazdı ki böylece
O'nu görebilelim”. Öğretmenimiz dedi ki "Al-
lah görünmezdir; O, her yerdedir; O'nu hisse-
debilirsin; O'nu parmağının uçlarını kullanarak
görebilirsin”. Ben de “Allah'ı bulana kadar
ellerimle her yere dokunacağım ve bulduğum-
da da, kalbimin bütün sırları dâhil her şeyi
anlatacağım”
Gören
insanların
yaşadıkları,
ancak
farkındalığını yitirdikleri hayatın bir kesitini
gözler önüne seren anlatı; tıpkı noktalı kör
alfabesini okuduğu gibi çakıl taşlarına, çiçekle-
re, rüzgâra dokunarak hayatı anlamaya ve Tan-
rı’nın dilini öğrenmeye çalışan Muhammet
aracılığıyla izleyicisine kadere dair sorgulatıcı
okumalar sunmaktadır.
2.2.4.Seçimler ve İkilemler
İnsanoğlu, yaşam süresince, farklı etkinlik
yolları arasında seçme yapma durumuyla karşı
karşıya kalmıştır ve kalacaktır. İnsan, önceden
belirlenmiş içgüdüsel bir edimi gerçekleştirmek
yerine, zihinde olası edim biçimlerini tartmakla
yükümlüdür (Fromm 1996: 42).
Varoluşçu yaklaşımın çok kullandığı kavram-
lardan biri de ‘seçme’dir; insanın kendi eylem-
leri ve seçimleriyle kendi hayatını kurduğunu
söylemektedir. Hayatın getirdiği olasılıkların
çokluğu bireyin seçim yapmasını zorlaştırır.
Varoluşçular seçim yapılacak şeylerin çoklu-
ğu/zorluğu karşısında bireyin seçim yapması ya
da yap(a)mamasının tedirginliğini yaşaması,
birey olmanın kaçınılmaz bir sonucu olduğunu
kabul etmektedir.
Öykü, yetenekli ve yaşama son derece bağlı
fiziki kör bir çocuk ile manevi kör bir babanın
karşılaştırılmasını ve aralarındaki ilişkiyi anla-
tırken, iyilik, sevgi, mutluluk, korku gibi duy-
gularla yaşanan bir hayatın, kişinin kendi elle-
riyle cennet ya da cehenneme dönüştürmesini
de betimlemektedir.
Bir çocuğun dünyası hiçbir felsefi açıklamaya
gerek olmaksızın çocuksu umutların yaşanıldı-
ğı bir dünyadır. Çocuklar iyi ya da kötü rol
yapmazlar, oynamazlar, ama yaşarlar ve
‘var’dırlar. Öykünün asal ekseninde, kör bir
çocuğun varlığı olmasına karşın, filmin son
sekansında öykü, bütün bir ‘insanlık duru-
mu’nu kapsayacak şekilde evrenselleşen bir
boyuta bürünmektedir. Baba, kör çocuğunu bir
yük bir utanç olarak görmekte; evlenme talebi-
nin bu yük, bu utanç nedeniyle reddedilme
korkusunu yaşamaktadır; sadece kendi hayatı-
Dostları ilə paylaş: |