Selçuk İletişim, 7, 3, 2012
230
rünmeyen yüzüdür denilebilir (Doğrul 2012).
Ön planda herkes suçludur. Simin, hayalleri
için evliliğini bitirmeye kalkar, kocasını terk
eder, bakıcının eve gelmesine, olayların büyü-
mesine neden olur. Kişilik olarak da buna yat-
kındır. Nadir’in şu sözleri Simin’i tanımlamaya
bir ölçü de olsa yarar: “Hayatın boyunca bir
zorluk karşısında ya kaçtın ya da ellerini kaldı-
rıp teslim oldun. Ben kızımın zorluklarla sa-
vaşmasını istiyorum. Söylesene bu ülkeden
neden gitmek istiyorsun?” Nadir, babasının
bakımı için yuvasının yıkılmasını göze alır,
kızının bu durumdan nasıl etkileneceğini
önemsemez. Raziye, bakıcılığını üstlendiği
Alzheimer hastası yaşlı adamın altını değiştir-
mesinin günah olup olmadığını telefonla yetki-
lilere danışır ama dindar bir kadın olarak hem
kocasına hem de Nadir’e yalan söylemektedir.
İkincil planda ise herkes haklıdır: Simin hem
daha iyi bir gelecek için hem de sürekli bakım
isteyen bir hastanın evin havasına getirdiği
boğucu atmosferden kurtulmak istemektedir.
Bir keresinde kocasına şöyle der: “Senin onun
oğlu olduğunu bilmiyor bile”. Nadir’in cevabı
haklılığını gösterir: “Olsun ben onun, benim
babam olduğunu biliyorum ya” . Raziye’ de
kendi ölçüsünde haklıdır, içinde bulunduğu
toplumsal ve ekonomik nedenlerle yalana sı-
ğınmıştır.
Anlatıda ikincil bir konumdaymış gibi görülse
de öykünün çatışkıları Termeh üzerinden oluş-
turulmuştur. Çocukluktan yetişkinliğe geçiş
dönemindeki Termeh’in film boyunca yaşadığı
gerilim, itimat ettikleri ve inandıklarının çeliş-
mesiyle başlar; kendini oyunun/yalanın içinde
bulmasıyla anne ve babasının bir arada yaşa-
masına duyduğu inancı sarsılır. Termeh’in bu
durumu, hem ebeveyni olan Nadir ve Simin’i
hem de izleyiciyi, içedönük bir hesaplaşmaya
götürür. Adaletin tecellisinin beklendiği mah-
keme koridorlarında Nadir ve Simin’le birlikte
seyirci de, ‘birlikte ama yalnız’ kalmanın boş-
luğunu yaşar. Öykü, suçu herkese eşit dağıt-
makta ve herkes bir şekilde sistemin, döngünün
parçası hâline getirmekte; zaafları, yalanları
ortak kılmaktadır. Böylece yönetmen, kamera-
sını kandırmaca ile beslenen ve birbirlerine
tutunamayan ailenin içindeki çözülmelere çevi-
rirken toplumsal yapının hangi değerler üzerin-
de yükseldiği sorusunu da perdeye taşır; vic-
danla inanç, adaletle (sahip olduklarımıza duy-
duğumuz) şefkat, tercihlerle saplantılar arasın-
da gidip gelen kamerasıyla izleyicisini pek çok
soruyla baş başa bırakır (Pay 2011).
2.3.3. Umut ve Umutsuzluk
Bireyin önceden çizilmiş/belirlenmiş bir özü
veya kaderi yoktur; birey kendi seçimleriyle
kendisini
ve
hayatını
var
edecektir.
Varoluşçuların bu temel argümanıyla filme
bakıldığında, bireydeki otantik değerler ile
mevcut olan değerlerin çatışmasının temel
alındığı, olaylara varoluşçu atıflar yapıldığı ve
bireyin
yaşadığı
ikilemi
zaman
zaman
varoluşçu kavramlarla açıkladığı görülmekte-
dir. Öykü, karakterlerini öylesine zorlu durum-
larla karşı karşıya getirir ki ve adalet, sınıf,
vicdan, kötülük, yalan, çaresizlik, yozlaşma,
cinsiyet, inanç kavramlarıyla sürekli bir biçim-
de sınatır. Bu sınama, insani refleksler üzerine
bir ‘deney’ gibidir. İzleyiciler; insanların çare-
sizliğine duygularıyla dış dünya işleyişinin
sancılı dengelerine, değerleriyle vicdanlarının
ince hesaplaşmalarına, maddi beklentileriyle
manevi yapılarının muhtemel çelişkilerine
tanık olmaktadırlar ve bu tanıklık öyle bir şe-
kilde kurgulanmıştır ki, neredeyse her karakte-
re hak verir hale gelmektedirler.
Yönetmenin başarısı, karakterlerin yaşadıkları
açmazları hayatın önemli gerçeklerinden sayı-
lan insani halleri gerçekçiliğin dışına çıkma-
dan, duygu sömürüsüne düşmeden yansıtması-
dır. Yönetmen bunu şöyle açımlıyor: “Fil-
mimde herkes bir şekilde yalan söylüyor, kim-
se kötü olduğu için değil sadece insana ait
çaresizlikten. Önemli olan zor durumlarda
kaldığımızda kendimize ne yalanlar söylediği-
mizdir” (Küçüktepepınar 2001: 69). Örnekle-
yelim: Yalanını yakalayan kızının sorgulayıcı
bakışlar karşısında Nadir’in yaşadığı o umarsız
çaresizlik. Ülkeyi terk etmek isterken, ailesinin
dağılmasına yol açan ve kızının da kendisiyle
değil de babasıyla kalmasının getirdiği Si-
min’in mutsuzluğu. Termeh’in, bakımından
sorumlu olduğu dedesini evde bırakıp giden ve
onun düşerek baygın kalmasının nedeni olan
Raziye’nin suçluluğuyla, babasının yalan söy-
lemesi arasında sıkışıp kalmasındaki umarsız-
lık. Raziye’nin kocasının borçlarını ödemek
için hamile haliyle Alzheimer hastası birisine
bakmanın dayanılmaz zorluğu karşısındaki
çaresizlik. Raziye’nin kocası Hodjat’ın yalan
şahitlikle suçladığı öğretmenden kitaba el bas-
İran Yeni Dalga Sinemasında Varoluşsal Temalar… (218-233)
231
masını istemesinde ve bastığı halde gerçeği
söylediğine inanamamasındaki çaresizlik. Bir
sahnede şöyle der: “Neden karılarımızı ve
çocuklarımızı hayvan gibi dövdüğümüzü düşü-
nüyorsunuz? Bu Kuran’ın üzerine yemin ede-
rim ki bizler de sizler gibi insanız…” Bütün
bunların ortak ve ‘asıl’ olanı: Termeh’nin git-
mek ve kalmak, annesi ile babası arasında
tercih yapmak ikilemindeki çaresizliğinin bü-
yüklüğü.
2.3.4. Seçimler ve İkilemler
Bireyin seçimler yaptığı, seçimlerinden sorum-
lu olduğu ve kendini gerçekleştirme potansiye-
line sahip olduğu varoluşçuluğun doğrudan
bireye dönük önermeleridir. Bireyin kendi
hayatını kendi seçimleriyle belirlemesi, onun
büyük bir sorumluluk yüklediği anlamına da
gelmektedir. Kendisi için en doğruyu seçmekle
yükümlü olan insan, bu seçimlerin sonuçlarına
ve ona yüklediği sorumluluklara da katlanmak
zorundadır. O halde, insan verdiği kararlar
nedeniyle suçlanabilir mi, olayların nedeni
nedir, kimdir soruları yaşamın en temel sorun-
salı olarak ortaya çıkmaktadır.
Yönetmen şöyle demektedir: “İnanç ile adaleti
birbirine karıştırmamak gerek. Çok ikircikli bir
konudur bu. İnanç, sizin içinizdedir. Hukuk ile
düzen, inanç ve dinden bağımsız olmalıdır.
Muhtaç bir insana dini inançlarınız nedeniyle
yardım edemiyorsanız bu insanlık namına bir
felakettir. Filmde de kadın bakıcı yaşlı adamı
bu nedenle yıkamak istemiyor, ne üzücü! Bu
dinin kötü tarafı ama aynı kadın dön dolaş yine
aynı inancı nedeniyle yalan söylemekten vaz-
geçmesi de dinin vicdanı harekete geçirten
olumlu tarafı. En önemli şey hislerimizdir;
kulak vermek gerek (Küçüktepepınar 2011:
68).
Seçenekler arasında kalındığında kişinin verdi-
ği karar ve seçtikleri -dışarıdan bakıldığında-
onu doğru veya yanlış, haklı ya da haksız ko-
numlarından birine getirir. Tercih edilen se-
çimde ‘bu ne kadar doğru’ sorusunun net bir
yanıtı olamaz. Öykü de, seçimlerin getirdikleri
ikilemleri yaşayan karakterlerinin doğru-yanlış,
haklı-haksız sorusuna ne dıştan ne de içten bir
cevap vermemektedir. Örneğin, yargıç, Si-
min’e neden gitmek istediğini sorduğunda,
Simin tam bir cevap verememekte; kızının
böyle bir ortamda büyümesini istemediğini
söylemekten öteye gidememektedir. Peki, suçlu
kimdir? Gitmek istediği için Simin mi; hiçbir
çözüme yanaşmadığı ve birlikte kurdukları
hayale ihanet ettiği için Nadir mi? Benzer bir
başka soru: Alzheimer’li bir adamı o halde
bıraktığı ve hamile olduğunu sakladığı için
Raziye mi suçludur yoksa koşullar ne olursa
olsun, bir kadını iterek bebeğini kaybetmesine
sebep olduğu için Nadir mi? Yoksa her ikisi de
mi suçludur? Öykü bu seçim ve ikilemlere
yanıt vermemekte, yalan söylemenin, sır sak-
lamanın ihtiyaç ve var olmanın koşulu olduğu-
nu göstermekle yetinmektedir (Dadak 2012).
Yönetmen’in bakışının, felsefe ve tasavvufta,
‘mühim olan cevaplar değil, sorulardır’ öğreti-
sine yakın olduğunu söylenebilir. The Guardian
dergisiyle yaptığı röportajda, filmde soruları
cevapsız bırakmasıyla ilgili bir eleştiriye, ce-
vapları gizlemediğini, çünkü onları bilmediğini
söyler. Peki cevaplarını bilmediği sorulardan
oluşan
bir
düşünceyi
neden
filmin-
de/sinemasında kullanıyor sorusuna şu cevap
verilmektedir: “Çünkü yönetmen, sorulara
erişebilmenin, sorular sorabilmenin, soru sora-
cak kadar zincirlerinden kopabilmenin, zaten
cevaba muhtaç bırakmayacağını bilincindedir”
(Saki 2011).
Termeh, son sahnede sorgu yargıcı tarafından
annesinin mi yoksa babasının mı yanında kal-
mak istediğine dair keskin bir tercih sorusuna
tâbi tutulur. Bu, hem Termeh için hem de
izleyici için oldukça dramatik bir andır. Kame-
ra birden koridora yönelir ve babasının bekle-
yişini gösteren bir görüntüyle film biter. Bu
son, izleyicisine farklı bakış açılarından olayla-
rı gösterip soruları ortada bırakan bir öykü
finalidir. Filmi başarılı kılan bu sahne, öyküyü
melodramların getirdiği patetik’in yapaylık ve
analitik soğukluk içeren yapılanmasından çı-
kartıp, izleyicisini gerçek ile kurmaca arasın-
daki o ince duyumsama eşiğine getirir.
SONUÇ
İnsan düşünce olarak problemler yumağı içinde
yaşamakta ve sinema da neden dünyaya geldi-
ğimizi, varoluşumuzu bilinç eşliğinde nasıl
yeniden var edeceğimizi sorgulatan bir mecra-
ya dönüşebilmektedir. Felsefede kavramsal
düzeyde ele alınıp irdelenen hayat, sinemada
Dostları ilə paylaş: |