1960-2000 Döneminde Türkiye’de Elit Zihniyeti (117-134)
119
bir etkiye sahiptir. Taşrada görev üstlenen
K.B.A. halkın ötesinde “ayrıcalıklı” bir ko-
numda olmuştur. “Halkın dışında ve üstünde”
olma durumu, geleneksel iktidarı temsil eden
devletin K.B.A.’nın zihniyet dünyasında ke-
mikleşen bir yer edinmesini kolaylaştırmakta-
dır (Ülgener 2006b).
Geleneksel
yüksek
öğretim
sisteminin
K.B.A.’ya yüklediği görev, halkı aydınlatma ve
onu değiştirme biçiminde formüle edilmiştir
(Belge 1983). Bu görev bilinci; 1980 sonrasına
kadar, K.B.A.’nın Osmanlı Türk modernleşme-
si sürecinde ortaya çıkışından itibaren sergile-
diği belirgin bir özelliğidir. Öğretme misyonu;
bu çerçevede, K.B.A.’nın bazı durumlarda zor
kullanarak öğretme biçimini meşru kılan zihni-
yetini de içermektedir.
Osmanlı toplumundaki fıkıh alışkanlığı, K.B.A.
için de geçerli bir özelliktir ve Batı düşünce-
sinden aktarmacılık alışkanlığı ile birlikte gü-
nümüze kadar varlığını sürdürmüştür (Meriç
1983). Bu çerçevede Osmanlı Türk geleneğin-
de K.B.A. “yaratıcı” değil “tekrarcı” , “aktar-
macı” kişiliklerdir.
K.B.A.’nın diğer bir karakteristiği halkın dışın-
da ve üstünde yer alma bilincidir (Ülgener
2006b; Çetinsaya 2004). Batıdan gelen “doğru”
bilginin aktarılması sürecindeki üstünlük algısı,
K.B.A.’nın halka bakışını etkileyen faktörler-
den birisidir. K.B.A. halk ile aynı dili konuş-
mamaktadır. Öncelikle kitabidir ve dünyayı
anlamlandırma biçimi halktan farklıdır. Sözlü
kültür geleneğine yaslanan halk kültürü, kitabi
bilginin ürettiği idealler ve ütopyalar için uy-
gun bir zihniyet dünyası üretmemektedir. Ha-
yat içinde karşılaşılan sorunlar için pratik çö-
zümler üretmek halk kültürünün özelliklerin-
den birisidir. Dünyayı algılama biçimindeki bu
farklılık K.B.A. ile halk arasındaki en önemli
iletişim sorununu üretmektedir.
K.B.A.’nın diğer bir özelliği; Batılılaşma dene-
yimi sürecinde öğrendiği ve benimsediği ya-
şam tarzıdır. Batı toplumlarından öğrenilen
davranış kalıpları ve değerler sistemi K.B.A.
ile halk arasındaki yaşam pratiğinde büyük bir
mesafe üretmiştir (Mardin 2004a; Meriç 2005).
1980 sonrasında dünyadaki dönüşüme paralel
olarak serbest piyasa ekonomisine geçilmiş ve
devlet küçülmeye başlamıştır (Şenatalar 1995;
Oyan 1995). Osmanlı İmparatorluğu’ndaki
reform sürecinde devlete bürokrat yetiştirmek
için kurulan yüksek öğretim sistemi özel sektö-
re yönetici yetiştirmek üzere kendisini yeniden
tanımlamıştır. Bu yeni durumun üreteceği zih-
niyet değişimi; özel sektörde istihdam edilme-
nin yarattığı ve özel hayata yayılan yeni bir
yaşam tarzı ve anlayışı ile eklemlenerek
K.B.A.’nın kendisini tanımlama biçiminin
değişmesini getirmiştir (Şimşek 2005; Bali
2002). Batının ürettiği “doğru” bilginin akta-
rılması misyonu bu süreçte zayıflamaktadır.
İletişim teknolojilerindeki gelişmeler bilgiyi
aktaran K.B.A.’nın bu fonksiyonunun ortadan
kalkmasına neden olmuştur.
Kentleşmenin ve bununla eşzamanlı olarak
gerçekleşen refah artışının yarattığı toplumsal
tabakalar arasında yukarıya doğru hareketlen-
me ve tüketimin bütün toplum katmanları için
bir “yaşam tarzı” halini alması 1980 sonrasında
K.B.A. ile halk arasındaki yaşam tarzı üzerin-
den oluşan mesafenin silikleşmesine neden
olmaktadır (Oktay 1995). K.B.A. Osmanlı
Türk geleneğinde belirli tartışma alanları üze-
rine düşünmek durumunda kalmış ve kendisi
de bu tartışma alanlarından etkilenmiştir.
2. TÜRK MODERNLEŞMESİ SÜRECİN-
DE BELİRLEYİCİ OLAN EKSENLER VE
TARTIŞMA ALANLARI
2.1 Doğu Batı
Osmanlı ve Türk toplumlarında Doğu ve Batıyı
niteleyen özelliklerin, dolayısıyla modernleş-
menin iki farklı şekilde değerlendirildiği söyle-
nebilir. Berkes (2006), Tekeli (2004), Gökalp
(1970) ve Tanpınar (2007) … gibi düşünürler
modernleşmeden yana tavır koymaktadırlar.
Onlar modernleşmeyi savunurken medeniyet
dairesi değiştirmenin doğal ve gerekli olduğu-
nu ileri sürmektedirler. Çünkü burada bir tercih
değil bir zorunluluk söz konusudur. Karşı gö-
rüşte olan Sezer (2000), Güngör (2006) ve
Hilmi Yavuz (2000) gibi düşünürler ise bunun
bir zorunluluktan ziyade bir “tercih” ama yanlış
bir tercih olduğunu belirtirler. Onlara göre
yapılan tanımlamalar Batı merkezlidir ve ta-
hakküm kurucudur. Aydınlar ise bu süreçte
halka yabancılaşmaktadırlar. Aşağıda bu iki
yaklaşımın temel savları kısaca açıklanmakta-
dır.
Selçuk İletişim, 7, 3, 2012
120
Birinci grupta yer alan aydınlara göre Batıda
ortaya çıkan “modernite projesi”; onu kaçı-
nılmaz olarak dünyayı değiştirmeye yöneltmiş-
tir. “Eğer bu proje dünyanın başka bir yerinde
ortaya çıkmış olsaydı, aynı şekilde tüm dünya-
yı değiştirecek bir etki yaratacaktı” (Tekeli
2004: 19). Çünkü modernite evrenseldir. O
nedenle Batıda ortaya çıkan modernite projesi
belli özellikleri ile Doğu olarak tanımlanan
coğrafyayı da etkilemiş ve Batılılaşma süreci
bu bağlamda ortaya çıkmıştır. Batılılaşma
taraftarlarına göre söz konusu olan “Batıcılık”
değil, evrensel bir modernite projesine eklem-
lenmektir (Ülken 1994; Tekeli 2004). Ülken
(1994) medeniyetin bir bütün olduğunu, dola-
yısıyla bu eklemlenme sürecinde seçmeci bir
şekilde kültür-teknik ayrımının da yapılmaması
gerektiğini belirtir.
Modernleşmenin bir tercih olarak benimsenme-
si gerektiği görüşünü savunanlardan Ziya
Gökalp, kendi grubundaki insanlardan bir yönü
ile farklı düşünmektedir. Bu yön, doğru bir
sentez yakalanması gerektiği fikridir. Ziya
Gökalp (1970), Akdeniz kıyılarında yaşayan
ulusların ortak medeniyeti olan “Akdeniz Me-
deniyeti”nden eski “Yunan Medeniyeti”nin;
ondan doğan “Roma Medeniyeti”nden de Doğu
ve Batı medeniyetlerinin doğduğunu ileri sür-
mektedir. Gökalp, Doğu ve Batı medeniyet
daireleri için şu değerlendirmeleri yapmaktadır:
...başka bir mantığı, başka bir estetiği, başka
bir hayat görüşü vardır. Bundan dolayıdır ki,
medeniyetler birbirine karışamıyorlar. Yine
bundan dolayıdır ki, bir medeniyeti bütün
sistemiyle kabul etmeyenler, onun bazı kı-
sımlarını alamıyorlar... Bu noktayı iyi anla-
mamış Tanzimatçıların bizi Avrupa medeni-
yetine dış görünüşü taklit etmek yoluyla
sokmağa kalkmaları, bundan dolayı kısır
kaldı (Gökalp 1970: 54–55).
Gökalp’e göre (1970), Doğu ve Batı iki ayrı
medeniyet dairesidir ve gerektiği zaman hars
korunmak suretiyle medeniyet dairesi değişti-
rilebilir. Nitekim Yahudiler Doğu medeniyet
dairesine, Japonlar uzak Doğu medeniyet dai-
resine ait olmalarına rağmen ilerlemeleri son-
rası Batı medeniyet dairesine girmişlerdir.
Yapılması gereken doğru bir sentez yakala-
maktır. Aksi takdirde “kültürel yozlaşma” ve
“gerileme” kaçınılmazdır.
Hilmi Yavuz, aydınlanma düşüncesi ile karşıla-
şan Osmanlı aydınlarının bütün Avrupa düşün-
ce geleneğini “göremediğini” ve Batıyı yanlış
anladığını belirtir; sonuç olarak 200 yıllık Batı-
lılaşma serüveninin sonucunun Batılılaşma
değil “oryantalizm” olduğunu söyler. Ona göre,
aydın sınıf Türkiye’de Türkiye’yi Batının gözü
ile görmektedir (Yavuz 2000: 102). Güngör
(2006), Batılılaşma sürecinin halka yabancı-
laşmış aydınlar ürettiğini ve bunun temel sebe-
binin “kozmopolit” zihniyet dünyası olduğunu
belirtir.
Modernleşme ve/veya Batılılaşma süreci büyük
tartışmaları da beraberinde getirmektedir. Or-
taya çıkan büyük değişim, toplumsal yaşamın
bütün alanlarına sirayet etmekte ve bütün top-
lumu dönüşüme zorlamaktadır. Bu süreç aydın-
ların Doğu ve Batı ile ilişkisini modernleşme
sürecinin başından beri büyük bir tartışma alanı
haline getirmekte ve bu tartışma günümüzde de
devam etmektedir.
2.2. Aydın Halk
Küçük burjuva aydınının dönüşümünün gözle-
neceği “aydın-halk” ikiliği, yukarıda özetlenen
“Doğu-Batı” ayrımının Osmanlı Türk toplu-
mundaki izdüşümü olarak görülebilir. Batı
aydına, Doğu ise halka karşılık gelmektedir.
Batının Doğuyu modernleştirmek istemesi gibi,
aydın da halkı modernleştirmek istemektedir.
Osmanlı Türk geleneğinde aydınlar ile halk
arasında büyük bir mesafe olduğu ve bu mesa-
fenin mutlaka kapatılması gerektiği konusunda
düşün insanları (Gökalp 1970; Mardin 2006;
Berkes 2006) hemfikirdirler. Ancak bu sorunun
üstesinden gelmede yaşanan sıkıntıların, aydın-
ların kültüründen mi yoksa halkın kültüründen
mi kaynaklandığı konusunda farklı düşünmek-
tedirler.
Mardin (2004a), Osmanlı İmparatorluğu’nda
katı bir statü düzeni olduğunu ve bunun sonu-
cunda da kültürel bir bölünmenin yaşandığını
belirtmektedir. Bu bölünme saray ve taşra
kültürü arasında oluşmuştur. Bir sermaye sını-
fının yokluğu ve sarayın toplum üzerinde do-
laysız tahakküm kurabilmesi, özerk kültürel
alanların ortaya çıkmasını engellemiştir. Taşra
durağanlaşmış, saray ise yüksek kültürü üret-
miştir. Aydınlar kültürlerini bu gelenek üzerine
Dostları ilə paylaş: |