Kuda şu dört element çarmıhından kurtulurum


ENERJİ ÇALIŞMALARINA BAKIŞ AÇISI GELİŞTİRMEK



Yüklə 391,91 Kb.
səhifə3/8
tarix06.02.2018
ölçüsü391,91 Kb.
#26259
növüYazi
1   2   3   4   5   6   7   8

ENERJİ ÇALIŞMALARINA BAKIŞ AÇISI GELİŞTİRMEK

Bu alandaki uygulamaları ve uygulayıcıların açıklamalarını anlamaya çalışarak kendimize bir bakış açısı oluşturmaya çalışalım. Her alanda olduğu gibi bioenerji ve enerji çalışması uygulayanların da kendilerine has açıklamaları ve tanımlamaları bulunmaktadır. Uzmanları dinleyerek bu alanı anlamaya çalışalım.

Bioenerji uzmanlarına sorulduğunda; enerji çalışmalarını ve yaptıkları işleri açıklamaya çalışırken genellikle soyut ifadeler ve açıklamalar kullanmaktadırlar. Bu kavramlar ve açıklamalar diğer insanların zihinlerinde tam olarak yer bulamadığından havada kalan ifadeler olmaktadırlar. Uygulayıcıların bile ne olduğunu tam olarak anlayamadığı bir konunun karşı tarafa aktarımı böylece daha da imkânsız hale gelmektedir.

Biyoenerji uzmanlarının çoğunluğu, bu enerjinin tamamıyla doğuştan olduğunu, bunu elde etmek için herhangi bir uğraşta bulunmadıklarını ifade etmektedirler. Bir kısım uzmanlar ise bir kaza veya rastlantı sonucu bu yeteneklerinin ortaya çıktığını iddia etmektedir. Ancak bu iki grup da kendilerinin kullandığı bu enerjinin ilahi bir yapı olduğunu ifade etmektedir. Bu nedenle; bu açıklamaları yaparken bile sanki kendilerine verilen bu hediyenin birdenbire ellerinden uçup gideceğinden korkar bir tavır sergilerler. Bioenerjiye ve enerji çalışmalarına bu şekilde bir izah getirme, ilahi olması dolayısıyla açıklanamaz bir boyut kazandırılması ise tamamen dokunulamaz ve ulaşılamaz bir alan yapmaktadır enerji çalışmalarını. Gerçeklere karşı bu bakış açısı ise tamamıyla yanlıştır.

Bioenerji uzmanları bazen,; hastalıkları kendi bedenlerine alarak hasta kişilerin bedenlerini eski sağlıklarına kavuşturduklarını ifade etmektedirler. Bu arada, hastalığı da kendi üzerlerine aldıklarından; bu hasta/hastalıklı enerjiyi bedenlerinden atarken zorluk yaşadıklarını dile getirmektedirler. En çok şikayetçi oldukları ise hastalığı üzerlerinden atmak için çok zorlandıkları, bazen kustukları veya ağrılar çektikleri konusu olmaktadır. Tüm bunların yanı sıra; olağan dışı güçleri nedeniyle normal hayatta sıkıntı yaşadıklarını, düşünce okuduklarını veya geleceği görebildiklerini ifade edebiliyorlar. Açıklamaya çalıştıkları şey, bu olağan dışı güçlerinden memnun olmadıkları ve kazandıkları paraya bu çalışmaların değmeyeceği oluyor genellikle.

Söz konusu açıklamaları değerlendirdiğimizde; uzmanların yine soyut kavram ve manaların arkasına saklanmakta oldukları açıkça görülebilmektedir. Veya buldukları bazı gerçekleri anlamaya çalışırken, gerekli formülasyonu yapamadıklarından yine tamamen soyut olan anlaşılamaz bir anlatım şekliyle ve içlerinde büyük bir güce, ilahi bir güce sahip oldukları iddiası şeklinde anlatımlar ortaya çıkmaktadır. Açıklamalar; ya fizik ötesi varlıklara bağlanmakta ya da yüksek benlik, ışık gibi bireysel, soyut kavramlardan öteye gidememektedir.

Uzmanların, kendilerinde bulunduğunu iddia ettikleri bu gücü ortaya koyuş şekilleri ise eleştirilemez, erişilemez ve anlaşılamaz formatta ve yapıda olduğundan, bu özellikleri; diğer insanlardan korunmuş olacaktır. Çünkü ilahidir işte, sadece ona hastır. Bu şekilde diğerlerinden üstünlüğünün onayı daimi olarak garanti altına alınmış olacaktır.

İlginç olan ise bu doğuştan olduğuna inandıkları bioenerji yeteneklerini; sürekli olarak diğer insanlara öğretme çabasıdır. Doğuştan olup anlayamadıkları bu yeteneklerini anlatmaya çalışma çabaları takdire şayandır ve buradaki ironiyi anlamak nerdeyse imkânsız olup acaba sadece ve sadece ekonomik amaçlar güdülmekte midir sorusunu getirir aklımıza.

Hele hele bioenerji uygulamaların ifade edildiği gibi zor olmasının ve bu kadar şikâyetin arkasından; içki-sigara bağımlılığına son, kansere kesin çözüm
gibi spot, can alıcı ve maddi gelir sağlamaya yönelik alanlara ısrarla girilmek istenmesi ise işin farklı bir boyutu olup güvenimizi ciddi anlamda sarsmaktadır.

Eğer anlattıkları gibiyse; aklı başında hiçbir bioenerji uzmanın, bu kadar geniş açılımla ve çok fazla sayıda hastayla çalışması intihar demek olur ki fazla sayıda hasta almaması gerçeği karşımıza çıkar. Üzerlerine biriken olumsuz enerjiyi atmadaki zorluk, kanser, sinir sistemi sorunları ve felç gibi riskler göze alınabilecek riskler değildir. Bu ifadelere rağmen günde onlarca hasta almaktan çekinmeyen uzmanların bu işi yapabilirliği konusunda zihinlerimizde ciddi tereddütler meydana gelmektedir.

Ayrıca uzmanların kendilerini ortaya koyuş şekillerindeki, aslında isteklisi olduğum bir alan değil, sadece ilahi bir görev vurguları; onların uygulamalarını sanki bizlere lütufmuş gibi bir pozisyonuna sokmaktadır. Bu durum ise; üzerime gelme, ilahi bir durum, sorgulama, dokunma türü kalıpları beraberinde getirerek hastaları ve insanları bu alanı sorgulamaktan uzaklaştırmaktadır.
PEKİ NE YAPMALIYIZ?

Enerji çalışmalarını yapabilmek adına; zaten yeterince soyutlaştırılmış bu alana yeni soyut ifadeler katmak veyahut da nedenselliğinin ortaya koyulabilmesi için insanların içindeki tanrısallık, melekler, rehberler, ışıklar, değişik bilinçsizlik halleri, doğa üstü güçler, yüksek benlikler ve benzeri kavramları kullanmak bu alana faydadan çok zarar vermektedir. Daha bilinçaltını çözemeden bir de bakmışsınız karşınıza yüksek bir benlik veya yarı tanrı ve yüksek güçlerle donatılmış bir bioenerji uzmanı modeli çizilmektedir.

Bioenerji tarihine baktığımızda, ortaçağda enerji çalışmaları yapan insanlar bile bu konuya daha bilimsel yaklaşmış, ortaya koydukları çalışma şekilleri ve anlayışları dahi var olan mevcut yapıların değerlendirilmesinden ve anlaşılmaya çalışılmasından öteye gitmemiştir.

Enerji çalışmalarını saçma sapan her şeyin söylenebileceği, yer alabileceği bir bilgi bütünü haline getirmek; hem insanın kendi muhteşem doğasına hem de bu alanın gelişememesi nedeniyle bizzat bu alana ihanettir.

Hepimiz bu güne kadar enerji çalışmaları adına birçok şey denedik ve öğrendik. Kitaplar, kurslar, seminerler ve öğretmenler artık yanı başımızda. Hepsi bir şeyler anlatıyor ısrarla ve azimle. Bizler de deniyoruz anlatılanları ve bakıyoruz ki aynı yerdeyiz. Yani başladığımız yerde. Kısırdöngünün içinde kıvranıp duruyoruz ve aramaya devam ediyoruz inançla.

En acı olan ise bu kadar araştırmanın ve denemenin; bu alanda, doğru bir temel bile oluşturamaması ki sürekli hep başlanılan noktaya dönülmesidir. Bu arayış yarışına doğru verilerle başlamazsak, bazen; daha da komik duruma düşebilmekteyiz.

Bioenerji ve enerji çalışmalarının içerisine girebilmek için, çalıştıkça elde edilen sağlam bir temel ve üzerine eklenecek bilgi ve deneyimlerle ciddi bir disiplin olması gerekirken elimizde kalan genelde tükenmişlik ve işe yaramaz garip ve soyut kavramların öğrenilmesi olmaktadır.

Uygulayıcıların/eğitimcilerin ifadelerindeki muğlâklıklar biraz daha aklımızı karıştırmakta ve çizeceğimiz eğitim rotasını muğlâklaştırmaktadır. Bu alanın dayanak aldığı mihenk taşları ve gerçeklikleri yok mudur ve öğrenilemez mi? Elbette vardır ve öğrenilebilir.


SOSYAL AÇIDAN ENERJİ ÇALIŞMALARI

Bu tür enerji çalışmalarına başlamak isteyen kişiler; öncelikle kendilerini sahte uzmanlardan ve çıkar amaçlı topluluklardan korumak zorundadır. Bence en önemli konu, en başta budur. Zira hiç anlamamak, yanlış anlamaktan daha iyidir ve en azından zararsızdır.

Kültür emperyalizmi de bence çıkar amaçlıdır. Eğer yapılan iş pazarlama olayı ise insanlara satılmakta olunan bir şey mutlaka vardır. Bu bazen herhangi bir mal, ürün ve bazen de kültürdür. Yani empoze edilenin kabulü ile satılan malın kabulü ile aynı şeydir.

Sahte uzmanlar aynı zamanda, gelişmiş ve bizlerden üstün bir varlıkmış gibi hareket etmektedir. Hareketlerinde ve hayatlarında; bir tuhaflık, farklılık ve gariplik mutlaka bulunur. Bu sahte uzmanların sözde başarıları ilahi olup disiplinli bir çalışma gerektirmediğinden insanların ilgisini hemen çeker. Olağanüstü güçlerin atfedildiği ve onun da bu durumu kabul ettiği bir uzman ve etrafındakiler hemencecik oluşuvermiştir. Etrafındakilerin de disiplinli bir çalışma yapmalarına gerek kalmamış, uzmanları nasıl olsa her şeyi halledecektir. Aynen tarih boyunca olduğu gibi, kabile büyücüleri bu durumun gerçek bir örneğidir.. Plasebo etkisini ortaya çıkarmanın en kolay yoludur.

Sahte uzmanlara etrafındakiler genellikle hayrandırlar ve o da bu hayranlıktan benliğini besler. Etrafındakiler ise sürekli olarak ona bağlılıklarını sunmaktadırlar. Etrafındakilerden iyiyle kötüyü, doğruyla yanlışı ayırt etmesi değil, kurallara uyması, oluşturulan inançlara eşlik etmesi istenilir. Yanlış inançlar oluşturulduktan sonra; ne sahte uzman geri dönebilir ne de etrafındakiler. Çünkü artık onları eleştirmek bile imkânsız hale gelir, ulaşılamaz sahte dünyalarının merkezine otururlar.

Böylece, bahsetmeye çalıştığımız bu topluluk, sahte bir metafizik grubu haline gelir ve orada akıl ve gerçeklik artık işlevini tamamen yitirir. Günümüzdeki sapık gruplar, sahte medyumlar, sahte cinciler, sahte falcılar, sahte enerji çalışanları ve etrafındaki ona bağlı bir grup bu şekilde oluşarak sosyal uyum ve sahte inançlarla varlıklarını sürdürürler. Gruptan atılmayı, grupsuz kalmayı ve gruptaki varoluşunu kaybetmeyi kabul etmek kolay değildir.

Sahne her zaman aynıdır. Ortada herkesin dikkatini üzerine toplayan ilahi güçlerle donatılmış bir lider ile akıllarının kullanılmasının istenilmediği ve sadece bu büyük yeteneğe sahip liderleriyle övünen diğer insanlar.

Anlatılanlar gruplar oldukça sık rastlanılan, çok da uzak olmadığımız ve etrafımıza baktığımızda kolaylıkla gözlemleyeceğimiz, sadece grup içi insan sayıları değişen gruplardır. Grupların faaliyetleri ise artık duruma göre en zararsız davranış örüntülerinden, ciddi sapıklıklara ve hatta toplu intiharlara kadar varabilecek şekilde değişebilir.

Bioenerji konusunu anlatabilmek ve anlayabilmek için; felsefe yapmaya, dini kavramları karmakarışık etmeye, din değiştirmeye, olağanüstü güçlerle veya varlıklarla iletişime ve her şeyi kapsayacak bir açıklama sistemi geliştirmeye gerek yoktur. Hele hele yaşadığımız dünyayı reddederek kendisine bir hayal dünyası oluşturulmasına hiç gerek yoktur.

Bu tür açıklamaları ve eğitimleri yapmaya çalışanların pek çoğu, bence olayın özünü çok kavrayamamış ya da art niyetlidir. Çünkü enerji konusunda çalışmalar yapmak için; varoluşun nedenlerini ve niçinlerini içlerinde saklayan kocaman düşünce sistemleri geliştirmemize; dünyevi yaşam modelinin aldatıcılığını ve sıkıcılığını kullanarak bir hayal dünyası kurmamıza; bu çalışmaları bir uyanma, uyanış gibi algılamamıza ve içsel sırlara ererek üstün insan olma arayışına girilmesine gerek yoktur.


BİOENERJİ VE VAROLUŞ

Hayatımız bioenerji ile başlamıştır. İki zıt mananın, kavramın, varlığın bir araya gelmesiyle (ying-yang) hayat başlar. Pozitif özelliği olan erkeğin ve negatif özellik taşıyan dişinin bir araya gelmesi ile başlar her şey. Evrende her şey zıtlıklardan oluşmuştur. İyi-kötü, melek-şeytan, güzel-çirkin, uzun-kısa ve istediğimiz kadar uzatılabilir bu zıtlıklar.

Ama önce mana aleminde dalgalanır enerji. Şehvet duygusu, enerjinin rezonansını artırır. Omurga kanalından süzülerek farklı tüm unsurların ve enerjilerin özü kök çakrada birleşir. Kök çakra tüm enerji unsurlarının, çakraların ve kabiliyetlerin damıtıldığı, süzüldüğü veya dışarı atıldığı merkezdir. Burada unutulmaması gereken en önemli şey her şeyin önce manada başladığı, sonra madde aleminde oluştuğudur. Çünkü hayatın temeli de aynen böyledir.

Yani mana (düşünce ve duygu) güçlü bir enerji halinde içinde yaşadığımız dünyaya yansır. Soyut alemden somut aleme geçiş gerçekleşir. Madde ve mana arasındaki doğal ilişkinin sonucudur aslında. Madde maddeyi, madde manayı, mana manayı ve mana maddeyi etkileyebilir evrenimizde.

Vücudumuzda, omurganın bitimiyle birlikte anal bölge ve cinsel organlar arasında kök çakra mevcudiyetini sürdürür. Cinsellikle birlikte, beyin ve omurga üzerinden damıtılan enerji özü spermlere aktarılır.

İki zıt enerji kaynağının bir araya gelmesi ise (spermler) hayatımızın temelini oluşturmuştur. Enerji burada da yine pozitiften negatife doğru akmaktır. Erkekten dişiye, yangdan yinge doğru. Akışkanlık ve devinim evrende her yerde ve her zamanda mevcuttur.

Ying ve yangın birleşmesi ile meydana gelen enerji, chi, ki veya adına ne derseniz deyin; varlığımızın özünü oluşturur. Yaradılış gereği erkekler yang, dişiler ise ying özellik gösterirler.

Ying: dişil, negatif, olumsuz ve çekici enerji; yang ise erkek, pozitif, olumlu, güçlü enerji şeklinde anlaşılabilmektedir. Chi (ki) ise ying ve yang arasındaki birleşim ve hareketliliktir.

Anne karnındaki embriyoda; ilk oluşan yapı omurgadır. Omurganın bu önemi; içinde enerji akışı nedeniyle ceninin diğer yapılarını oluşturmaya başlaması açısından çok önemlidir. Omurga bu yaşamsal özelliğini yine ömür boyu devam ettirecektir. Omurganın önemine binaen; bir şeyin temel bölümü anlamına gelen deyimler de kullanılmaktadır.

Eskiler “her şey bir elif de gizli” diyerek elif harfine sırlı bir mana yüklerler. Bu manayı açıklamak isteyenler değişik açıklamalar yaparlar. Elif harfinin Arapça’daki kurallar gereği kullanım özelliklerini işaret ederler. Arapça’da bir kelimenin yazılabilmesi için elif harfine ihtiyaç duyulur fakat okurken sanki elif yokmuş gibi hareket edilerek onun harekesine göre, verdiği yöne göre okunuş ve anlam gerçekleşir. Yani Allah bu dünyayı yaratmıştır, her şeyde onun varlığının izleri mevcuttur. Elif harfi olmadan hiçbir şey yazılamamakta ve ortaya çıkarılamamaktadır. Bu açıklama gerçekten muhteşem bir izahtır.

Aklımızın çalışma şeklinin doğal sonucu olarak dünyamızdaki her şey; sebep ve sonuç ilişkileri içerisinde değerlendirilir. Her şeyin bir sebebi ve bu sebeplerin sonuçları mutlaka olmalıdır. Evet bu doğrudur ve böyle olmalıdır. Ancak zamanla insan, sebeplerin sonuçlarla ilişkisine o kadar dalmıştır ki nedenlerin ve sonuçların sahibini unutmuş, sanki o sebepleri sonuçların yaratıcısı haline getirilmiştir. Sebepler putlaştırılmıştır. Sebepler ve sonuçlar bu alemin, hayatın kurallarıdır ama hiçbir sebep kendi kendisinin yaratıcısı değildir. Çünkü sebepler ve sonuçlar da kendi içerisinde sürekli bir döngü içerisine girmekte ve bir sebep başka bir şeye sonuç olmakta, o sonuçta başka bir şeye neden olmaktadır. Her şeyi zıddıyla anlamak ve açıklamak zorunda olan benlik yapısı; varlık ve yokluk kavramlarını da birbiri ile tamamlayarak üretici pozisyonuna sokar. Zıtlıklar her zaman birbirini izler ve üretir ama asla üretici değildir. Bu tamamlama şeklinde düşünceyle, yaratıcımızın hayatımızdaki önemini kaybettirir. Bu döngü içerisinde kendi kendisinde devinim içerisindeki kavramlara yaratıcılık görevi verilmiş olur ki bu da elif harfinin Arapça’daki kullanımına benzer. Her eserde varlığı bizzat görülen bir harfin ısrarla görülmek istenmemesi gibidir.

Bu görmezden gelmelerle, hayatımızın anlamsızlaşmasına ve değersizleşmesine; “Tanrı öldü, Tanrı öldü, onu öldüren biziz” diyen Nietzsche’nin de aynı vurguyu yaptığını düşünmekteyim.

Bence, Elif harfinin sırlarına ilişkin diğer konu ise omurgayı işaret etmesi ve bu harfin omurgaya benzemesidir. Şekli itibari ile tamamen birbirine benzer. Tüm bedenin enerji kaynağıdır, onu besler ve ayakta tutar. Varlığın temel taşıdır.

Bebeğin anne karnında gelişimi aşamasında, aldığı bedensel şekilde genellikle; omurga yüzeyi tamamen dışarıda tutulmaya çalışılarak gerekli enerjinin alınması amaçlanmış olabilir. Cenin pozisyonu denilen bu duruş şekli araştırmalara göre insanların uyku sırasında kullandığı en yaygın uyuma şeklidir. Cenin pozisyonu; duygusal problemlerde, soğuk havalarda ve huzura ihtiyaç duyulduğunda en çok tercih edilen pozisyondur.


BİOENERJİ VE FİZİKSEL GELİŞİM

Annenin doğum yapması ve bebekle arasındaki göbek bağının kesilmesiyle birlikte bebek bu dünyadaki fiziksel ve zihinsel varoluşunu gerçekleştirme yolculuğuna başlamıştır. Anne ile uyum içinde olan bedeni şimdi dış dünyaya uyumla tehdit edilmiştir.

Bebek; bir bedenin ve fiziksel dünyanın kurallarını öğrenmek ve uyum sağlamak zorunda kalmıştır. Doğum bu anlamda; bebek açısından ilk ciddi travma sayılabilir. İçimizdeki alışılmış denge her tehdit edildiğinde eski durumuna kavuşmak için huzur ve denge arayışı da ömür boyu sürecektir.

Gerçek bir huzurdan (rahim) bedensel bir kalıpla varoluş yolculuğuna çıkan bebeğin yapması gereken ilk şey nefes almaktır. Rahim içerisinde oksijen solunumu ve kan dolaşımına ihtiyaç yokken; göbek kordonunun kesilmesiyle kandaki oksijen miktarı düşmeye başlayacaktır. Enerji ihtiyacını karşılamak üzere ilk nefesini alır ve hayat başlar. Artık bebeğin ciğerleri ve kan dolaşımı bildiğimiz anlamda görevlerini gerçekleştirebilecektir.

Enerjiyi almayı, yani nefes almayı başardığı anda, hayat başlar. Hayat ilk nefesle başlar ve son nefesle biter. Vücudumuza enerjinin giriş yollarından bir tanesi nefestir. Nefesimiz, hayatımızın her aşamasını ciddi anlamda bedenimizi etkiler ve şekillendirir.

Nefes almakla yaşam ve huzur arayışı başlamıştır. Nefes, kalp ve bıngıldak farkı nedeniyle beynin ciddi anlamda desteklenmesi ile bebek hızla gelişecektir. Bu farklılıklar sanırım bize ciddi anlamda ipuçları da vermektedir.

Alternatif tıp alanında çalışan birçok uzman nefes konusundaki önerilerini ve hastalık durumlarında nasıl kullanılabileceğine dair çalışmalarını sunmaktadır. İstem dışı alınan nefes alışkanlıkları yerine, isteğe bağlı olarak şekillendirilebilen doğru nefes çalışmalarıyla; sinir sistemi üzerindeki etkilerimizin arttırılabileceği, stresin bedenimizde meydana getirdiği harabiyetin düzeltilebileceği ve hastalıklarla mücadele de insanlara ciddi yardımlarda bulunabileceği konuları ısrarla belirtilmektedir. Doğru nefes alma çalışmalarıyla; kısırlıktan kansere kadar birçok hastalıkla mücadelede insanlara yardım konusunda araştırmalar yapılmakta ve sonuçları ortaya koyulmaktadır.

Nefesle ilgili birçok araştırma mevcut olup bu konuda söylenebilecek çok şey vardır. Nefesle kanser arasındaki ilişkinin araştırılması çalışmalarında; nefesini ve nefes kapasitesini daha iyi kullanabilen insanlarda (koşucular gibi) kanserin görülme riskinin diğer insanlara göre oldukça düşük olması sanırım nefesin hayatımızdaki önemini anlatmaya yeterlidir.

Zihinsel kapasite ve vücudumuzun otomatik kontrolü beynimiz tarafından yürütülür. Beynimiz, iki yarımküreden oluşur. Bebek doğduğunda sağ lobun daha fazla çalıştığı, mantık oluştuktan sonra ise sol lobun daha aktif duruma geçtiği iddia edilmektedir. Bu iddiaya göre, sanki; sağ lob mana, kalp ve negatif alemi, sol lob ise madde, pozitif alemi ve zihni temsil etmektedir. Bu konuda Einstein “sol beyin sadık bir hizmetçi, sağ beyin ise kutsal bir armağandır” demektedir.

Beynin her iki lobu birbirini tamamlayan fonksiyonlara sahiptir. Her iki lob arasında yoğun sinir lifinden oluşan ağ demeti bulunmaktadır. Bu ağ, beynin sağ ve sol lobu arasında sürekli bilgi alışverişinin yapılmasını sağlayan bir köprü gibidir. Sağ lobun sezgisel bir alan, sol lobun ise analitik bir alan olduğunu ifade eden bilgiler mevcuttur.

Kafatası içerisinde en iyi şekilde korunmaya alınmış organ olan beyin şiddetli darbelere dayanabilir. Beyinle kafatası arasında bir sıvı ve zarlar vardır. Bu zarlar, aynı zamanda beyinle birlikte omuriliği de içine alarak sararak mikroorganizmaların bu bölgelere ulaşmasını engeller. Bu şekilde içeriden de ekstra korunma sağlanmış olur.

Sinirler, beyin ve omurilik kanalıyla tüm vücudu sararlar. Sinir sisteminde; duyumları alan ve emirleri ileten iki temel yapı mevcuttur. Bir elektrik şebekesi şeklinde tüm vücudumuzu sarar.

Beynin her iki yarım küresi arasında 3.göz çakrası olduğu iddia edilen alan bulunmaktadır. 3. göz çakrası sanırım, benliği veya nefsi temsil eder. İbn-i Sina’ya göre nefsin ilk ilgilendiği, sinedir. Sineyi istila ettikten sonra, kalp aracılığı ile diğer azalara yayılır. İmam Gazali de; kalbi bir kuyuya; diğer azaları ise o kuyudan akan su yollarına benzetmektedir. Kalp çakrası bedenimizin en temel enerji kaynağıdır ve kullandığı ağ nedeniyle tüm vücuda ulaşır ve onu besler.

1-2 yaş arasında bıngıldak denilen yapının kapanmasıyla kapalı devre elektrik sistemi oluşturulmuş ve mana aleminden uzaklaşılmış olur. Denge arayışı iki temel unsurla çalışır; varoluşu devam ettirmek ve varlığını tehdit eden şeylere karşı koymak.

Ana rahminin rahatlığı yerine doğaya uyum sağlama zorunluluğu gelmiştir. İlk önceleri bakıcıya ihtiyaç duyan bebek ihtiyaçlarını refleksleri yoluyla bildirir. Ebeveynler şunu iyi bilir ki bebek ağladığında mutlaka bir ihtiyacı vardır, bir sorun vardır.

Mesela bebek kan şekeri düştüğünde, neden ağladığını bilmeden otomatik olarak ağlamaya başlar. otomatik olarak ağlamaya başlar. İletişimi tamamıyla reflekslerden ibarettir.

Emme refleksi gereği; yanağına dokunulduğunda o yöne döner ve avuçları dokunan şeyleri yakalamaya çalışarak her şeyi emmeye çalışır. Bu sayede memeye ulaşabilir ve hayatta kalabilirler.

Emme davranışını; sükuneti ve huzuru arama çabası olarak algılayan kişiler mevcuttur. Haz denilen olguyu, huzura ulaşma ve varlığını hissetme çabası olarak algılarlar. Bu düşünceye göre de emme davranışı; hazzın ve varoluşun çekirdeğini oluşturur. Sonraki haz ve varoluş da bu olayın türevleri şeklinde ortaya çıktığı görüşündedirler.

Babinski refleksi ile ayak tabanına dokunulduğunda, ayak parmakları yanlara açılarak cevap verir. Bu nedenle, bu refleksi yaparken çok farklı görüntü sergilerler. İlginç olan bir diğer refleks ise moro refleksidir. Bebek dışardan gelen uyarıcılarda tüm vücudu ile irkilerek cevap vermektedir. Beyin gelişmekte olduğundan, dışarıdan gelen uyarıcılara özelleştirilmiş cevaplar oluşturamaz ve beyindeki elektriksel akım tüm vücuda ani olarak yayılır.

Bebek henüz kendilik algısı geliştiremediğinden, kendilik ve ayrıcalık bilinci oluşturmadığından hayatla iletişimi bu reflekslerle bir süre daha devam eder. İçsel ve dışsal denge bozulduğunda bebek ağlayarak etrafından yardım ister, iç ve dış ortama uyumlayarak varoluşunu devam ettirmeye çalışır.

Anne karnında bir bebeğin huzurunu hiç kimsenin tahmin etmesi bile olanaksızdır. Anne karnında tam bir huzur vardır. Hiçbir gerilim duygusu olmayan tam bir huzur halidir. Hiçbir özerkliğe ve kimliğe ihtiyacı olmadan muhteşem bir yapıdır. Gerçekten cennet gibidir. Anne karnı huzuru, bizim çalışmamız içerisinde de sık sık vurgulanacaktır.
BİOENERJİ VE PSİKOLOJİK GELİŞİM

Anne karnındaki benliksiz yaşamdan benliğin oluşturulmasının mecbur olduğu bir hayata gireriz. Sanırım bu nedenle, eskiler; bebeğin doğduğunda, huzurdan huzursuzluğa geldiğini söylerler. Sanırım doğan bebekler bu nedenle dünyaya geldiklerinde ağlarlar.

Dışarıda olanları ve dışarıdakileri anlamaya başladıkça benlik oluşumumuz başlar. Diğerleri, ötekiler olmadan benlik oluşturmak mümkün değildir. Diğerlerini öğrendikçe bir kendilik oluştururuz. Diğerlerine göredir benliğimiz, diğerleri her ne ise onlarla bağlantılıdır mutlaka.

İnsanlardan çok uzak, hayvanlarla birlikte yetişen bir çocuğun normal insan görüntüsünden farklı, içinde bulunduğu hayvan sürüsü kurallarına göre yetişeceğini hepimiz biliriz. Uyarıcılardan uzak yaşamak zorunda kalan insanların zamanla benlik sistemin bozulduğunu ve farklılaşmaya başlayacağını ise kolaylıkla tahmin ederiz. Beslenemeyen benlik uyarıcılardan uzak oldukça benliğin kaybedileceği bir gerçektir.

Burada karşımıza çıkan temel mekanizma hayatımız boyunca, bıkmadan usanmadan, istesek de istemesek de yapacağımız tek şeyin öğrenme olduğudur. Anlamak üzerine kurulu bir hayat sistemimiz vardır. Doğduğumuz andan itibaren öğrenir ve hayatımızı şekillendiririz.

Benliğimizi bile bu öğrenmelerle şekillendirir, başkalarının varlığıyla bir benlik ediniriz. Buradaki anlamak kelimesi, kendi anlamından daha fazla olarak hakimiyet ve sahip olma manalarını da taşır. Öğretilen materyalin karşılığında yaptığımız içsel zihinsel süreçleri de kapsar.

Açlığımızı, susuzluğumuzu, bedenimizi, duyularımızı, duyumlarımızı, vücudumuzu, bedenimiz üzerindeki kontrolü, ailemizi, okulumuzu, toplumumuzu, evreni, kuralları, her şeyi anlamaya çalışırız…

En ilginç yanı ise benliğimizin bile başkalarının varlığı ve öğrenmelerimizle oluşturmamızdır. İçinde öğrenme olmadan herhangi bir benlik geliştirilmesi imkânsızdır. Öğrenme ve anlamlandırma medeniyetin oluşması için son derece ciddi bir süreçtir. O olmadan hiçbir medeniyetin oluşabilmesi mümkün değildir. Yani benliğimiz kıymetlidir.

İlk öğrenmeye başladığımız şey madde gerçekliklerinin öğrenilmesidir. Maddelerin beş duyu yardımıyla algılanarak tanınması ve davranışların yapılandırılmasıdır. Hafızanın devreye girmeye başlaması ile öğrenmeler kayıt edilmeye başlanır ve bebeğin tepkileri dış dünyaya uyum sağlamaya başlar. Artık annesi yanına geldiği zaman bebek gülümseyebilir, babasına elini uzatabilir.

Bebeklerin en zor öğrendiği konu zaman-mekan zorunluluğudur. Gecenin bir yarısında başka bir ildeki dedesinin gelmesi için ağlamaya başlayabilir. Zaman ve mekan kurulumu medeniyetin oluşması için de temel taştır. Ancak içimizdeki yapı, sanki bir şeyler söylemek istercesine hep bu gerçeği inkar eder gibi davranır genelde.

Zaman, mekan ve madde gerçekliklerinin öğrenilmesi ve içselleştirilmesi sonucunda medeniyete ilk adım başlar ve kendilik sunumları ve idealleri oluşmaya başlanır. Psikolojik yapımız ve değerlerimiz oluşur. Ancak bu kendilik tamamıyla dışa dönük olan dışsal bir yapıyı ifade ediyor gibidir. Dışsal öğretiler ve öğrenilenlere sahip çıkma ve bu öğretilerin sağlam bir neferi olma gibi bir durum ortaya çıkmaktadır.


Yüklə 391,91 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə