Küreselleşme Sürecinde Kent “Antik Site’den Dünya Kentine”
doğru sesini işiten filozoftur. Filozof adil Site’yi ancak idealar dünyasını
tanıyarak kuracaktır. Çöken dünyayı kurtarmanın değişmez şeylerin var
olduğunu kanıtlamak ve onların düzenini bu dünyaya uygulamaktır. Değişim
kötü, durulma tanrılıktır. Şehir ideasının tam bir kopyasını yapabilirse her
türlü değişimi durdurabilir” (Platon, 2002: 21). Platon devlet ve kanunlar adlı
eserinde tanrıların elini çekmesinden bu yana bir türlü düzene girmeyen
Site’yi filozofa yeniden kurdurmaktadır. Platon ideal Site’sini küçük
tutmaktadır. Yurttaşların sayısı 5040 ile sınırlanacaktır. Kent ülkenin ortasında
kurulacak, kentin ortasında yuvarlak bir meydan ve bu meydanı çevreleyen
tapınaklar bulunacaktır (Bumin 1998: 47).
Daha önce Roma İmparatorluğu tarafından korunan ve özgürce geli-
şen kentler, çevrelerine surlar dikmek ve böylece güçlenip kendilerini savun-
mak için sınırlarını seçmek zorunda kaldılar. Bu iş kentlerin küçülmesine,
Roma öncesi surların birleştirilmesine neden oldu. Kent merkezlerinin çevre-
sine büyük yapılar yapıldı. Üçüncü yüzyıl krizi
1
her yerde kentleri etkiledi
(Lie-beschuetz, 1999: 4). Bu krizin oluşmasında önemli bir etken, kentlerin
varlıklı yönetici gruplarının kentte oturan hemşerileriyle olan ilişkileriyle,
toplumun kollektif yaşamındaki rollerine ilişkin taşıdıkları görüşün değişikliğe
uğrama-sıdır (Liebeschuetz, 1999: 6). Site içinde seçkin sınıfın ayrıcalıkları
gittikçe artmıştı ve servet dar bir kesimin elinde toplanmıştı. Kentin
otoritesinin sarsılması ve Site’yi yönetenlerin kırsal alanlardan yaşanan
kentlere göç sonu-cunda, azınlığa düşmeleri ile önemli değişiklikler ortaya
çıktı (Onar, 1936: 20).
Dördüncü yüzyılda kentlerde sivil özerk yönetim kurumları
gerilemiştir (Liebeschuetz, 1999: 11). Meclislerin gücü ve önemi giderek
azalmaya başladı ve meclisler daha oligarşik hale geldiler. Bir zamanlar
“kentin ruhu” olarak görülen meclisler, meclis üyelerinin artık gururla
sergileyeceği veya ilgililerin sözünü edeceği bir şey olmaktan çıktı.
PİSKOPOSLUK KENTLERİ
Dördüncü yüzyılda, kent meclislerinin gücü ve önemi azalıp kentleri
temsil etme yeteneğini kaybettikçe bu işlevi piskoposlar üstlenmeye başladılar.
Bu dönemde Hıristiyanlık dininin simgeleri ve yapıları kent organizasyonunu
belirledi ve bir ölçüde değiştirdi (Benevolo, 1999: 30). Bu gelişme kentler
1
Roma İmparatorluğunun güçten düşmesi ile yaşanan kaos ortamı, bu krizin etkisi ile daha
sonra Roma İmparatorluğu doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrıldı.
SAYIŞTAY DERGİSİ ● SAYI: 60
136
Küreselleşme Sürecinde Kent “Antik Site’den Dünya Kentine”
daha köklü biçimde Hıristiyanlaştıkça ve özellikle imparatorluk düzeni
zayıfladıkça yavaş yavaş ivme kazandı. Birçok kentin sürekliliği, bir
piskoposun varlığına borçlu hale gelmişti. Öyle ki altıncı yüzyılın
başlangıcından itibaren “civitas” sözcüğü “piskoposluk kenti”, piskoposluğun
merkezi anlamını kazanmıştı (Pirene, 1994: 18).
Beşinci yüzyılda piskoposlar genellikle Batı’da potansiyel bir önderlik
konumuna ulaştılar. Kentsel nüfus artık Hıristiyan’dı. Çok sayıda kent,
varlıklarını orada dua edenlere varlıklarını her zaman gösteren, doğaüstü bir
hamilik ve koruma duygusu veren azizlerin kalıntılarının kültü üzerine
kurulan bir Hıristiyan kimliği kazandı (Benevolo, 1999: 31). Aziz kente ün,
piskoposa ise itibar kazandırıyordu. Beşinci yüzyılda kiliseler kentlerin en
önemli yapıları haline geldiler. Kentler piskoposu hem tinsel hem de dünyasal
başı olarak kabul etmişti. Piskopos, kenti ve piskoposluk bölgesini
papazlardan oluşan bir kurulla ve Hıristiyan ahlakı ilkelerine göre yönetiyordu
(Pirenne, 1994: 57). Kent yönetiminin, düzenin, barışın ve kamu yararının
koruyucusu olarak piskopos, yasalara ya da ayrıcalığına dayanarak her alana
müdahale ediyordu. Teokratik bir yönetim biçimi tam anlamı ile antik çağın
belediye yönetiminin yerini almıştı (Pirenne, 1994: 58). Kent tamamıyla
piskopos tarafından yönetiliyor, halk yönetime katılmıyordu. Bu yönetim
sadece kentlerle sınırlı olmayıp, bütün piskoposluk bölgesine yayılmıştı ve
kent bölgenin merkezini oluşturuyordu.
Piskoposlar kentlerin güncel sivil yönetimi ile, Doğu Roma İmpara-
torluğu altında olduğundan daha az ilgilendiler (Wichwar, 1981: 77). Bu
dönemde kentler tarafından sağlanan hizmetler önemli ölçüde azalmıştır.
476 yılında Batı Roma İmparatorluğu çökünce kentler Kiliseye
kalmıştır. Pirenne’in gösterdiği gibi ticaretin sönmesinin ve yabancı
tüccarların göçmelerinin Kilise üzerinde hiçbir olumsuz etkisi olmamış,
tersine kentlerin nüfusu azalıp, kentler yoksullaşırken piskoposların gücü ve
zenginliği artmıştır.
Bu dönemde savaş ve veba salgını hareketlerine İslam’ın baskısı da
eklenince büyük ticaret ve para ekonomisi kurumuştur. Ortaya çıkan yeni
örgütlenmeler kent ve çevresinin yönetimsel bağını kopardı ve geleneksel
kentsel özerk yönetimin sonunu getirdi. İtalya’da 700’lere gelindiğinde kent
meclisleri ortadan kalkmış ve en büyük mülk sahibi konumuna erişen
piskopos artık kente tek hükmeden olmuştur (Wickham, 198: 19).
SAYIŞTAY DERGİSİ ● SAYI: 60
137
Küreselleşme Sürecinde Kent “Antik Site’den Dünya Kentine”
Ticaretin ortadan kalkması ile kilisenin dokuzuncu yüzyıldan itibaren
etkisi daha da artmış “salt tarımsal temele dayanan devletin” kentlerle
ilgilenmesi için bir neden kalmadığından, ortaya tam anlam ile piskoposluk
kentleri çıkmıştır (Bumin,1998:59). Kent seçkinleri ikametgâhlarını kırsal
bölgelere taşımışlar. Kentler, kilisenin elinde toplanan büyük topraklar ve
yargılama gücüyle birer dinsel yönetim merkezi haline gelmiştir.
Doğu Roma İmparatorluğunda ise kentlerin bağımsızlıkları kısıtlan-
makla birlikte kentler için uğraş gerektiren istilalar yoktu. Bu dönemde
doğudaki kentler özellikle Constantinapolis (İstanbul), Antakya, Atina ve
İskenderiye tanınmış kültür merkezleri olarak ön plana çıktılar.
Batıda olduğu gibi kentsel merkezin ve çevresinin bütünlüğü, ikisi
üzerinde de nüfusu olan piskoposun otoritesi ile sağlanıyordu. Yine batıda
olduğu gibi Hıristiyanlık kente doğru yönelimleri teşvik etmiştir
(Liebeschuetz, 1999: 30).
Dokuzuncu yüzyılda Karolenj İmparatorluğu yerel hanedanların
uyrukluğunda ve Tac’a yalnızca pamuk ipliğine bağlı olan feodal ülkelere
bölündü. Böylece feodal sistem monarşinin yerini alarak kentsel yapıda yeni
bir dönüşüme zemin hazırladı.
ORTAÇAĞ VE KOMÜNLER
Ortaçağda Doğu’da merkezi devletler hüküm sürerken, Batı’da
onbeşinci yüzyıla kadar feodalite ve komün yönetimleri söz konusu idi.
Ortaçağda artık eski Site’yi göremiyoruz, bu çağda Site’nin ortadan
kalkması ile beraber komün yönetimleri ortaya çıktı. Komünü ortaya çıkaran
gelişmelerin başında ticaretin canlanması gelir. Onuncu yüzyıldan itibaren
Avrupa’da ticaretin başladığını görüyoruz. Ticari büyümenin en önemli
sonuçlarından biri kente göçün ve kent nüfusunun artmasıdır (Huberman,
2003: 37; Pirenne, 1994: 49-51). Ticaretin gelmesi ile beraber limanlar başta
olmak üzere yol kavşakları, nehir ağızları ve diğer elverişli yerlerde kentler
oluşmaya ve var olanlar büyümeye başladı. Feodal topluma rağmen “kent
havası tam bir özgürlük atmosferi” idi (Huberman, 2003: 39-40). Gezgin
tüccarlar uzun yolculuklarında sığındıkları dinsel kentlerin ve kale kentlerin
etrafında yeni yerleşim yerleri kurmuşlar, ticaretin çektiği zanaatçılarla birlikte
buraları, kısa sürede zengin bir kente dönüştürmüşlerdir. Kentler bu şekilde
ticaretin ayak izlerinden doğmuştur.
SAYIŞTAY DERGİSİ ● SAYI: 60
138
Dostları ilə paylaş: |