Journal of Life Economics 2/2014
61
kamusal akla aykırı hareket eden yöneticileri reddetmeleri halklar arasında karşılıklılık ve
barış anlayışının bir parçasıdır.
Burada, muhalifler yetersiz ya da anlayışsız diye bertaraf edilemezler, çünkü “ortak
iyi” ve adalet anlayışı ancak karşılıklılık ve muhaliflerin gayretleri ile sağlanabilir (Rawls,
2006: 59-60, 65). Zıt görüşte olanlar arasındaki uzlaşma da, adil karar verilmesi ve kamusal
akıl yürütülmesi halinde olumsuzlukların yok olacağı fikrine dayanır. J.Rawls, kamusal aklın
üç yönden kamusal olduğunu vurgular: Özgür ve eşit vatandaşların aklı olarak kamunun
aklıdır; konusu kamu yararıdır ve kamusal akıl yürütme ile ifade edilmektedir (Rawls, 2006:
145).
Kamusal akıl düşüncesindeki en önemli öge, “vatandaşların…kamusal aklı çiğneyen
hükümet yetkililerini…reddetmekte…yaygın bir tutum göstermeleridir (Rawls, 2006: 148).
Özel kişilerin kendi mahremiyet (gizlilik) tercihlerine karşın, mevcut egemenliğin
karşısında savundukları temel ilke olan aleniyet (açıklık), bu egemenliği değiştirmeyi
amaçlar. Kendisini kamusal akıl yürütme sürecinde ortaya koyan fakat egemenliğe talip bir
tarzda olmayan bu iktidar talebi, artık egemenliğin sadece meşruiyet temelinin
değiştirilmesiyle yetinmeyecektir. Özel bireylerin bir araya gelmesi esas kamunun oluşumunu
öncelemiştir, ama kamusal bir topluluk çerçevesindeki kamusal akıl, açıklıktan uzak durmak
zorundadır. Çünkü aklın kamusallığı gizliliğine bağlıdır ve kendini korumak için
“maskelenmiş” aklın ışığının adım adım açığa çıkacağı düşünülmüştür. Zaten 18. yüzyıl
boyunca oluşan cemiyet türü birleşimler giderek açık birlikler haline gelmiş ve bu birliklerde
burjuva davranış tarzı kendisini kabul ettirmiştir. Hepsi de, özel bireyler arasında süreklilik
kazanan bir tartışmayı örgütlemişler ve bunun sonucunda rütbe-mevki törenselliğinin yerini
giderek eşdeğerlik ölçüsü almıştır (Habermas, 2012: 94-95, 104-105).
Habermas’ın kamusal alan için öngördüğü üç varsayım; tartışmalarda tek hakemin
aklın gerekleri
olduğu, hiçbir şeyin eleştiriden muaf olmadığı ve açıklığın temel bir ilke
olduğudur. Buna göre; “kamuoyu”nun kolektif yargıların hükümeti daha akılcı hale
getirebilmesi, ama kamuoyunun akılcı olması için de bilgilendirilmesi ve hükümetin işlerinin
saydam olması önşart idi. Buradan hareketle, bu varsayımlar ve yaklaşımlar 18. yüzyıl
liberalizminin ve sivil toplum anlayışının temel özellikleri olacaktı.
8.
KAMUSALLIK D YALEKT Ğ
Rawls’ın “kamusal akıl”, Kant’ın “kamusal mutabakat (uzlaşma)” ve Hegel’in “kamu
oyu” olarak adlandırdığı şey, aslında, akıl yürüten özel bireylerin oluşturduğu kamusallıkta
vücut bulur, bu anlamda ete-kemiğe bürünür.
Rawls’ın kamusal aklı kullanan liberal bakış dizgesi karşılıklılık, açıklık ve uzlaşmayı
esas alarak burjuva toplumunun sorunlarını çözüm yollarını irdelerken, Hegel aynı burjuva
toplumundaki entelektüel ve ahlaki oluşum eşitsizliğini ve bu yolla bu toplumdaki derin
çatlağı görmüştür. Çünkü bu toplumlarda, ihtiyaçlar nedeniyle hem servet birikimi artıyor
hem de özel emek soyutlanarak sınırlanıyordu. Bu da emeğe bağlı olan sınıfın bağımlılığının
giderek artması ve sefaletin büyümesi olarak ortaya çıkıyordu. Hegel’in “tüketim azlığı”
teorisi, siyasal akıl üreten özel mülk sahiplerinin ortak çıkarını, salt bir kısmî çıkar olması
nedeniyle, genel kabul görmekten uzaklaştırmış ve bir anlamda itibardan düşürmüş ve çıkar
çatışmalarının bulunduğunu göstermiştir. Çünkü kamusal topluluk olarak bir araya gelen özel
bireylerin oluşturduğu kamuoyu, artık birliğin sağlanması için bir temel olmaktan çıkar,
Journal of Life Economics 2/2014
62
sadece çok sayıda özel bireyin kanısı olmak durumuna düşer. Hegel’in ifadesiyle sadece
“mülkiyeti ve şahsi özgürlüğü güvence altına alıp korumayı gaye edinen” bir devlet, özel
ş
ahıslardan oluşan ve “organik olmayan bir kanaate ve talebe yol açar ve organik devlete karşı
salt yığınsal bir güç “ haline gelir. Sanayi ve ticaret özgürlüğüne ilişkin çıkarlar, bencil
amaçlara saplandığı ölçüde, böylesine bir bağımlılığa giderek daha fazla gereksinim duyulur.
Kamusallık kavramı eğer böylesine daraltılmış bir özel alanda ortaya çıkmışsa, bu kavram
artık liberal ve temel alınan bir öge olarak kabul edilemezdi. Oysa kamuoyu, sağduyulu
biçimde ortaya çıkıyor ve önyargılar şeklinde toplumun içine yayılıyor ve gerçekliğin
ihtiyaçlarını yansıtıyordu (Habermas, 2012: s.218-222)
Marx ise kamuoyunu, “yanlış bilinç” olarak nitelendiriyor ve onun burjuva sınıf
çıkarları olduğunu belirtiyor. Ona göre, kapitalist sistem kendi haline bırakılırsa, ücretli
işçilikten mülk sahipliğine yükselme olanakları giderek azalır ve sınıflı bir toplum oluşur.
Sermaye birikimi sürecinde, piyasalarda tekelleşme görülür ve serbest fiyat mekanizması
ortadan kalkar; bu da, yeni iktidar ilişkilerine zemin oluşturur. Öyleyse kamusal topluluğun
ulusla, toplumun da ulusla özdeş olduğu söylenemez. Çünkü mülkiyete sahip olanlarla ücretli
işçiler sınıfı arasındaki karşıtlık nedeniyle, mülk sahiplerinin mal dolaşımı ve emek alanının
bir özel alan olarak kalmasına yönelik çıkarları sadece kısmî bir çıkar seviyesine iner; mülk
sahiplerinin özel alanlarına yönelik çıkarlar da, emek sahipleri üzerinde güç kullanılarak
yaşama geçirilir. Devlet ile toplumun ayrılmasına paralel olarak, kamusal insan ve özel insan
arasında bir bölünme ortaya çıkar. Burjuva olmayan tabaka veya sınıflar siyasal kamuya
girdikçe, o zaman burjuvazinin kamusallık silahı kendi aleyhine döner. Çünkü, mülk sahibi
olmayan kitle, toplumun temel kurallarını bizaat kendi kamusal muhakemesi veya kamusal
aklı haline dönüştürdüğünde, toplumsal yaşamın yeniden üretilmesi genel bir siyasal iktidar
sorunu haline dönüşür (Habermas, 2012: s. 230-231). Tekrar hatırlanmalıdır ki, gerçek
anlamda bir siyasal iktidar, bir sınıfın diğerlerini baskı altında tutmak amacıyla örgütlenmeyi
amaçlar.
9.
KAMUSALLIĞIN OLUŞUMU VE KT SAD MAL SÜREÇLER
Floris’in deyimiyle, “ticari ekonomi alanı ile kamusal alan arasındaki… ilişkilerin
tarihine kayıt düşmeden, kamusal alan ile dayanışma ekonomisi arasındaki ilişkiye göz
atılamaz. Zira… kapitalist ve demokratik toplumları karakterize eden şey, politik yaşamı,
kurumlararası ilişkileri…yapılandıran kamusal bir alanın varlığıdır. Bu bizi pazar
ekonomisinin işleyişi ile siyasal demokrasi arasındaki ilişki sorusunu sormaya götürecektir
(Floris, 2012: s.65-66)”
Kapitalizmin ilk dönemlerinde muhafazakar (tutucu) olduğu söylenebilir, bunda
kazanç elde etme saik ve modelinin dayandığı ticaret pratiğinin siyasal olarak da muhafazakar
nitelikte olması göz önünde tutulmalıdır. Eski üretim tarzları olan; özgür olmayan köylülük
üretim süreci, tarımsal üretim, şehirlerde zanaatkarlık ve küçük meta üretiminin somut
sonuçları ile beslendiği sürece, kapitalizmin seyri kararsız ve çelişik kalır. Çünkü, kapitalizm
hem var olan egemenlik ilişkilerinin aynen kalmasını ister ve onu sağlamlaştırır, hem de bu
ilişkilerin çözülmesine yol açacak ögelerin önünü açar, ki bu da yeni tedavül (dolaşım)
ilişkilerinin bir uzantısıdır. Bundan kastedilen, erken kapitalist dönemde varolan iç ve yakın
mesafeli ticaretin yanı sıra özellikle uzun mesafeli ve dış ticaretin yapılması ve malların ve
bağlantılı haberlerin dolaşımıdır.