4
düşünülmeye başlanıyor” (24-25). Yüzyılın sonlarında “gerçekçiliğin etkisi,
doğalcılığın ortaya çıkışı, Çehov’un ‘yaşam kesiti’ öyküleri” bu formülü zorluyor ve
gittikçe “yaşamın kendisinin karmaşık yapısızlığını yansıtan” öykülere geçiliyor
(25). Geleneği bir ulusa mal etmek ya da sadece birkaç isimden bahsetmek elbette ki
çok göreceli ve yetersiz bir değerlendirmedir; yine de kısa öykü adına bir başlangıç
noktası olarak 19. yüzyıl Batı edebiyatını almak olanaklı görünüyor.
B. Türk Edebiyatında Kısa Öykü Üzerine
19. yüzyılı kısa öykünün resmi başlangıcı olarak esas aldığımızda Türk
edebiyatı için de bu tarihsel gelişimi kabul etmemiz mümkündür. Sevda Çalışkan’ın
“Kısa Öykü Tekniği” başlıklı makalesinde belirttiği gibi:
Kısa öykünün Türk yazınına girişi yine aynı yüzyılda Tanzimat ile
başlayan Batılılaşma sürecinde gerçekleşmiştir. Gerçi Türk halk
öykücülüğü de diğer tüm kültürler gibi masallar, aşk ve kahramanlık
öykülerinden oluşan zengin bir sözlü ve yazılı geleneğe sahiptir, ancak
kısa öykünün ayrı bir yazın türü olarak gelişmesi Batıdaki gelişmelere
paralel olarak ortaya çıkmıştır. (38)
Ancak Türk edebiyatında bu yeni tür, ilerlemesi için gereken şartlara daha
geç ulaşabilecektir. Saadet Ulçugör’ün saptadığı üzere “batı, coşumcu akımın
uygulanmasında egemen görünen duygu yansımasını bile ‘gerçek’ çerçevesi içinde
tutabilmişken, bizim gerçeğimiz çok uzun süre bulanık, kapalı; bilinç ya da ‘sansür’
altı[nda] kal[acak]tır”(157). Ulçugür’e göre, öykücülüğümüz “batı çıkışlı” olmakla
beraber “batılı” değildir (158). Yani biçimsel olarak batıdakine öykünmesiyle
başlamasına rağmen arayışları ve yönelişleri ile kat ettiği yol kaçınılmaz olarak Türk
edebiyatında kendi özgün çizgisini izleyecektir.
5
Atilla Özkırımlı’ya göre, batıdan alınan modern “hikâye” ve “roman”
kavramları, Tanzimat dönemindeki çeviriler aracılığıyla edebiyatımıza girer ve
başlangıçta bu terimler ayrım yapılmaksızın birlikte kullanılırlar (“Hikaye” 635).
Genel bir kanıdan yola çıkarak diyebiliriz ki Tanzimat döneminde yeni yönelişlerle
ortaya çıkan edebiyat yapıtlarının çoğunda “ilk örnek olmanın eksiklikleri,
acemilikleri göze çarpar” ve kısa öykü de bu çerçevenin dışına çıkamaz (Gürsel 620).
Ahmet Mithat, Emin Nihat, Samipaşazade Sezai ve Nabizade Nâzım, dönemin
önemli öykücüleri olurlar. Halit Ziya Uşaklıgil, Servet-i Fünun edebiyatında
gerçekçiliğe yaklaşımıyla romanda olduğu kadar öyküde de kendini ispatlar. Aynı
dönemde yazan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın eserlerinde ise eski İstanbul’un kenar
mahalleri “halkçı bir anlayışla” öykülere girer (621). Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e
kadar geçen sürede başını Ömer Seyfettin’in çektiği Milli Edebiyat Akımı etkili olur.
Nedim Gürsel’e göre, “Ömer Seyfettin, ‘Yeni Lisan’, yani konuşma diliyle yazdığı
hikayelerde hem ulusal edebiyatımızın gelişmesine katkıda bulunmuş, hem de çağdaş
anlamda kısa hikaye türünün ilk örneklerini vermiştir”. O, öykülerinde
“şairanelik”ten kaçınarak “hakikati görüldüğü gibi” yansıtmayı amaçlamıştır (621).
Nedim Gürsel’e göre,
Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında, Türk öykücülüğü
bu kez Memduh Şevket Esendal ile “yeni bir aşama” kaydeder. Esendal,
“Maupassant tekniğinden kaynaklanan ve o güne dek tüm hikayecilerimizin
uyguladıkları ‘giriş-düğüm-çözüm’ anlayışını yıkarak, bir bakıma Türk edebiyatında
modern hikayenin kurucusu ol[ur]” (622). Çehov’unkilere benzeyen öykülerinde
“küçük insanların günlük yaşamlarındaki ayrıntılara yönelen” Esendal, Feridun
Andaç’a göre, “edindiği, sunduğu birikimle [. . .] Sabahattin Ali ve Sait Faik
öyküsüne zemin hazırlar” (Yazınsal Gerçekçiliğin Boyutları 28).
6
Nedim Gürsel’e göre, Anadolu köy ve kasabalarında yaşanan toplumsal
çelişkilerden yola çıkarak toplumsal düzenin eleştirisini yapan Sabahattin Ali’yi,
“kimi romantik eğilimlerini bir yana koymak koşuluyla, ilk toplumcu gerçekçi Türk
yazarı olarak tanımlayabiliriz” (623). Böylelikle, “Nabizade Nâzım’la başlayan
Anadolu gerçeklerine, özellikle köy sorunlarına yöneliş, Yakup Kadri ve Refik
Halit’ten sonra [. . .] onunla toplumcu gerçekçi bir yörüngeye oturmuş” olur (624).
Eserlerini 1950’den sonra yayımlamaya başlayan köy enstitüsü çıkışlı yazarlar da bu
çizgide ilerlerler.
Sabahattin Ali ile aynı dönemde ama farklı bir öykü evreni ile ortaya çıkan
Sait Faik (1906-1954) ise öykücülüğümüzde “değişik bir duyarlığı başlatmış,
insancıl bir edebiyat ve doğa anlayışının, büyük kent yaşamındaki şiirselliğin ilk
örneklerini vermiştir” (623). Birçokları için Sait Faik öyküsü edebiyatımızda bir
dönüm noktasıdır. Timour Muhidine’e göre, Sait Faik’e kadar olan dönemde Türk
öykücülüğü genelde Cumhuriyet’in getirdiği ideolojinin egemenliği altındadır
(“Timour Muhidine ile Öykü Edebiyatımız Üstüne” 76-77). Reşat Nuri, Halide
Edip, Yakup Kadri gibi yazarlar bu etkiyle yapıtlarını oluşturmuşlardır. Sait Faik ise
bu çerçevenin dışına çıkarak, kendine göre gerçekliği “şiirsel bir hava içeren
metinleriyle [. . . .] modern öykünün kurucusu” olur (77).
Nedim Gürsel’e göre, Sabahattin Ali ile Sait Faik öykücülüğünü
geleneğimizde iki temel anlayış olarak ele aldığımızda, tam olarak ikisinden birinden
etkilenmemekle birlikte, “her iki çizgiden de belirgin izler taşı[yan]” yazarları da
unutmamamız gerekir. Gürsel, Halikarnas Balıkçısı, Ahmet Hamdi Tanpınar,
Haldun Taner, Tarık Buğra, Aziz Nesin gibi edebiyatçıları bu bağlamda
değerlendiriyor (624).
Dostları ilə paylaş: |