Eskinin izleri, orada, hiç beklemedikleri bir sırada ortaya çıktı.
Meselâ, Hint efsânesine bakılırsa, Hindûlara toprağı pullukla sürmeyi, ürünü demirden
yapılmış orakla toplamayı Türkler öğretmişlerdi. Hintliler, ürünün verimliliğini ve bolluğunu,
ezelden beri, sâdece yılanlarla ilişkilendirdiler... Arkeologların Altay’da buldukları pulluklar,
Hint ve Pakistan efsâneleri, anlaşılan, eski Türkler hakkındaki dağınık bilgileri bir araya
getiriyorlar ve meşrû târihleriyle ilgili çok şeyi yerli yerine koyuyorlar.
Söz açılmışken belirtelim ki, meşhûr Hintli süvâri sınıfı da, Altaylıların gelişiyle ortaya
çıkmıştı... Türklerin Hint kültürüne tesirinin, o yıllarda çok belirgin olduğunu bir kere daha
vurgulayalım. Arkeologların buldukları şeyler, bu hususta oldukça inandırıcı gözüküyorlar.
Tabiî ki, sâdece bunlar değil.
Zîrâ, Altay’dan gelenler, Hindistan’da misâfir değillerdi; buranın vatandaşı olmuşlardı. Bugün
her on Hintlinin veya Pakistan’lının en az yarısının soyu, Türkî temellere dayanıyor...
Hindistan’da uzun süre, iki hükümdar neslinden biri olan ünlü Güneş hânedânı iktidarda
kaldı. Bu hânedânı, Güneş’in torunu İkşvaku tesis etmişti. Bu kral mîlattan önce V. yüzyılda
Altay’dan Hindistan’a göç etti; burada, Aksu ırmağı vâdisinde yaşadı. Hükümdarlık tahtına
oturan İkşvaku, Koşala (veyâ Koşkala?) devletinin başkenti olan Ayodha şehrinin temelini
attı. Şehir hâlâ duruyor. Burada Güneş hânedânının müzesi vardır ve içinde Altay’dan gelen
Türkler hakkında bilgiler bulunuyor.
Ayodha şehri çıkışlar ve inişler yaşadı. Hatta, Koşala devletinin tesiri o derece büyük idi ki,
şehir bir süre Kuzey Hindistan’ın başkenti olarak görüldü. Sonra gerilemeye ve terk
edilmişliğe mâruz kaldı; bilâhare yeniden yükselmeye başladı... Türklerle birlikte
Hindistan’da hayat, sâkin olmaktan çıktı.
Kenârında Ayodha şehrinin bulunduğu ırmak, Saray adını taşımaktadır. Gâlibâ, Türkçe bir
coğrafî ad daha; bu ad, açıkça saraya işâret ediyor. Doğrusu bu şehir, saraylarıyla,
mâbetleriyle, güzel evleriyle, tam bir başkent idi. Hükümdârın sarayı, ırmağa adını vermişti.
Hindistan’ın diğer coğrafî adları da benzer düşüncelere sevk etmiyor mu? Çoğu. Şu Hindistan
ismi... Nereden geliyor bu söz? Kelime sonuna “-stan” ekini sâdece Türkler getiriyorlar.
(Tataristan, Kazakistan, Başkurtistan, Dağıstan; “-stan”, Türkçe “ülke” mânâsına geliyor.)
Hayatta her şey birbiriyle ilişkili; her şeyin devâmı ve izleri var... Güneş hânedânı idâresi
sırasında, insanlar, âileleriyle birlikte Altay’dan Hindistan’a gitmişlerdi. Yüzyıllarca böyle
devam etti. Türkler burada çok kere mahallî zâdegânı oluşturdular: Büyük başbuğlarıyla,
şâirleri, ilim adamları, din adamlarıyla... Fakat, bunlar Türkçe konuşuyorlardı... Yine, bâzı
aristokrat âilelerini, efsâneler de işlemektedirler. Meselâ, Udaypur, Codhpur, Caypur gibi
ünlü mihrâce hânedanları, Eski Altay Türklerinden geliyorlardı.
Bu hususta da şaşırtıcı bir şey yok. Hindistan ve Altay, tek bir devâsâ ülke idiler. Onları,
bugüne kadar ayakta kalan yollar birbirine bağlıyorlardı. Bunlar Biy ve Nerçin yollarıdır.
Hindistan’a giden en birinci yol, Türklerin yapmış oldukları efsânevî Visyaçiy geçidi idi. Bu
esrârengiz yol hakkında kimse bir şey hatırlamıyor. Yalnız rivâyetler ve asma köprüler,
Pamir’de ve Tibet’te o zamandan beri hâlâ ayaktalar.
Eski atlılar, dağlar arasındaki ırmaklardan ve dibi görünmez uçurumlardan asma köprüler
üzerinde geçtiler. Müthiş bir cesâret sergileyerek, bulutlar üzerinde atlarıyla yol aldılar.
Bu yolları uzun süre hacılar da yürüdüler. Hindistan’daki akrabâlarına, kutsal Kaylas dağına
ve Keşmir şehrine gittiler.
Bir Türk için, Kaylas dağını görmek (tıpkı bir Hindû için olduğu gibi) büyük bir mutluluktu.
Onu gören kişinin, ömrünün geri kalan kısmını mutlu geçireceği düşünülüyordu. Efsâneye
göre, Han-Tengri’nin dinlenme yeri orada, Kaylas dağında idi. Kutsal yer.
TÜRKLER İRAN’DA
Gök Tanrı’yı tanıyan, o sırada sâdece Hindistan değildi. “Beyaz gezgin / dervişler”, İran’ı da
dolaştılar. Bu uzak târihe ışık tutan, Aci-Dahaka hakkındaki efsâneler, burada hâlâ
yaşıyorlar.
Aci-Dahaka, İran’ı hâkimiyeti altına alan yabancı kral. O, yılan sûretinde yaşamıştı. Gök Tanrı
inancı uğruna mücâdele yürüttü. Ne var ki, sıradan İranlılar, onun inancını kabûl etmediler;
inanç her millete nasip olunmuyor.
İranlılar, daha uzun bir süre ateş-perest olarak kaldılar. O sırada, Tengri’ye sâdece zâdegân
sınıfı inandı. Ve, Aci-Dahaka’nın sarayında hizmet vermiş olan ataları ile ilgili hâtıraları,
büyük bir sır gibi, nesilden nesile aktardılar... Veya, atalarının Türkler olduklarını haber
verdiler. Söz konusu olan, Arşakidlerin ünlü kral hânedânı. Bu hânedânın temelini mîlattan
önce III. yüzyılda, Arsak (veya Arşak), Altaylı kızıl saçlı yabancı atmıştı. İran târihinde böyle
yazılıdır.
Şaşırtıcı hâdise şu: İran’da o zamandan beri, Türk dili unutulmadı. Orada, bütün semtlerinde
Türkçe konuşulan şehirler, köyler vardır. Bir vakitler İran, bugünkünden birkaç kez daha
büyük, muazzam toprakları kaplıyordu; o yılların yansıması olan bâzı kavimler ve efsâneler
hâlâ yaşıyorlar.
Hindistan’a giden Sakların (veya (Şakların) gelişiyle, Türk târihinin İran sayfası açıldı...
Sonra Taşkent oldu. İki bininci kuruluş yılını kutlayan çok eski bir şehir. Bu şehrin târihi
tipiktir; sanki, meçhûllerle örülmüş; bütün Türk târihi gibi.
“Taşkent” kelimesini, umûmiyetle “taştan yapılmış şehir” olarak çeviriyorlar. Fakat bu doğru
değil; çünkü “kent” sözü, (zâten) Türkçe “taştan şehir” mânâsına geliyor. Demek ki, ortada
başka bir şey var; sâdece toponomi ilminin açıklayacağı bir şey.
Profesör Eduard Makaroviç Murzayev, Türklerin şehirlere, göllere, dağlara isim verme
kâbiliyetleri hakkında çok şey bilmekteydi. Bu ilim adamı, kitâbında, Taşkent şehrinin adını
izlemeye çalıştı; ne var ki, bunu sonuna kadar yapamadı.
“Taştı” veyâ “daştı” sözünün, eskiden Türklerde “gurbette” mânâsına geldiği anlaşıldı; bu
söz, Hindistan’dan, râhiplerin dilinden, Sanskritçe’den gelmişti (Bu konuya tekrar döneceğiz).
Bir kere “gurbet”, şu “Taşkent” sözü, tamâmen farklı okunuyordu. Rus varyantındaki
“gurbette taştan yapılmış şehir” mânâsı daha doğrudur. Yâni, isimde eskiliğin değil, Altay’da
her yerde yapıldığı gibi, aslında şehrin taştan olduğunun altı çiziliyor.
Fakat, niçin “gurbette”? Sorunun cevâbı, îzâhı burada.
Bir zamanlar Merkezî Asya’da, İranî devletlerin bir parçası olan mâmur büyük bir Baktria
devleti vardı. Bu devletin şöhreti Avrupa’ya kadar ulaşmış, bu şöhret Makedonyalı
İskender’in ordularını buraya çekmişti... Baktria birdenbire çöküverdi; sonraki uzun savaşlar,
onu tamâmen tahrip etti.
Bu savaşları, kuzeyli yabancılar yürütmüşlerdi; târihçiler bunları, yâni Türkleri, “vahşî
göçmenler” olarak tavsif etmeyi şimdi âdet hâline getirmişlerdir. Bunlar, Saklar (İskitler)
adıyla bilinen özbeöz Türkler idiler. Onlar Baktria’yı istîlâ ettiler. Sonra, İskitlerin bir kısmı,
geçit vermez Pamir dağlarını asma köprüler üzerinden geçerek Hindistan’a gitti.