bozkırlıların zamânında olduğu gibi.
Ermenistan’daki, İveriya ve Kıpçakların diğer müttefiklerindeki kiliseler, aynen böyle ortaya
çıkmışlardı. Mâbetlerin duvarları üzerine, ustaların-yapıcıların kazıdıkları işâretler, bunların
Türk asıllı olduklarını söylüyorlar. İlim adamları uzun süre kafa yordular: “Bu
anlaşılmaz/tuhaf işâretler ne mânâya geliyordu?”
Her şey çok basit görünüyordu. Bu bir damgaydı. Bütün Türk soylarında (tuhumlarında)
bulunan bir tür arma idi. (Söz arasında, belirtmek gerekir ki, damga, Avrupa kaynaklı
heraldiki –bu semboller ve şecerelerle ilgili mânâlı ilmi– başlattı.
Eski kiliselerin duvarları üzerinde yüzyıllarca suskun kalan yazılar, sâhipleri bulundukları
zaman, susmayı bıraktılar.
Meselâ, Ermenistan’da, ilim adamları şöyle bir yazıyla karşılaşmışlardı: “Keşişler cemaati için
bu bağışı kabûl et”; bağışı yapanların isimlerinin baş harflerinin yanı başında. Bu sözlerin
üzerlerinden hemen hemen bin yedi yüz yıl geçti. Bunlar, eski Türkçe ile yazılmışlardı.
Ermeni halkı, yeni dîni kabûl hâdisesi üzerine, Kıpçaklardan bu tür tebrikler aldı. Kısa, fakat
çok mânâlı bir cümle; bu cümlede kavimlerin târihlerinin bütün sayfaları var.
(Alık III. Vaçagana zamânına yakın) Bir mâbette ise, taş üzerinde, eski ustaların elleriyle, din
adamı kıyâfeti içinde bir atlı resmedilmiştir. Bu atlı, Türk-vârî, at üzerinde muntazam
oturuyor; ayakları serbest, üzengisiz.
Târihin bir muammâsı daha mı? Hiç de değil. Bu şekilde sâdece bozkırlı din-adamları yolculuk
ederlerdi. Onlar için üzengili olmak âdetten değildi. Üzengi, bir savaş malzemesi idi.
... Ermenistan’da o gün tören havası içinde geçti. 10 Ocak 326 yılında, Tengri’nin haçı,
Avrupa’nın ilk kiliseleri üzerinde yükseldi. Ermeni kavmi, inancını ve haçını-kendi kurtarıcısını
bugüne kadar muhâfaza ediyor.
Ermenistan’da Kutsal haça kavuşma bayramını, her zaman çok büyük törenlerle kutladılar:
O, târihlerinin hareketli bir ânı idi. Ermeni kilisesinin başı, Eğitimci/Bilgiyayıcı Grigoriy’e
Tanrı’nın Azîzi adını vermeleri, yine de doğrudur; o, torununa ve halkına, Türklere giden yolu
göstermişti.
Krallığın arabası üzerinde, atlı askerî birliklerin (atlıların!) koruması altında, Grigoriy’i
Derbent’ten uğurladılar. O, Türk dünyâsından kutsal yâdigârı –eşkenar haçı– getiriyordu!
Yeni Avrupa’nın işâretini!
Türkler, Ermeni kilisesinin başına, onu, Türkçe “müttefik” veya “katılan” mânâsına gelen
“katılik” îlân ederek yüksek, çok yüksek bir îtibar gösterdiler. Bu unvan, o zamandan beri,
yüz yıllarca Ermeni kilisesinin başı –Katolikos– için muhâfaza olundu. (Kelimenin sonundaki
Grekçe “os” eki, sonradan ortaya çıktı.)
Sûriye’nin, Mısır ve Bizans’ın Hristiyan cemaati, onun –Tanrı’nın Azizi’in, Hristiyan dünyâsının
ilk gerçek pederinin– önünde diz çöktüler... Ermenistan’ın prestiji, bu yıllarda, karşı
konulmaz biçimde yükseldi.
Ermeniler, Avrupa ve Akdeniz kültürüne girdikten sonra çok şey değişti: Batı, Türk
dünyâsının zenginliğine katıldı. O zamandan beri, şu ölümsüz sözler hâlâ parıldıyorlar: “Işık
Doğu’dan doğuyor.” Bu sözlerin çok derin bir mânâsı var.
Işık Doğu’dan doğuyor. Gerçekten...
Fakat, bizzat Doğu hakkında Avrupa hemen hemen hiçbir şey bilmiyordu. Onun, Türk
dünyâsı ile teması seyrek idi. Romalılar, Kıpçakları zâlim, korkunç ve vahşî barbarlar olarak
göstermek, insanları onlardan ürkütüp kaçırmak ve böylece kendi hâkimiyetlerini sürdürmek
için, bunu kullandılar. Ne yazık ki, çoğunu başardılar.
Fakat, Türk kavmi ve onun kültürü hakkındaki gerçeği bilen bir Avrupalı vardı: Piskopos
Grigoris. O, Derbent’te yaşadı; Gök Tanrı adına vazîfe yürüttü ve her şeyi kendi gözleriyle
gördü. Kendisinde Geser’in fedâkârâne hizmetlerinin samîmiyetini görerek, genç adamı,
Peygamberle mukâyese ettiler. Avrupalılar, Grigoris’i Peygamberler Mesâbesinde gördüler.
Bu durum, Roma’da gizlenen, Gök Tanrı’nın esrârengiz düşmanlarının işlerine tam gelmedi.
Romalı yöneticiler, Kıpçaklar hakkındaki gerçeklerden korktular; onların Avrupa’ya
gelişlerinden korktular. Ve sevdikleri silâha, iftirâya sarıldılar. İranlıların gence iftirâsından,
Grigoris’in İranlı bir asilzâde soyundan olduğunu öğrendiler. Onu, günâhlara batmış biri
olarak suçladılar
Trajik gün... Grigoris, kendisini mâsum gösterecek bir şey bulamadı. Her şey ona karşı idi.
Türkler, onu korkunç bir îdâm şekliyle îdâm ettiler. Burada, Derbent’te, bir meydanda. Genci,
vahşî bir atın kuyruğuna bağladılar; sonra hâkimler kendisine hükmü okudular.
Fakat o, ölüm karşısında merhamet dilemedi. Sustu, çünkü, mâsûmiyetini ortaya koyacak bir
şey yoktu. Sâdece gökyüzüne baktı ve yavaşça söylendi: “Tengri salgan namusdan kaçmas!”
(“Tengri’nin takdîrinden kaçılmaz!”)
Akılları durmuş olan hâkimler, ne olduğunu hemen anlamadılar. Anladıkları zaman ise, at
artık deniz kıyısında hızla koşuyordu. Çok uzaktaydı...
Îdâmı, bir kurban etme olarak gördüler. Kahramanın rûhunun ve mâsum kurbânın,
Kıpçakların koruyucusu olması için Tengri’ye duâ etmeye başladılar. Bu da –bir kahramanda
koruyuculuk arama da–, eski bir Altay geleneği idi.
Bu dakîkadan îtibâren, piskopos Grigoris, Türkçe Cargan (deli yürek) ismini aldı. O, rûhu ile
Türk, yakın bir akrabâ, bir deli yürek oldu; Kıpçakların kendileri gibi. Bozkırlılar, onu kendi
cemaatleri içinde kabûl ettiler. Cargan’ın rûhunun yeni doğmuş bir erkek Türk çocuğunda
tecessüm etmesi ve artık bir daha hiçbir zaman Türk dünyâsını terk etmemesi için, uzun süre
duâ ettiler.
(Belirtmek gerekir ki, Türkler çok çok eski devirlerde, isim değiştirmeye, rûhun başka bir
şekle girmesi gibi, husûsî bir mânâ veriyorlardı; isim değiştirme, eski hayâtın sona ermesi ve
yenisinin başlaması mânâsına geliyordu.)
Cargan’ı hürmetle defnettiler. Türk kavminin millî kahramanı gibi. Derbent civârındaki
dağların en yükseğinin zirvesinde. Mezârın üzerinde bir şapel yaptılar. Îdam yerinde ise bir
mâbet.
Definden sonraki dokuzuncu gün bir mûzice vukû’buldu. Mezârın yanı başında bir kaynak
(çeşme) ortaya çıktı. Hiçbir zaman çeşme bulunmayan dağların zirvesinde, topraktan şifâlı su
fışkırdı. Kutsal mezâra hacılar üşüştüler. Onlar uzaklardan geldiler.
Çok geçmeden burada bir köy oluştu; bu köyde kutsal yerin muhâfızları yaşadılar. Onlar,
nesilden nesile, bu yerlerin esrârını muhâfaza ettiler. Şifâlı sulu kaynağı (çeşmeyi) korudular;
buraya, eskiden olduğu gibi, insanlar gidiyorlar.
TÜRKLER VE BİZANS