süslediler.
Eğik haçlar, Altay’da yaklaşık üç-dört bin yıl önce ortaya çıktılar. Ancak, kesin olarak
söylenirse, bunlar yine de haç değillerdi. Onları haç olarak, Tengri’ye inanç hakkında bilgi
sâhibi olan Avrupalılar adlandırdılar.
Haç, yâni iki çizginin kesişmesi. Tengri sembolünde hiçbir kesişme yoktur; burada başka bir
mânâ vardır. Burada güneşin yuvarlaklığı tasvir edilmiştir ki, ondan dört ışın dağılıyor. İşte
Tengri böyle sembolize edildi.
Güneşin ışınları!.. Daha doğrusu, aynı merkezden gelen ilâhî nîmetlerin ışıkları. Onlar, ebedî
olarak Türk rûhî-mânevî kültürünü işâret eden Semâvî tabiatın sembolleridir. Sonsuz Mâvi
Gök’e inanan bir millette, başka türlüsü olamazdı.
Bâzan Tengri’nin sembolüne hilâli de eklediler. Bu ise, tamâmen başka bir mânâya geliyor,
zamânı (bu dünyâyı) ve sonsuzluğu (öteki dünyâyı) hatırlatmaya hizmet ediyordu. Zîrâ eski
Türkler, zamânı, ayın ve güneşin birliği olarak anlıyorlardı. (Onların on iki yıl esaslı takvimleri
de buradan geliyor.)
Tengri’nin sembolünü savaş sancaklarının üzerine işlediler. Onu zincirlere takarak göğüslerde
taşıdılar. Alına dövme yaptırdılar. Sanatkârlar, onu bezeklere ve motiflere işlediler... Başka
türlü nasıl olsun ki? Millî gelenekler, işte buradan geliyor.
TÜRKLER HİNDİSTAN’DA
Her Şeye Kâdir Gök Tanrı ve O’nun zengin ülkesi hakkındaki haber, Altay’dan kuş gibi uçtu.
Yaptıklarıyla ve başarılarıyla kendilerini göstererek, onu dünyâya bizzat Türkler yaydılar.
Onların “beyaz kıyâfetli gezginleri-dervişleri”, çeşitli ülkelere gittiler.
Çin, Türk vâizleri kabûl etmedi. Atlılar, cezâlandırmaya buraya geldiler; Çin’i zorla zaptettiler.
Büyük Çin seddi onları kurtaramadı. Fakat Tengri ile ilgili haber, buraya, kendisini Semâvî
İmparatorluk olarak tavsif eden bu ülkeye gelmişti. Ne var ki, Çinlilerin Gök kültü ile ilgili
kendi telâkkîleri vardı ve onu savunmaya geçtiler.
Fakat Hindistan’da her şey başka türlü oluştu. Burada Tengri’ye ilgi derhal görüldü... Ve iki
bin beş yüz yıl önce (veya biraz daha önce) Türk târihinin Hindistan sayfaları açıldı.
Altay ve Hindistan, aynı mânevî-rûhî hayâtı yaşamaya başladı. Onları birbirlerine çok şey
bağlıyordu. Öncelikle inanç. (Gerçekte, Hindûlar, kendi Buda’larını, Türklerin Tengri’yi
anladıklarından farklı anladılar; fakat bu, ebedî gerçeği aramalarına, mânevî-rûhî diyalogu
sürdürmelerine engel değildi.) Meselâ, yılanlar hakkındaki Hind efsâneleri, o uzak günleri
hatırlatıyorlar.
Hindûlar, yılanları beyaz yarı-insanlar–yarı-tanrılar –yılanların ilk ataları– olarak nitelediler.
Onların –toprağında sayısız zenginlikler ve demir haç olan– ülkeleri kuzeyde, Hindistan’dan
uzakta bulunuyordu. Hindûlar, bu uzak ülkeyi (yerinde bir tanımlamayla) Şambhu adıyla
tanıdılar. Onu, Şambhkala (Türkçe “ışıklı kale”) olarak da isimlendirdiler.
Efsâneye göre, yılanlar insan yüzlü, fakat yılan gövdesine sâhiptiler. İnsana ve yılana
dönüşebiliyorlardı. Çok nâziktiler, müzikal yaratıklardı, şiir-sever idiler. Kadınları, benzersiz
güzellikleriyle meşhûr olmuştu.
Hindistan’da, içinde dînin buraya nasıl geldiği, rûhî-mânevî kültürün nasıl oluştuğu anlatılan
eski “Mahabharat” kitâbı, hâlâ muhâfaza olunuyor. Bu kitap, Eski Hindistan’ın vekâyî-nâmesi
gibidir. İçinde, yılanlar ve onların esrârengiz kuzey ülkeleri hakkında sayfalar vardır...
Üstelik, bunlar masal da değildir. Bütünüyle gerçek hâdiselerin, efsânelerle târihin,
Hindlilerin eski geleneklerinin anlatılması söz konusudur. Çok eski zamanlardan beri de böyle
geliyor. (Hindli bilim adamları, mutlak güvenilir dokümanlar olarak niteledikleri efsânelerini
çok ciddîye alıyorlar.)
Hindliler, meselâ, kutsal “Pradjnâparamit” metnini esas olarak yılanlardan, yâni Türkler’den
aldıklarını saklamıyorlar. Onu sâdece bilge eğitimciler / bilgi yayıcılar okuyabiliyorlardı;
metinde saklı hikmet, bir tek onlar tarafından anlaşılabilmekteydi.
Tabiî ki, bu Hindûlar, Türk kültürüne karşı büyük bir îtibâr gösterdiler. Türklerin kutsal
saydıkları şeyleri muhâfaza ettiler... Türklerin kendilerinin unuttukları şeyleri korudular.
Şambhkala ülkesi Sambıl-Tashıl dağlarının eteklerinde, Han-Tengri ırmağının havzasında
bulunuyordu. Orada, buzlu sis duvarının arkasında şehirler, manastırlar, çiçekli bodur ağaçlar
gizliydi. Bu esrârengiz ülke hakkında yüzyıllarca efsâneler dolaştı.
Bu ülkeyi çok insan aradı. Boşuna. Kimse ona yaklaşamadı bile. Göğün yüce aklı ile yerdeki
hayâtın temâs hâlinde bulunduğu bu yerin, erişilmez Tibet vâdisinde olduğunu ileri süren
fikirler bulunuyor.
Bu tür fikirleri, büyük şarkiyatçı bilim adamları dile getirdiler. Meselâ, ünlü seyyah ve
etnograf Nikolay Mihayloviç Prijevalskiy, filozof Nikolay Konstantinoviç Rerih, eğitimci-bayan
Yelena Petrovna Blavatskaya onlarla aynı fikri paylaştılar. Fakat, ne yazık ki, onların
fikirlerini kabul etmek güçtür. Onlar, açıkça yanıldılar; onun için de hiçbir şey bulamadılar.
Maalesef.
Aradıkları orada değildi!
XIX. yüzyılda, ilim adamları, umûmiyetle, Altay ve onun eski kültürü hakkında doğru-dürüst
hiçbir şey bilmiyorlardı; hattâ çok şey hakkında tahminde bile bulunmadılar... Zîrâ, Türk
milletinin târihini gizleyen ve tahrif eden Rus makamları, kendi davranışlarıyla, ünlü
otoriteleri bile yanılmak zorunda bırakarak, bütün bir Rus ilmini çıkmaza sokmuşlardı.
Böylece Tibet’e ve Hindistan’a Gök Tanrı inancının Altay’dan geldiğini kimse öğrenemedi.
Ancak, onun geleceği fazla bir yer de yoktu! Orada bu inanç derinlere kök saldı. Temelini
Türklerin attıkları lamaizm dînî akımı, bugüne kadar muhâfaza olunmuştur. Bunu, Tibet’in,
Moğolistan’ın ve Buryatların lamaistleri kendileri hatırlıyorlar.
Hindistan’da Tengri adı, tabiî ki, unutulmuş değildir. Orada, Buda’nın mâvi, “Türkî” gözlerle
tasvir edilmesi, meğer ki tesâdüf eseri olsun. Bunda, unutulan târihin her hangi bir yankısı
yok mudur? Meselâ, iki bin beş yüz yıl önce, Hindistan’a kuzeyden meçhûl atlıların geldikleri
sırada vukû’bulan târihin. Onlar, burada yerleştiler. “Şaklar” –Hindistan’ın yeni halkı– diye
isimlendirildiler. Öyleyse Türkler-Saklar/İskitler söz konusu ediliyor.
Dahası, Hindûlar Buda’yı (onunla ilgili öğreti tam o yıllarda ortaya çıkmıştı), “Şakyamuni”
veyâ “Türk tanrısı” olarak isimlendirdiler. Demek ki, Buda’nın öğretisini asıl onların, yâni
Türklerin yaymış olmaları pekâlâ mümkündür. Kabûl ediniz ki, bu az değildir: Hind
efsâneleri, Buda’nın yılan olarak cisimleşebildiğini ileri sürüyorlar... Hindistan’da, eskisi gibi
Gök Tanrı inancı ile yaşayan insanların sayısı, elli milyondan az değildir. Onlar, Budist de
Müslüman da değiller. Onları Hristiyan olarak tavsif ediliyorlar; fakat dünyânın geriye kalan
Hristiyanlarına benzemiyorlar. Onların âyinleri farklı, sembolleri farklıdır. Tengri’nin haçını
tanıyorlar, onu göğüslerinde taşıyorlar, duâlarını onun önünde okuyorlar. Burası Yeryüzünde,
Türklerin saf inançlarının ilk hâliyle muhâfaza olunduğu yegâne yer olabilir mi? Kim bilir...
Mâlumdur, dünyâda hiç bir şey iz bırakmadan geçip gitmiyor.