Microsoft Word Türe, Fatih



Yüklə 173,75 Kb.
Pdf görüntüsü
səhifə7/7
tarix07.12.2017
ölçüsü173,75 Kb.
#14155
1   2   3   4   5   6   7

SÜ İİBF Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi 

41

Bunun için ise birey özgür olmalıdır. Dolayısıyla bireycilik ve özgürlük



birbirlerini bütünleyen, biri olmadan diğerinin anlamını yitirdiği 

kavramlardır. Bu çerçevede liberalizm, bireysel özgürlüğü temele oturtan 

bir yaklaşımdır. Nitekim liberal düşünürler, faydacılık, doğal hukuk, 

demokrasi gibi konularda farklı düşünceler üretseler de, bireycilik ve 

özgürlük konusunda adeta birbirlerinin düşüncelerini yinelemişlerdir.  

Öncelikle  şu noktayı belirtmek gerekir ki özgürlük, yalnızca liberal 

düşünceye özgü, bir tek onun ele aldığı ve savunduğu bir kavram 

değildir. Nitekim sosyalizmden anarşizme, hatta faşizme kadar bir çok 

düşünce ve ideoloji, özgürlük üzerine eğilmişlerdir. Bu nedenle değişik 

özgürlük tanımları ve anlayışları bulunmaktadır.  

Klasik liberal kurama –özellikle Locke’a- göre doğada var olan, insan 

aklının vicdan süzgecinden geçirerek ortaya koyduğu kuralların tümü 

olarak kabul edilen doğal hukuk öğretisi, insanın devletten önce ve devlet 

gücünün üstünde var olan haklarını temel alır. Bu bağlamda yaşama 

hakkı, özgürlük hakkı ve mülkiyet hakkı, insanın doğal olarak sahip 

olduğu üç temel haktır. Dolayısıyla liberalizmin, insanın en temel özelliği 

ve özü olarak gördüğü özgürlük, bireyin kendine özel bir davranış, 

düşünce, inanç ve mülkiyet alanına sahip olması, baskı ve zorlama altında 

kalmaksızın dilediğini yapabilmesi ve istediği gibi davranabilmesidir.  

Anlaşılacağı gibi liberalizmin bu özgürlük tanımı, “negatif özgürlük” 

olarak adlandırılan, bireyin dışarıdan gelen bir zorlama altında 

kalmaksızın davranabilmesi, herhangi bir davranış, tutum, inanç ve 

düşünce kalıbıyla yükümlü tutulmaması anlamında bir özgürlüktür 

(Hayek, 1995: 61-65). Bireyin herhangi bir dış müdahaleye uğramadan 

davranabildiği, düşünebildiği ve inanabildiği alan ne kadar geniş ise, 

özgürlüğü de o denli geniştir. Bu açıdan liberalizmin negatif özgürlüğü, 

daha önce de değinildiği gibi “bir şeyden özgürlük”tür ve burada asıl 

olan, özgürlüğün bireye “bir şey” sağlaması değil, onu dış baskı ve 

zorlamalardan korumasıdır.  

Liberal özgürlük üzerine en kapsamlı görüşleri öne süren Constant’a 

göre, modern özgürlük anlayışı, eski çağların –örneğin antik Yunan’ın- 

özgürlük anlayışından çok farklıdır. Eskilerin özgürlüğe verdikleri anlam 

köle olmama ve yurttaş olarak siyasal yaşama katılma hakkı ile sınırlı 

kalırken, modern özgürlük, bireyin yalnızca yasalara uyması ve yasaların 

sınırlamadığı her şeyi yapabilmesidir (Göze, 2000: 241-242). Bu 



Fatih TÜRE 

42

bakımdan liberal özgürlük, yaşam, düşünce, inanç, basın, ekonomik 



girişim gibi yaşamın tüm alanlarını kapsayan bir özgürlüktür. Yine 

Constant’ın “Kişilere yasaklanmayan her şey müsaade edilmiş demektir; 



siyasal iktidarlar için ise, izin verilmemiş her şey yasaklanmıştır” sözü, 

liberalizmin özgürlük anlayışını özetler.  

 

2.1.3.Sınırlı Devlet   

Liberalizmde asıl olan bireyin özgürlüğü ve bunun korunmasıdır. 

Nitekim liberalizm denildiğinde ilk akla gelen ve bu düşüncenin en 

büyük ideologu olan Locke’un kuramının özü, insanların yaşamları, 

özgürlükleri ve mülkiyetleri üzerinde mutlak egemen oldukları, devletin 

varlık nedeninin ise, bireyin söz konusu haklarını garanti altına almak ve 

korumak olduğudur.  

Bir toplumsal sözleşme kuramcısı olan Locke’a göre, devlet öncesi 

doğa durumu, insanların birbirleri üzerinde baskı kurmadığı ve herkesin 

özgür biçimde yaşadığı bir dönemdir. Bu dönemdeki tek sorun ya da 

eksiklik, herkesin, hak ve özgürlüklerine yönelik saldırıları önleme ve 

doğal cezalandırma yetkisini kendisinin kullanmasıydı. Açıkçası böyle 

bir yetki, herkesin herkesi cezalandırabileceği ve dolayısıyla Hobbes’un 

“herkesin herkesle savaştığı dönem” dediği bir kaos ortamı olasılığını 

içermektedir. Sonuçta ise insanlar aralarında yapmış oldukları bir 

sözleşme ile, doğal durumda sahip oldukları bu cezalandırma yetkisini 

topluma, dolayısıyla devlete devretmişler ve söz konusu düzensizlik ve 

çatışma olasılığını ortadan kaldırmışlardır. Burada devlet, sözleşmeye 

taraf olduğu için sorumlu ve sınırlı yetkilidir; insanlar, hak ve 

özgürlüklerini değil bunları koruma ve cezalandırma yetkisini sözleşmeye 

konu yaptıkları için, devletin yetkili olduğu alan güvenlik ve adaletle 

sınırlandırılmıştır. Dolayısıyla devletin amacı kendiliğinden ortaya 

çıkmaktadır: Doğal durumdaki özgürlükleri korumak.  

Locke’un –dolayısıyla liberalizmin- bu savı ile kişinin doğal durumda 

sahip olduğu yaşam, özgürlük ve mülkiyet üzerindeki hakların korunması 

devletin birincil görevidir. Kişinin özgür alanını belirleyen bu doğal, 

vazgeçilmez haklar aynı zamanda devletin sınırlarını da çizer ve bu 

sınırları  aşan devlet meşruiyetini yitirir. Görüldüğü gibi bu tür bir 

varsayım, devletin etkinlik alanının, kendisine devredilen güçlerin ya da 



SÜ İİBF Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi 

43

yetkilerin sınırları içinde kalması yargısına doğru kolaylıkla kayar. 



Devlet, söz konusu sınırların dışına çıktığında, bir “istilacı”ya dönüşür 

(Lipson, 2005: 176).  

Bu aşamada akla gelen ilk ve temel soru şudur: Devletin kendi yetki 

ve etki alanının içinde kalmasını sağlayacak ve dolayısıyla bir istilacıya 

dönüşmesini engelleyecek olan nedir? Başta Locke olmak üzere 

liberallerin buna verdikleri yanıt hukuk devleti ve güçler ayrılığı 

olmuştur. Daha açık bir deyişle liberalizm, devlete devlet olmanın en 

önemli işlevi olarak, insanların özgürlüklerini ve doğuştan geldiği ileri 

sürülen haklarını tanımak ve korumak zorunda olan bir “hukuk devleti” 

olma işlevi, bir bekçi devlet görevi yüklemiştir. Nitekim 1688 İngiliz 

Haklar Bildirgesi, 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, 1787 

Amerikan Anayasası ve 1789 Fransız Yurttaş ve İnsan Hakları 

Beyannamesi gibi bu zaman diliminin hukuksal metinleri, devlet 

tanımındaki söz konusu değişimi kabul ve ilan etmişlerdir. Bundan böyle 

hak ve özgürlüklerin devlet tarafından verilmediği, fakat onun tarafından 

tanındığı ve korunduğu anlayışı egemen olacaktır; devlet, hukuku yapan, 

ancak yaptığı hukukla kendisini de sınırlandıran devlettir ve bu 

sınırlamanın kriteri, insanların temel hak ve özgürlükleridir.  

Öte yandan temel hak ve özgürlükler kriterine göre gerçekleşecek 

sınırlamayı yapacak ve denetleyecek olan unsur ise, devletin kural 

koymak, kuralları uygulamak ve söz konusu uygulamayı denetlemek 

biçimindeki üç temel işlevini, açıkçası yasama, yürütme ve yargı erklerini 

farklı ellere vermek, bunlar arasındaki ilişkiler yoluyla bütün olarak 

devleti, kendi sınırları içinde tutmaktır. Açıkçası liberal düşünceye göre 

devletin sınırı, bireylerin temel hak ve özgürlükleri, bu sınırlamayı 

gerçekleştirecek olan ise yine devletin kendisidir.  

 

2.1.4.Faydacılık  

Locke ile başlayan özgürlükçü kuram, özellikle Anglo-Sakson 

liberalizminde önemli bir yeri olan Faydacı Okul’un önde gelen isimleri 

Bentham ve Mill ile birlikte ciddi değişimlere uğramıştır. Bentham’a göre 

insan, doğası gereği kendisine haz veren şeyleri ister ve yapar; kendisine 

maliyet yükleyen şeylerden ise kaçınır. Haz ve mutluluk tek ve gerçek 

iyidir. Bu yaklaşım, liberalizme “özel çıkarın maksimizasyonu” anlamına 



Fatih TÜRE 

44

gelen faydacılığı eklemlemiştir; insanların davranışları sınırlanmadığı ve 



baskı altında tutulmadığı sürece, gerçek mutluluğa ve refaha ulaşmak 

mümkündür. Başka bir ifade ile bireylerin kendi mutlulukları peşinde 

koşmaları sonucu toplumun mutluluğu da gerçekleşmiş olacaktır (Aktan, 

1995: 8-9).  

Toplumsal sözleşme kuramını, doğal hukuku ve doğal hakları 

kesinlikle reddeden Bentham’a göre, bir eylem, bir doğal hukuk kuralı ile 

uyumlu olduğu için değil yalnızca mutluluk ürettiği için haklıdır. 

Devletin olmadığı yerde hukuktan, devletten önce de hukukun 

varlığından söz edilemez. Hukuk, her yerde ve her zaman devlet otoritesi 

ile yaptırıma bağlanmış kurallar toplamı anlamına gelir. Devlete itaatın 

gerçek nedeni de faydadır. Çünkü hukukun en önemli hedefi güvenliğin 

sağlanmasıdır ve hukukun amaçları arasında özgürlüğün yeri yoktur. 

Özgürlük, ancak güvenlik, yani devletin zorlama gücü ile bir anlam 

kazanır (Yayla, 1992: 80-81).  

Bu yaklaşım, liberalizmin insan tipi olan “homo economicus”un da 

dayanağını oluşturur.  İnsan, yapısı gereği rasyonel ve tutarlı tercihlerde 

bulunmaya yatkındır. Dolayısıyla bireylerin rasyonel seçim ve etkinlikleri 

sonucunda, hem kendilerinin hem de toplumun çıkarı azamileşir. 

Liberalizm, bunun dışında kamusal ya da ulusal çıkarı özel çıkardan 

üstün görmez. Burada bireycilik, sınırlı devlet ve faydacılık unsurları 

birarada düşünüldüğünde ise ortaya liberalizmin ekonomik düzen 

konusundaki görüşü çıkar. Piyasa ekonomisi ya da açıkçası kapitalizm 

adı verilen bu sistemin özü, rekabete dayalı olarak sermayedar açısından 

karın, çalışan açısından ücretin ve tüketici açısından da faydanın 

azamileştirilmesi amacını güden maksimist bir çerçevede, özel mülkiyet, 

miras, sözleşme yapma, girişim serbestliği gibi ilkelerin güvence altına 

alınmış olduğu ve devletin genel olarak ekonomik ilişkilere, özel olarak 

ise fiyat mekanizmasının işleyişine müdahale etmediği bir model 

olmasıdır (Aktan, 1994: 25).   

James Mill ise, liberalizmin ekonomik değil siyasal yorumunu 

faydacılıkla temellendirmiştir. Daha açık bir deyişle, toplumda hiç 

değilse ortalama bir eğitimden geçmiş olanların, oy haklarını kendi 

kişisel çıkarlarına uygun yönde kullanabilme yeteneğinde olduklarını ileri 

sürerek oy hakkının genişletilmesini savunmuştur. Böylece herkes kendi 

çıkarını izleyip fayda maksimizasyonu çabasına girişince “en büyük 



SÜ İİBF Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi 

45

sayının en büyük mutluluğu”na erişilecektir. Dolayısıyla ona göre, oy 



hakkının genişletilmesi, kişisel ve sınıfsal çıkarlarla toplumsal çıkarlar 

arasındaki çelişkiyi ortadan kaldıracak, toplumsal boyutta bir uzlaşma 

gerçekleşecektir.  

 

2.1.5.Bilgi Kuramı  

Birey, özgürlük, devlet ve ekonomi gibi alanlarda söyleyecek çok 

sözü bulunan liberal düşüncenin bilgi, gerçek ve varlık gibi epistemolojik 

konularda ise neredeyse dilsiz olduğu söylenebilir. Açıkçası, aynı 

zamanda ampirizmin de kurucuları arasında yer alan Locke dışında, 

epistemolojiye eğilen klasik liberal düşünür yoktur

. Bu bağlamda 



Locke’un bilgi felsefesi ele alındığında, öncelikle dogmatizmin 

eleştirildiği, ardından ise ampirik yöntemin temellerinin atıldığı görülür.  

XVII.yy. sonlarına kadar etkinliğini sürdüren feodal aristokratik 

düşünüş, bilginin kaynağının algı, duyum, gözlem değil “deney-öncesi (a 

priori)” olduğunu benimseyen dogmatik bir tutuma sahipti. Söz konusu 

dogmaya ise Katolik Kilisesi’nin resmi düşüncesi yani dinsel bir renk 

egemendi. Sonuçta ise Kilise’nin onayladığı feodal aristokratik toplum 

düzeni ve kurumları, tanrısal, evrensel, değişmez bir düzen olarak 

görülüyor ve gösteriliyordu. Kilisenin dogmatik düşünce kalıplarının 

dışında kalan ve yalnızca dinsel değil dünya düzeni ile de ilgili bilgiler 

doğru bilgi olamazdı.  

İşte Locke, İnsan Zihni Üzerine Deneme adlı yapıtında bu dogmatik 

bilgiyi hedef alır. Eğer insan bilgisi deney-öncesi olsaydı, her insan, 

doğuştan gelen ve birbirleriyle aynı düzeyde olan bilgiye sahip olacaktı. 

Oysa insanlar arasında bilgi düzeyi açısından böyle bir denklik hiçbir 

zaman söz konusu olamaz. Açıkçası Locke’a göre, insanların kafasında 

ne doğuştan gelen kuramsal birtakım bilgiler, ne de doğuştan pratik 

önermeler vardır. Dahası Aydınlanma Dönemi ve Sanayi Devrimi, doğal 

bilimlerdeki gelişmeler ve teknolojideki buluşlarla temellenmişti. Bu 

gelişme ve buluşlar ise, dogmatik ilkelerden ya da Kilise 

dokümanlarından değil, insanların madde ile olan ilişkilerinden ve 

deneylerden doğmuştu. Öyleyse bilginin kaynağı, insanın dışındaki 

dünyadan duyu organları ile sağlanan algılar ve deneyimdir. İnsan zihni, 

                                                 

 Bir nominalist olan Jeremy Bentham’ı bu sınıflandırmanın dışında tutmak gerekir.  




Fatih TÜRE 

46

doğuşta  tabula rasa (boş bir beyaz sayfa) gibidir; algıların zihinde 



bıraktığı izlenimlerin zamanla biçimlenmesi deneyimleri, deneyimler ise 

bilgiyi doğurmaktadır (Şenel, 1986: 430-431).  

Ampirizm olarak adlandırılan bu yöntem, bilgilerin doğuştan geldiği 

dogmasına dayanan aristokratik tezleri dayanaksız bırakmıştır. Bu 

durumda toplumsal ve siyasal yapıların tanrısal, evrensel, değişmez 

olduklarını öne süren aristokratik tezler de, aynı temelden geldikleri için 

geçerliliklerini yitirmişlerdir.  

 

3. Sofizm – Liberalizm Karşılaştırması  

İ.Ö. V-IV. yy.’larda antik Yunan polislerinde etkinliğini sürdüren 

sofist düşünce ile XVII.-XIX. yy. aralığında özellikle Batı Avrupa’da 

klasik dönemini yaşayan liberalizm arasında, yukarıdaki açıklamalar 

incelendiğinde birtakım benzerlikler olduğu görülmektedir. Her şeyden 

önce ortaya çıktıkları dönem ve temel amaçları bağlamında, her iki akım 

arasında bir koşutluk göze çarpmaktadır. Daha açık bir deyişle, gerek 

sofizm gerek liberalizm, aristokratik toplumsal ve siyasal yapıya ve 

aristokratik dinsel düşünce biçimine bir tepki olarak ortaya çıkmışlar, 

toplumun hiyerarşik ve kastlı yapısının, bu yapının üst örgütlenmesi olan 

aristokratik/monarşik devlet sisteminin ve söz konusu düzenin tanrısal, 

evrensel ve mutlak olduğu yolundaki düşünce biçiminin, yaşam 

karşısındaki yanlışlığını öne sürerek değişim yönünde bir tezi 

savunmuşlardır.  

Amaç, “eski”yi yıkmak olunca, düşünce sisteminin bazı temel 

unsurlarının da söz konusu amaca uygun nitelikler taşıması 

kaçınılmazdır. Bu çerçevede sofistlerin tümünün ele alıp işlediği, 

liberallerde ise yalnızca Locke’un üzerine eğildiği, ancak onun 

düşüncelerinin etkisiyle liberal felsefenin temel kabulleri arasına giren 

bilgi kuramındaki “görecelik” kavramı, “eski”nin yerine “yeni”nin 

inşasında bir araç olarak kullanılmıştır. Bilginin kaynağının duyu 

organlarıyla sağlanan algı olduğundan, algının ise duyu organlarının 

öznelliğinden dolayı kişiye, zemine ve zamana göre değişen bir niteliğe 

sahip bulunduğundan hareketle, bilginin ve dolayısıyla toplumsal/siyasal 

yapıların mutlak, tanrısal, evrensel, dogmatik kavramlar olmadığı 



SÜ İİBF Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi 

47

sonucuna ulaşan bu anlayış, her iki akım tarafından aristokratik dinsel 



yapıların kalıcı olmadığı savına temel oluşturmuştur.  

Söz konusu amaç doğrultusunda bir diğer ortak sav, toplumun ve 

devletin kökeni çerçevesinde ileri sürülen “sözleşmeci kuram”dır. 

Sofistlere göre insanların doğadaki varlıklarını sürdürebilmeleri, kendi 

aralarında dayanışmaya gitmelerini zorunlu kılmıştır. Bu dayanışmanın 

üzerine oturduğu zemin ise, doğa ile mücadelede ortak gereksinimleri 

karşılayacak bir üst otorite, yani devlettir. Anlaşılacağı gibi devlet, insan 

iradesinin ürünü olan bir araçtır; amaç değil.  İnsanlar doğa karşısında 

“güçsüzlükte eşit” durumdadır ve bu nedenle, korunmak amacıyla 

aralarında “eşitçe” anlaşarak kuracakları devlet düzeni içinde, herkesin 

aynı hak ve olanaklardan yararlanması kaçınılmazdır (Göze, 2000: 12). 

Bu yorumun sonuçta demokrasiye ulaşacağı da açıktır. Her ne kadar geç 

dönem sofistlerde devletin kökeni eşitliğe değil güce dayandırılsa da, bu, 

devletin insanın yarattığı bir araç olduğu düşüncesiyle çatışmamaktadır.  

Liberal düşüncenin en büyük ismi olan Locke da, genel felsefesini, 

sözleşme öncesi doğa durumundaki temel hakların, sözleşme ile ortaya 

çıkan devlet karşısındaki niteliği ve konumu üzerine kurmuştur. Bu 

akımdan bir diğer örnek olarak Herbert Spencer da devleti, birbirlerini 

karşılıklı sigorta etmek amacıyla bireylerin kurduğu bir sigorta kurumu 

olarak görmüştür (Yayla, 1992: 94). Ona göre birey, özgürlüğünün 

tümünü kaybetme tehlikesine karşı bir sözleşme ile devleti kurmuş ve 

özgürlüğünün bir kısmını feda etmiştir. Kısacası gerek sofistlerin gerekse 

klasik liberallerin büyük çoğunluğu, toplum sözleşmesi kuramı üzerinde 

hemfikirdirler. Her iki düşünce akımı da toplum ve devleti, amaç değil bir 

araç olarak görmektedir.  

Bireycilik ve bireysel çıkar, sofizm ve liberalizmin kesiştiği bir başka 

noktadır. Bir kere sofistler, evreni değil insanı, insanın mutluluğu 

sorununu ele almışlar ve bu çerçevede “başarılı” insanın mutlu insan 

olacağını ileri sürmüşlerdir. Bu bağlamda bilgiyi de, başarıya götüren 

pratik ve pragmatik niteliğiyle işlemişlerdir. Gerek kişilerin başarı olarak 

belirledikleri hedeflerin farklılığı, gerekse bu hedef farklılığı dolayısıyla 

gereksinim duyulan pratik bilginin farklılığı, birey iradesinin 

belirleyiciliğini ön plana çıkarır. Açıkçası sofistlerin “insan her şeyin 

ölçüsüdür” ilkesi, bireyselliğe ve bireysel seçim hakkına vurgu yapar.  




Fatih TÜRE 

48

Liberalizmin ‘bireycilik’ ve ‘fayda’ anlayışını, en tipik biçimiyle 



Bentham dile getirmiştir. Birey çıkarlarını “gerçek tek çıkar” olarak 

gören Bentham, bireysel çıkarların başka bir çıkar adına feda edilmesine 

razı değildir. Bu nedenle devlet çıkarı ve toplum çıkarı bahaneleriyle 

bireysel çıkarı engelleyen yasalara tümüyle karşıdır (Yayla, 1992: 82). 

Aynı bağlamda olmak üzere Spencer da, bireyci toplumun, insanlığın 

evriminde daha yüksek bir düzeyi temsil ettiğini savunmuş ve temel 

olarak da endüstriyi göstermiştir. Mill’in “en büyük sayının en büyük 

mutluluğu” ilkesi ise, bireysel çıkar ile toplumsal çıkar ilişkisini ortak bir 

düzlemde bağdaştırmayı amaçlar.  

 

Sonuç 

Düşünce tarihi üzerine yapılan anakronik çalışmalarda, tarihin belirli 

bir aşamasında düşünülen, üretilen, yazılan kavramlar kullanılarak, 

tarihin ilerleyen dönemleri açıklanmaya çalışılır.  İlk bakışta bu 

çalışmanın da anakronik bir nitelik taşıdığı izlenimi doğabilir. Ancak 

öncelikle şu noktanın açıklanması gereklidir ki, bu yazıda antik Yunan’ın 

sofist düşüncesinden hareketle modernizmin liberal düşüncesinin 

açıklanması amaçlanmamış, yalnızca her iki akımın benzer yönleri 

üzerinde bir düşünce egzersizi yapılmaya çalışılmıştır.  

Bu çerçevede, antik Yunan’ın sofist düşünürlerini, tarihteki ilk 

liberaller olarak algılamak, tezlerini de “erken liberalizm” biçiminde 

tanımlamak çok aşırı zorlama bir yorumdur. Bununla birlikte her iki 

düşünce akımının insan, birey, fayda, devletin kökeni ve niteliği gibi 

kavramlarla sınırlı bir alan üzerindeki yaklaşımları ele alındığında, klasik 

liberal düşünürleri, modern çağın sofistleri olarak nitelemek, birinciye 

göre zorlama katsayısı daha düşük bir yorum olacaktır.  

 

Kaynakça  

Ağaoğulları, M. Ali (1989); Eski Yunan’da Siyaset Felsefesi

Ankara: Teori Yayınları.  

Aktan, Coşkun Can (1994); Gerçek Liberalizm Nedir?, İstanbul: T 

Yayınları.  




SÜ İİBF Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi 

49

Aktan, Coşkun Can (1995); “Klasik Liberalizm, Neo-Liberalizm ve 



Libertarianizm”, Amme İdaresi Dergisi, cilt 28, sayı 1.  

Eflatun (1973); Devlet, İstanbul: Hürriyet Yayınları.  

Elma, Fikret (1992); “Liberal Düşünce Geleneğinin Oluşumu ve John 

Locke”, Journal of Qafqaz University, Number 9, Spring.  

Erkal, Mustafa ve BALOĞLU, Burhan ve Filiz (1997); Ansiklopedik 

Sosyoloji Sözlüğü, İstanbul: Der Yayınları.  

Göze, Ayferi (2000); Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, 9. Basım, 

İstanbul: Beta Yayınları.  

Hayek, Friedrich A. (1995); Kanun, Yasama Faaliyeti ve Özgürlük 



– II, Sosyal Adalet Serabı, (çev. Mustafa Erdoğan), İstanbul: Türkiye İş 

Bankası Yayını.  

Held, David (1987); Models of Democracy, Cambridge: Polity Press.  

İşçi, Metin (2004); Siyasi Düşünceler Tarihi,  İstanbul: Der 

Yayınları.  

Kranz, Walter (1984); Antik Felsefe, (çev. Suat Y. Baydur), İstanbul: 

Sosyal Yayınlar.  

Lipson, Leslie (2005); Siyasetin Temel Sorunları, (çev. Fügen 

Yavuz), İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayını.  

Şenel, Alaaddin (1986); Siyasal Düşünceler Tarihi, Ankara: Teori 

Yayınları.  

Yayla, Atilla (1992); Liberalizm, Ankara: Turhan Kitabevi.   



Yüklə 173,75 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə