SÜ İİBF Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi
41
Bunun için ise birey özgür olmalıdır. Dolayısıyla bireycilik ve özgürlük,
birbirlerini bütünleyen, biri olmadan diğerinin anlamını yitirdiği
kavramlardır. Bu çerçevede liberalizm, bireysel özgürlüğü temele oturtan
bir yaklaşımdır. Nitekim liberal düşünürler, faydacılık, doğal hukuk,
demokrasi gibi konularda farklı düşünceler üretseler de, bireycilik ve
özgürlük konusunda adeta birbirlerinin düşüncelerini yinelemişlerdir.
Öncelikle şu noktayı belirtmek gerekir ki özgürlük, yalnızca liberal
düşünceye özgü, bir tek onun ele aldığı ve savunduğu bir kavram
değildir. Nitekim sosyalizmden anarşizme, hatta faşizme kadar bir çok
düşünce ve ideoloji, özgürlük üzerine eğilmişlerdir. Bu nedenle değişik
özgürlük tanımları ve anlayışları bulunmaktadır.
Klasik liberal kurama –özellikle Locke’a- göre doğada var olan, insan
aklının vicdan süzgecinden geçirerek ortaya koyduğu kuralların tümü
olarak kabul edilen doğal hukuk öğretisi, insanın devletten önce ve devlet
gücünün üstünde var olan haklarını temel alır. Bu bağlamda yaşama
hakkı, özgürlük hakkı ve mülkiyet hakkı, insanın doğal olarak sahip
olduğu üç temel haktır. Dolayısıyla liberalizmin, insanın en temel özelliği
ve özü olarak gördüğü özgürlük, bireyin kendine özel bir davranış,
düşünce, inanç ve mülkiyet alanına sahip olması, baskı ve zorlama altında
kalmaksızın dilediğini yapabilmesi ve istediği gibi davranabilmesidir.
Anlaşılacağı gibi liberalizmin bu özgürlük tanımı, “negatif özgürlük”
olarak adlandırılan, bireyin dışarıdan gelen bir zorlama altında
kalmaksızın davranabilmesi, herhangi bir davranış, tutum, inanç ve
düşünce kalıbıyla yükümlü tutulmaması anlamında bir özgürlüktür
(Hayek, 1995: 61-65). Bireyin herhangi bir dış müdahaleye uğramadan
davranabildiği, düşünebildiği ve inanabildiği alan ne kadar geniş ise,
özgürlüğü de o denli geniştir. Bu açıdan liberalizmin negatif özgürlüğü,
daha önce de değinildiği gibi “bir şeyden özgürlük”tür ve burada asıl
olan, özgürlüğün bireye “bir şey” sağlaması değil, onu dış baskı ve
zorlamalardan korumasıdır.
Liberal özgürlük üzerine en kapsamlı görüşleri öne süren Constant’a
göre, modern özgürlük anlayışı, eski çağların –örneğin antik Yunan’ın-
özgürlük anlayışından çok farklıdır. Eskilerin özgürlüğe verdikleri anlam
köle olmama ve yurttaş olarak siyasal yaşama katılma hakkı ile sınırlı
kalırken, modern özgürlük, bireyin yalnızca yasalara uyması ve yasaların
sınırlamadığı her şeyi yapabilmesidir (Göze, 2000: 241-242). Bu
Fatih TÜRE
42
bakımdan liberal özgürlük, yaşam, düşünce, inanç, basın, ekonomik
girişim gibi yaşamın tüm alanlarını kapsayan bir özgürlüktür. Yine
Constant’ın “Kişilere yasaklanmayan her şey müsaade edilmiş demektir;
siyasal iktidarlar için ise, izin verilmemiş her şey yasaklanmıştır” sözü,
liberalizmin özgürlük anlayışını özetler.
2.1.3.Sınırlı Devlet
Liberalizmde asıl olan bireyin özgürlüğü ve bunun korunmasıdır.
Nitekim liberalizm denildiğinde ilk akla gelen ve bu düşüncenin en
büyük ideologu olan Locke’un kuramının özü, insanların yaşamları,
özgürlükleri ve mülkiyetleri üzerinde mutlak egemen oldukları, devletin
varlık nedeninin ise, bireyin söz konusu haklarını garanti altına almak ve
korumak olduğudur.
Bir toplumsal sözleşme kuramcısı olan Locke’a göre, devlet öncesi
doğa durumu, insanların birbirleri üzerinde baskı kurmadığı ve herkesin
özgür biçimde yaşadığı bir dönemdir. Bu dönemdeki tek sorun ya da
eksiklik, herkesin, hak ve özgürlüklerine yönelik saldırıları önleme ve
doğal cezalandırma yetkisini kendisinin kullanmasıydı. Açıkçası böyle
bir yetki, herkesin herkesi cezalandırabileceği ve dolayısıyla Hobbes’un
“herkesin herkesle savaştığı dönem” dediği bir kaos ortamı olasılığını
içermektedir. Sonuçta ise insanlar aralarında yapmış oldukları bir
sözleşme ile, doğal durumda sahip oldukları bu cezalandırma yetkisini
topluma, dolayısıyla devlete devretmişler ve söz konusu düzensizlik ve
çatışma olasılığını ortadan kaldırmışlardır. Burada devlet, sözleşmeye
taraf olduğu için sorumlu ve sınırlı yetkilidir; insanlar, hak ve
özgürlüklerini değil bunları koruma ve cezalandırma yetkisini sözleşmeye
konu yaptıkları için, devletin yetkili olduğu alan güvenlik ve adaletle
sınırlandırılmıştır. Dolayısıyla devletin amacı kendiliğinden ortaya
çıkmaktadır: Doğal durumdaki özgürlükleri korumak.
Locke’un –dolayısıyla liberalizmin- bu savı ile kişinin doğal durumda
sahip olduğu yaşam, özgürlük ve mülkiyet üzerindeki hakların korunması
devletin birincil görevidir. Kişinin özgür alanını belirleyen bu doğal,
vazgeçilmez haklar aynı zamanda devletin sınırlarını da çizer ve bu
sınırları aşan devlet meşruiyetini yitirir. Görüldüğü gibi bu tür bir
varsayım, devletin etkinlik alanının, kendisine devredilen güçlerin ya da
SÜ İİBF Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi
43
yetkilerin sınırları içinde kalması yargısına doğru kolaylıkla kayar.
Devlet, söz konusu sınırların dışına çıktığında, bir “istilacı”ya dönüşür
(Lipson, 2005: 176).
Bu aşamada akla gelen ilk ve temel soru şudur: Devletin kendi yetki
ve etki alanının içinde kalmasını sağlayacak ve dolayısıyla bir istilacıya
dönüşmesini engelleyecek olan nedir? Başta Locke olmak üzere
liberallerin buna verdikleri yanıt hukuk devleti ve güçler ayrılığı
olmuştur. Daha açık bir deyişle liberalizm, devlete devlet olmanın en
önemli işlevi olarak, insanların özgürlüklerini ve doğuştan geldiği ileri
sürülen haklarını tanımak ve korumak zorunda olan bir “hukuk devleti”
olma işlevi, bir bekçi devlet görevi yüklemiştir. Nitekim 1688 İngiliz
Haklar Bildirgesi, 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, 1787
Amerikan Anayasası ve 1789 Fransız Yurttaş ve İnsan Hakları
Beyannamesi gibi bu zaman diliminin hukuksal metinleri, devlet
tanımındaki söz konusu değişimi kabul ve ilan etmişlerdir. Bundan böyle
hak ve özgürlüklerin devlet tarafından verilmediği, fakat onun tarafından
tanındığı ve korunduğu anlayışı egemen olacaktır; devlet, hukuku yapan,
ancak yaptığı hukukla kendisini de sınırlandıran devlettir ve bu
sınırlamanın kriteri, insanların temel hak ve özgürlükleridir.
Öte yandan temel hak ve özgürlükler kriterine göre gerçekleşecek
sınırlamayı yapacak ve denetleyecek olan unsur ise, devletin kural
koymak, kuralları uygulamak ve söz konusu uygulamayı denetlemek
biçimindeki üç temel işlevini, açıkçası yasama, yürütme ve yargı erklerini
farklı ellere vermek, bunlar arasındaki ilişkiler yoluyla bütün olarak
devleti, kendi sınırları içinde tutmaktır. Açıkçası liberal düşünceye göre
devletin sınırı, bireylerin temel hak ve özgürlükleri, bu sınırlamayı
gerçekleştirecek olan ise yine devletin kendisidir.
2.1.4.Faydacılık
Locke ile başlayan özgürlükçü kuram, özellikle Anglo-Sakson
liberalizminde önemli bir yeri olan Faydacı Okul’un önde gelen isimleri
Bentham ve Mill ile birlikte ciddi değişimlere uğramıştır. Bentham’a göre
insan, doğası gereği kendisine haz veren şeyleri ister ve yapar; kendisine
maliyet yükleyen şeylerden ise kaçınır. Haz ve mutluluk tek ve gerçek
iyidir. Bu yaklaşım, liberalizme “özel çıkarın maksimizasyonu” anlamına
Fatih TÜRE
44
gelen faydacılığı eklemlemiştir; insanların davranışları sınırlanmadığı ve
baskı altında tutulmadığı sürece, gerçek mutluluğa ve refaha ulaşmak
mümkündür. Başka bir ifade ile bireylerin kendi mutlulukları peşinde
koşmaları sonucu toplumun mutluluğu da gerçekleşmiş olacaktır (Aktan,
1995: 8-9).
Toplumsal sözleşme kuramını, doğal hukuku ve doğal hakları
kesinlikle reddeden Bentham’a göre, bir eylem, bir doğal hukuk kuralı ile
uyumlu olduğu için değil yalnızca mutluluk ürettiği için haklıdır.
Devletin olmadığı yerde hukuktan, devletten önce de hukukun
varlığından söz edilemez. Hukuk, her yerde ve her zaman devlet otoritesi
ile yaptırıma bağlanmış kurallar toplamı anlamına gelir. Devlete itaatın
gerçek nedeni de faydadır. Çünkü hukukun en önemli hedefi güvenliğin
sağlanmasıdır ve hukukun amaçları arasında özgürlüğün yeri yoktur.
Özgürlük, ancak güvenlik, yani devletin zorlama gücü ile bir anlam
kazanır (Yayla, 1992: 80-81).
Bu yaklaşım, liberalizmin insan tipi olan “homo economicus”un da
dayanağını oluşturur. İnsan, yapısı gereği rasyonel ve tutarlı tercihlerde
bulunmaya yatkındır. Dolayısıyla bireylerin rasyonel seçim ve etkinlikleri
sonucunda, hem kendilerinin hem de toplumun çıkarı azamileşir.
Liberalizm, bunun dışında kamusal ya da ulusal çıkarı özel çıkardan
üstün görmez. Burada bireycilik, sınırlı devlet ve faydacılık unsurları
birarada düşünüldüğünde ise ortaya liberalizmin ekonomik düzen
konusundaki görüşü çıkar. Piyasa ekonomisi ya da açıkçası kapitalizm
adı verilen bu sistemin özü, rekabete dayalı olarak sermayedar açısından
karın, çalışan açısından ücretin ve tüketici açısından da faydanın
azamileştirilmesi amacını güden maksimist bir çerçevede, özel mülkiyet,
miras, sözleşme yapma, girişim serbestliği gibi ilkelerin güvence altına
alınmış olduğu ve devletin genel olarak ekonomik ilişkilere, özel olarak
ise fiyat mekanizmasının işleyişine müdahale etmediği bir model
olmasıdır (Aktan, 1994: 25).
James Mill ise, liberalizmin ekonomik değil siyasal yorumunu
faydacılıkla temellendirmiştir. Daha açık bir deyişle, toplumda hiç
değilse ortalama bir eğitimden geçmiş olanların, oy haklarını kendi
kişisel çıkarlarına uygun yönde kullanabilme yeteneğinde olduklarını ileri
sürerek oy hakkının genişletilmesini savunmuştur. Böylece herkes kendi
çıkarını izleyip fayda maksimizasyonu çabasına girişince “en büyük
SÜ İİBF Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi
45
sayının en büyük mutluluğu”na erişilecektir. Dolayısıyla ona göre, oy
hakkının genişletilmesi, kişisel ve sınıfsal çıkarlarla toplumsal çıkarlar
arasındaki çelişkiyi ortadan kaldıracak, toplumsal boyutta bir uzlaşma
gerçekleşecektir.
2.1.5.Bilgi Kuramı
Birey, özgürlük, devlet ve ekonomi gibi alanlarda söyleyecek çok
sözü bulunan liberal düşüncenin bilgi, gerçek ve varlık gibi epistemolojik
konularda ise neredeyse dilsiz olduğu söylenebilir. Açıkçası, aynı
zamanda ampirizmin de kurucuları arasında yer alan Locke dışında,
epistemolojiye eğilen klasik liberal düşünür yoktur
∗
. Bu bağlamda
Locke’un bilgi felsefesi ele alındığında, öncelikle dogmatizmin
eleştirildiği, ardından ise ampirik yöntemin temellerinin atıldığı görülür.
XVII.yy. sonlarına kadar etkinliğini sürdüren feodal aristokratik
düşünüş, bilginin kaynağının algı, duyum, gözlem değil “deney-öncesi (a
priori)” olduğunu benimseyen dogmatik bir tutuma sahipti. Söz konusu
dogmaya ise Katolik Kilisesi’nin resmi düşüncesi yani dinsel bir renk
egemendi. Sonuçta ise Kilise’nin onayladığı feodal aristokratik toplum
düzeni ve kurumları, tanrısal, evrensel, değişmez bir düzen olarak
görülüyor ve gösteriliyordu. Kilisenin dogmatik düşünce kalıplarının
dışında kalan ve yalnızca dinsel değil dünya düzeni ile de ilgili bilgiler
doğru bilgi olamazdı.
İşte Locke, İnsan Zihni Üzerine Deneme adlı yapıtında bu dogmatik
bilgiyi hedef alır. Eğer insan bilgisi deney-öncesi olsaydı, her insan,
doğuştan gelen ve birbirleriyle aynı düzeyde olan bilgiye sahip olacaktı.
Oysa insanlar arasında bilgi düzeyi açısından böyle bir denklik hiçbir
zaman söz konusu olamaz. Açıkçası Locke’a göre, insanların kafasında
ne doğuştan gelen kuramsal birtakım bilgiler, ne de doğuştan pratik
önermeler vardır. Dahası Aydınlanma Dönemi ve Sanayi Devrimi, doğal
bilimlerdeki gelişmeler ve teknolojideki buluşlarla temellenmişti. Bu
gelişme ve buluşlar ise, dogmatik ilkelerden ya da Kilise
dokümanlarından değil, insanların madde ile olan ilişkilerinden ve
deneylerden doğmuştu. Öyleyse bilginin kaynağı, insanın dışındaki
dünyadan duyu organları ile sağlanan algılar ve deneyimdir. İnsan zihni,
∗
Bir nominalist olan Jeremy Bentham’ı bu sınıflandırmanın dışında tutmak gerekir.
Fatih TÜRE
46
doğuşta tabula rasa (boş bir beyaz sayfa) gibidir; algıların zihinde
bıraktığı izlenimlerin zamanla biçimlenmesi deneyimleri, deneyimler ise
bilgiyi doğurmaktadır (Şenel, 1986: 430-431).
Ampirizm olarak adlandırılan bu yöntem, bilgilerin doğuştan geldiği
dogmasına dayanan aristokratik tezleri dayanaksız bırakmıştır. Bu
durumda toplumsal ve siyasal yapıların tanrısal, evrensel, değişmez
olduklarını öne süren aristokratik tezler de, aynı temelden geldikleri için
geçerliliklerini yitirmişlerdir.
3. Sofizm – Liberalizm Karşılaştırması
İ.Ö. V-IV. yy.’larda antik Yunan polislerinde etkinliğini sürdüren
sofist düşünce ile XVII.-XIX. yy. aralığında özellikle Batı Avrupa’da
klasik dönemini yaşayan liberalizm arasında, yukarıdaki açıklamalar
incelendiğinde birtakım benzerlikler olduğu görülmektedir. Her şeyden
önce ortaya çıktıkları dönem ve temel amaçları bağlamında, her iki akım
arasında bir koşutluk göze çarpmaktadır. Daha açık bir deyişle, gerek
sofizm gerek liberalizm, aristokratik toplumsal ve siyasal yapıya ve
aristokratik dinsel düşünce biçimine bir tepki olarak ortaya çıkmışlar,
toplumun hiyerarşik ve kastlı yapısının, bu yapının üst örgütlenmesi olan
aristokratik/monarşik devlet sisteminin ve söz konusu düzenin tanrısal,
evrensel ve mutlak olduğu yolundaki düşünce biçiminin, yaşam
karşısındaki yanlışlığını öne sürerek değişim yönünde bir tezi
savunmuşlardır.
Amaç, “eski”yi yıkmak olunca, düşünce sisteminin bazı temel
unsurlarının da söz konusu amaca uygun nitelikler taşıması
kaçınılmazdır. Bu çerçevede sofistlerin tümünün ele alıp işlediği,
liberallerde ise yalnızca Locke’un üzerine eğildiği, ancak onun
düşüncelerinin etkisiyle liberal felsefenin temel kabulleri arasına giren
bilgi kuramındaki “görecelik” kavramı, “eski”nin yerine “yeni”nin
inşasında bir araç olarak kullanılmıştır. Bilginin kaynağının duyu
organlarıyla sağlanan algı olduğundan, algının ise duyu organlarının
öznelliğinden dolayı kişiye, zemine ve zamana göre değişen bir niteliğe
sahip bulunduğundan hareketle, bilginin ve dolayısıyla toplumsal/siyasal
yapıların mutlak, tanrısal, evrensel, dogmatik kavramlar olmadığı
SÜ İİBF Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi
47
sonucuna ulaşan bu anlayış, her iki akım tarafından aristokratik dinsel
yapıların kalıcı olmadığı savına temel oluşturmuştur.
Söz konusu amaç doğrultusunda bir diğer ortak sav, toplumun ve
devletin kökeni çerçevesinde ileri sürülen “sözleşmeci kuram”dır.
Sofistlere göre insanların doğadaki varlıklarını sürdürebilmeleri, kendi
aralarında dayanışmaya gitmelerini zorunlu kılmıştır. Bu dayanışmanın
üzerine oturduğu zemin ise, doğa ile mücadelede ortak gereksinimleri
karşılayacak bir üst otorite, yani devlettir. Anlaşılacağı gibi devlet, insan
iradesinin ürünü olan bir araçtır; amaç değil. İnsanlar doğa karşısında
“güçsüzlükte eşit” durumdadır ve bu nedenle, korunmak amacıyla
aralarında “eşitçe” anlaşarak kuracakları devlet düzeni içinde, herkesin
aynı hak ve olanaklardan yararlanması kaçınılmazdır (Göze, 2000: 12).
Bu yorumun sonuçta demokrasiye ulaşacağı da açıktır. Her ne kadar geç
dönem sofistlerde devletin kökeni eşitliğe değil güce dayandırılsa da, bu,
devletin insanın yarattığı bir araç olduğu düşüncesiyle çatışmamaktadır.
Liberal düşüncenin en büyük ismi olan Locke da, genel felsefesini,
sözleşme öncesi doğa durumundaki temel hakların, sözleşme ile ortaya
çıkan devlet karşısındaki niteliği ve konumu üzerine kurmuştur. Bu
akımdan bir diğer örnek olarak Herbert Spencer da devleti, birbirlerini
karşılıklı sigorta etmek amacıyla bireylerin kurduğu bir sigorta kurumu
olarak görmüştür (Yayla, 1992: 94). Ona göre birey, özgürlüğünün
tümünü kaybetme tehlikesine karşı bir sözleşme ile devleti kurmuş ve
özgürlüğünün bir kısmını feda etmiştir. Kısacası gerek sofistlerin gerekse
klasik liberallerin büyük çoğunluğu, toplum sözleşmesi kuramı üzerinde
hemfikirdirler. Her iki düşünce akımı da toplum ve devleti, amaç değil bir
araç olarak görmektedir.
Bireycilik ve bireysel çıkar, sofizm ve liberalizmin kesiştiği bir başka
noktadır. Bir kere sofistler, evreni değil insanı, insanın mutluluğu
sorununu ele almışlar ve bu çerçevede “başarılı” insanın mutlu insan
olacağını ileri sürmüşlerdir. Bu bağlamda bilgiyi de, başarıya götüren
pratik ve pragmatik niteliğiyle işlemişlerdir. Gerek kişilerin başarı olarak
belirledikleri hedeflerin farklılığı, gerekse bu hedef farklılığı dolayısıyla
gereksinim duyulan pratik bilginin farklılığı, birey iradesinin
belirleyiciliğini ön plana çıkarır. Açıkçası sofistlerin “insan her şeyin
ölçüsüdür” ilkesi, bireyselliğe ve bireysel seçim hakkına vurgu yapar.
Fatih TÜRE
48
Liberalizmin ‘bireycilik’ ve ‘fayda’ anlayışını, en tipik biçimiyle
Bentham dile getirmiştir. Birey çıkarlarını “gerçek tek çıkar” olarak
gören Bentham, bireysel çıkarların başka bir çıkar adına feda edilmesine
razı değildir. Bu nedenle devlet çıkarı ve toplum çıkarı bahaneleriyle
bireysel çıkarı engelleyen yasalara tümüyle karşıdır (Yayla, 1992: 82).
Aynı bağlamda olmak üzere Spencer da, bireyci toplumun, insanlığın
evriminde daha yüksek bir düzeyi temsil ettiğini savunmuş ve temel
olarak da endüstriyi göstermiştir. Mill’in “en büyük sayının en büyük
mutluluğu” ilkesi ise, bireysel çıkar ile toplumsal çıkar ilişkisini ortak bir
düzlemde bağdaştırmayı amaçlar.
Sonuç
Düşünce tarihi üzerine yapılan anakronik çalışmalarda, tarihin belirli
bir aşamasında düşünülen, üretilen, yazılan kavramlar kullanılarak,
tarihin ilerleyen dönemleri açıklanmaya çalışılır. İlk bakışta bu
çalışmanın da anakronik bir nitelik taşıdığı izlenimi doğabilir. Ancak
öncelikle şu noktanın açıklanması gereklidir ki, bu yazıda antik Yunan’ın
sofist düşüncesinden hareketle modernizmin liberal düşüncesinin
açıklanması amaçlanmamış, yalnızca her iki akımın benzer yönleri
üzerinde bir düşünce egzersizi yapılmaya çalışılmıştır.
Bu çerçevede, antik Yunan’ın sofist düşünürlerini, tarihteki ilk
liberaller olarak algılamak, tezlerini de “erken liberalizm” biçiminde
tanımlamak çok aşırı zorlama bir yorumdur. Bununla birlikte her iki
düşünce akımının insan, birey, fayda, devletin kökeni ve niteliği gibi
kavramlarla sınırlı bir alan üzerindeki yaklaşımları ele alındığında, klasik
liberal düşünürleri, modern çağın sofistleri olarak nitelemek, birinciye
göre zorlama katsayısı daha düşük bir yorum olacaktır.
Kaynakça
Ağaoğulları, M. Ali (1989); Eski Yunan’da Siyaset Felsefesi,
Ankara: Teori Yayınları.
Aktan, Coşkun Can (1994); Gerçek Liberalizm Nedir?, İstanbul: T
Yayınları.
SÜ İİBF Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi
49
Aktan, Coşkun Can (1995); “Klasik Liberalizm, Neo-Liberalizm ve
Libertarianizm”, Amme İdaresi Dergisi, cilt 28, sayı 1.
Eflatun (1973); Devlet, İstanbul: Hürriyet Yayınları.
Elma, Fikret (1992); “Liberal Düşünce Geleneğinin Oluşumu ve John
Locke”, Journal of Qafqaz University, Number 9, Spring.
Erkal, Mustafa ve BALOĞLU, Burhan ve Filiz (1997); Ansiklopedik
Sosyoloji Sözlüğü, İstanbul: Der Yayınları.
Göze, Ayferi (2000); Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, 9. Basım,
İstanbul: Beta Yayınları.
Hayek, Friedrich A. (1995); Kanun, Yasama Faaliyeti ve Özgürlük
– II, Sosyal Adalet Serabı, (çev. Mustafa Erdoğan), İstanbul: Türkiye İş
Bankası Yayını.
Held, David (1987); Models of Democracy, Cambridge: Polity Press.
İşçi, Metin (2004); Siyasi Düşünceler Tarihi, İstanbul: Der
Yayınları.
Kranz, Walter (1984); Antik Felsefe, (çev. Suat Y. Baydur), İstanbul:
Sosyal Yayınlar.
Lipson, Leslie (2005); Siyasetin Temel Sorunları, (çev. Fügen
Yavuz), İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayını.
Şenel, Alaaddin (1986); Siyasal Düşünceler Tarihi, Ankara: Teori
Yayınları.
Yayla, Atilla (1992); Liberalizm, Ankara: Turhan Kitabevi.
Dostları ilə paylaş: |