Modernizm ve post-modernizm sürecinde



Yüklə 36,4 Kb.
tarix01.12.2017
ölçüsü36,4 Kb.
#13282

Bilim Tarihine Bakış

Bir filozof der ki; “Tarih okumak, daha ileriye sıçramak için geriye doğru gerilmektir”. Gerçekten de önümüze bakmak dururken insan neden dönüp geriye doğru bakmak ister. Tarih okumak aslında geleceği kurmak için gereklidir. Bu sadece siyasi tarih için değil, felsefe tarihi, bilim tarihi gibi her tür tarih için geçerlidir.

Bilim tarihi ise bilimi tarihsel yöntemler kullanarak anlamaya çalışan bir etkinliktir ve bilimi anlamanın yolunun onun tarihsel evrimini incelemekten geçtiğine inanır.

Bir bilimsel araştırma etkinliği olarak bilim tarihi, bilimin gündelik hayatı büyük ölçüde etkilediği 20 yy’ ın başlarında ortaya çıkmıştır.

Sistematik bir faaliyet alanı olarak varlığını duyurması ünlü Amerikalı bilim tarihçisi George Sarton’ un “Bilim Tarihi” (History of Science) isimli anıtsal kitabıyla mümkün olmuştur.

Bilim tarihini Türkiye’ de akademik düzleme taşıyan kişi Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı’dır. Bilim tarihçisi tarihi eşit uzunluktaki dönemlere değil de eşit verimlilikteki dönemlere ayırarak inceler (Antik Yunan, Roma, Ortaçağ, Yeniçağ vs.). Sarton der ki; insanlık tarihini 50 yıla sığdırsaydık, insan 49 yılını karnını doyurmak için harcamıştır. Bu metafora göre, yazı son bir yıl içinde bulunmuş, matbaa birkaç dakika önce geliştirilmiş, bilgisayar ise son saniye içinde ortaya çıkmıştır.

Bilim, birkaç büyük adam ve onların yaptıklarından ibaret bir etkinlik değildir. Bu yüzden bilim tarihini sanki bilim adamlarının hayatını anlatan bir konuymuş gibi görmek hatalı olur. Bilim tarihi tek tek fiziğin kimyanın tıpın tarihi de değildir. O en genel anlamda bilimsel düşüncelerin izini sürer. Öyle ki o bu yönüyle aslında insanlık tarihinin kendisidir ve başka hiçbir tarih insanlığın ilerleyişini onun kadar iyi anlatamaz.

Bilimin gelişiminde salt mantıksal ve ussal süreçlerin değil, aynı zamanda metafizik, dinsel, büyüsel, sanatsal ve hepsinden de önemlisi felsefi ögelerin de belirleyici bir rol oynadığı söylenebilir. Öyle ki, her bilimsel kuram hem içinde doğup geliştiği ortamın bir ürünüdür, hem de o ortamı dönüştüren bir paradigma sunar.

Bilim tarihi genellikle Çinle başlar. İlk yazılı bilimsel kayıtlar, astronomi ile ilgilidir. Astronomi, insanlığın ilk ilgilendiği bilim dallarının başında gelir. Çünkü gökyüzü, herkese eşit uzaklıkta ve herkesi büyüleyecek ve hayrete düşürecek bir yapıdadır. Gökcisimlerinin periyodik ve düzenli hareketleri, insanların onu incelemesine imkan vermiş ve onları cezp etmiştir. Öyle ki gökteki cisimlerin bu özelliği, onların zamanı keşfetmelerini ve onu ölçülebilir kılmalarını sağlamış, hatta ülkelerin ve insanların kaderlerinin bunlar tarafından tayin edildiği inancına götürmüştür.

Eski Çinle aşağı yukarı aynı dönemde Eski Hint de de bilimsel üretim başlamıştır. Hintilerin matematiğe katkıları eşsizdir.

Doğudan Batıya gittikçe bilimsel düşünüş Mezapotamya’ ya kaymaya başlamıştır. Sümer ve Babiller matematikten tıpa kadar pek çok alanda önemli katkılar sağlamışlardır. Ay takvimi Babiller tarafından geliştirilmiştir.

Sonra Mısır. Mısırlılar hiç şüphesiz tıp âlimleriydiler. Ebers papirüsü, (MÖ 1550) 200 farklı hastalığın teşhis ve tedavisini anlatır. Güneş takvimi yine Mısırlıların hediyesidir.

Sonra sıra Yunan’ a gelir (Minos ve Mikenden sonra).

Böylece tacirlerin seyyahların askerlerin ve sonra da bilim ve sanat insanlarının Doğudan öğrendikleri bilgiler Antik Yunan ulusunun potasına akmaya başlamıştır. Ancak eski uygarlıklardaki olgu toplama, teknik bilgiyi artırma ve pratik ilgi ve ihtiyaçlara cevap arama ötesinde teorik nitelikte sorulara ciddi bir yönelme göze çarpmamaktadır. Doğanın yapı ve işleyişi üzerinde herhangi bir teorik spekülasyona gidildiği de bilinmemektedir. Spekülatif ve kavramsal düşüncenin Antik Yunanla başlaması bir bakıma da tarihsel bir zorunluluktu. Çünkü gündelik hayatın yürütülmesi için gerekli bilgi birikimi bir bakıma zaten üretilmiş ve spekülatif felsefe geleneğinin yolu açılmıştı. Zaten gerçek anlamda bilim gözlemlerimizi açıklama ve evreni anlama ihtiyacının belirdiği noktada başlar. Bununla birlikte mesela Çin’ de M. Ö. 6 yy da Loa Tse ve Konfüçyusla başlayan felsefi geleneğin nasıl olup da Antik Yunan’ dakine benzer bir bilimsel düzeye erişemediği ciddi bir araştırma konusu olarak karşımızda durmaktadır. Buna Çin’in homojen ve dış dünyaya kapalı yapısı ile özellikle 14-20 yy arasında hüküm süren Ming ve Quing hanedanlıklarının baskıcı tutumu sebep olarak gösterilmektedir. Yine, köy ekonomisine dayalı Çin ekonomisinin bilime ve teknolojik gelişmeye ihtiyaç duymaması ve Buda ve Tao felsefesini birleştiren Konfüçyus düşüncesinin evrene ve maddeye değil de zihne ve insana vurgu yapmasının ve bu anlamda da bir doğa felsefesinin gelişememiş olmasının neden olduğu söylense de bence bu konu daha çok araştırılmaya muhtaçtır.

Bilimin ve felsefenin kurumsallaşması Antik Yunan döneminde olmuştur. Önce varlığa sonra bilgiye ve değere ilişkin temel sorular bu dönemde sorulmaya başlanmıştır. Bunlar karın doyurmayan sorulardır. Bu gün tüm bilimlerin izi Yunan a kadar geri götürülebilir. İlk filozoflar, okullar eserler ve düşünce akımları bu dönemde ortaya çıkmıştır. Ya da en azından Yunanlılar bunları yazmışlardır ve bunlar bize kadar ulaşmıştır. Mesela, arkhe problemi bilim tarihindeki ilk spekülatif etkinliktir.

Anaxagoras’ ın güneş tasviri o güne kadar yapılan ilk bilimsel önermedir.

Buna rağmen, doğayı mitlerle ve tanrılarla açıklamaya çalışan etkinlikler de göze çarpmaktadır.

Roma döneminde Yunan bilimine ciddi bir katkıdan bahsetmek pek mümkün değildir. Zaten Romalıların Hristiyanlığa geçişiyle birlikte Avrupa Ortaçağ’a diğer adıyla Karanlık çağa girmiştir.

Ortaçağda geçerli olan fizik anlayışı, Antik Yunan ve Roma’ da geliştirilen doğa anlayışının dinen sakıncasız bir yorumu olarak görülebilir. Özellikle Aquinolu Thomas ve Petrus Abelardus gibi düşünürler, antik düşünceyi özellikle de Aristotelesçi anlayışı Hıristiyan teolojisi ile birleştirerek skolastik bir düşünce sistemi geliştirmişlerdir (Agustinus ise Platon ile Hristiyanlığı birleştirmiştir). Bu yeni ortaçağ anlayışında evren organik ve tinsel bir yapıda olup, bilimin amacı ise bu doğayı daha iyi anlayarak Tanrı’ nın muradına ulaşmak olarak görülüyordu. Ortaçağda kullanılan yöntem ise, daha çok tümdengelimci, İncil’den ve otoritelerden hareketle akıldan çok iman yoluyla anlama biçimindeydi.

Bu noktada çok sık yapılan bir hata; Avrupamerkezci bir bakış açısından hareketle ortaçağda tüm dünyanın karanlık bir çağa girmiş olduğu düşüncesidir. Oysa Avrupa karanlık bir dönemi yaşarken doğu ve uzak doğuda oldukça parlak bir dönemin yaşandığı söylenebilir. Hatta Avrupa’da Yeniçağda ortaya çıkan Rönesans ve Reform hareketleriyle Kapitalizm ve Bilimsel Devrimin sancılı doğumu bu doğu birikiminden çok fazla etkilenmiştir.

Geç ortaçağda Tümeller kavgasının nominalistler lehine sonuçlanması, imana dayalı doğa-okuma biçimi yerini gözlem ve deneye ve tikellerden hareket eden bir akıl yürütmeye dayalı yeni bir okuma biçiminin ortaya çıkmasına sebep oldu.

9. yy ile birlikte İslam dünyasında ortaya çıkarılan bazı kuşkular bir kenara bırakılsa bile, Avrupa’da ortaçağda İncil ve otoritelere duyulan güven, 16. yy başlarında ortaya çıkan bazı yeni düşünceler ve gözlemlerle sarsılmaya başladı. Bunun en açık örneği, Aristoteles ve Batlamyus tarafından sistematize edilen yer merkezli (geosentrik) evren anlayışının Kopernik tarafından reddedilmesidir. Kopernik modeli biraz gecikmeyle de olsa otoritelere duyulan güveni sarsmış ve ortaçağ fizik anlayışının sorgulanmasına yol açmıştır. Kopernik Modeli bu yönüyle Avrupa’ da Bilimsel Devrim denilen süreci tetiklemiştir. Kopernik Modelinin psikolojik bir etkisi de, İncil’ de kurgulandığı biçimiyle insanoğlunun evrendeki merkezi konumunu ortadan kaldırması ve yeryüzünü, evrende başka bir merkez etrafında dönen bir uyduya çevirmesi sebebiyle ortaçağ Avrupa insanının dengesini bozmuş olmasıdır. Bu durum yeni bir denge arayışının bulunmasına duyulan ihtiyacı ortaya çıkarmış ve bunun da artık yalnızca gözlem ve akılla kurulabileceği düşüncesi ortaya çıkmıştır.

Söylediğimiz gibi, ilk kuşkular astronomide ortaya çıktı. İlkçağda Eudoxos, Aristoteles, Hiparkos ve Batlamyus tarafından geliştirilen yermerkezli model sorgulanmaya başlandı. Ardından Aristoteles fiziğindeki ay-altı ve ay-üstü evren ayrımı Brahe tarafından yapılan gözlemlerle reddedildi. Dairesel yörünge anlayışları Kepler’le, kusursuz ve merkezi küreler anlayışı ise Galileo tarafından 17. yy başlarında yıkıldı. Galileo’ nin 1613’ de Kopernik Modelini desteklediğini açıklaması yeni astronominin gücünü artırmasına büyük katkı sağladı. Bu elbette ki Kiliseyi hiç memnun etmedi.

Kilisenin memnuniyetsizliği, artık ilkeleri aşınmaya başlayan dine dayalı yorumun güç kaybetmesine mani olamadı. Dahası, ortaya çıkan kuşkular artık Kilisenin de kafasını sulandırıyor ve öğretilerini eskisi kadar rahat savunamıyorlardı. Bruno’ nun kendisini yargılayan engizisyona karşı son sözleri bunu göstermektedir:

-Bugün benim ölümüme hükmeden sizler aslında benden daha çok korkuyorsunuz.

Demek ki otoriteler de yanılabiliyordu. Astronomide patlak veren kriz, mekaniğe de sıçradı. Galileo, Aristo mekaniğine de saldırdı. Cismin doğal halinin durgun hali olduğu düşüncesini, ağır cisimlerin hafif cisimlerden daha erken düşeceği anlayışlarını yıktı. Artık Kilise sadece zor kullanarak düşünceleri engelleyebilirdi. Ancak Voltaire’ in de dediği gibi, vakti gelmiş bir fikri engelleyebilecek hiçbir güç yoktu.

Aynı yıllarda, bir Fransız matematikçi ve filozof Rene Descartes diyordu ki; “Gerçekliğinden kuşku duymadığımız ortak fikirlerde matematiksel ispatın açıklığıyla açıklanamayan hiçbir şeyi doğru olarak kabul etmiyorum.” Descartes için maddi dünya bir makineydi. Maddede hiçbir amaç (teleoloji), hayat (organik yapı) ya da ruhsallık (tinsellik) yoktu. Doğa mekanik yasalara göre işliyordu, maddi dünyadaki her şey aksamının düzenlenişine ve hareketine bakılarak açıklanabilirdi. Böylece Descartes da ortaçağdan kalma organik doğa anlayışını reddetti.

Galileo ve Descartes ile çağdaş olan İngiliz Bacon ise insanoğlunun doğaya empirik olarak yaklaşması halinde, onun anlaşılabilir ve hatta hükmedilebilir olduğunu iddia etti. Böylece Bacon bilimi, “bilgiyi bir erdem olarak gören anlayıştan, bir güç olarak gören anlayışa yükseltti!”. Artık organik ve tinsel doğa anlayışı yerini, iman değil de akıl ve duyular yoluyla anlaşılabilen ve nicel olarak tasvir edilebilen, mekanistik ve matematiksel (Kartezyen) bir evrene bırakıyordu.

Peki, bu yeni ortaya çıkan fizik anlayışı çok mu tatminkârdı? Hiç mi açıklayamadığı problem yoktu? Elbette ki vardı. Mesela küreler nasıl dönüyordu? İlk tahrik öğretisi hala geçerli görünüyordu. Bu noktada devlerin omuzları üstünde duran bir başka dev “Isaac Newton” devreye girdi. Meşhur elma olayı, ay-altı ve ay-üstü evren ayrımına öldürücü darbeyi vurdu; elmayı yere düşüren kuvvetle gezegenleri güneşe doğru çeken kuvvet aynıydı. Daha sonra da yeni matematiksel yöntemini, çekim gücünün etkisi altındaki bütün cisimler için kesin hareket yasalarını formülleştirme işleminde kullandı. Bu yasaların önemi evrensel olarak uygulanabilir olmalarında yatmaktadır. Aynı zamanda Descartes’in matematiksel yöntemi ile Bacon’un deneysel ve tümevarımsal yöntemlerini birleştirerek, Kartezyen kesinlik doğa anlayışını formülleştirmeyi başarmıştır. Newton, muarızlarıyla olan tartışmasında “Eğer başkalarından daha uzağı görebildiysem devlerin omuzları üstünde durmuş olmamdandır” derken Galileo ve Kepler’ i kastediyordu belki ama, sistematik deneyde Bacon’u, matematiksel çözümlemede Descartes’i aşan Newton, bu iki eğilimi birleştirdi ve doğa biliminin üzerinde şekillendiği metodolojiyi ortaya çıkardı (Principia, 1687).

16. ve 17.yy’da başta fizik ve astronomi olmak üzere diğer alanlarda da ortaya çıkan ve Copernicus, Kepler, Galileo, Bacon, Descartes gibi düşünürlerin çalışmalarıyla katkıda bulundukları ve Newton’un mekanik dünya görüşü altında şekillenen bu süreç, bilimsel devrim çağı olarak adlandırılmaktadır. 16.yy’da başlayıp 19.yy’ın sonuna kadar etkisini gösterecek olan klasik fizik kuramının, en önemli düşünürü olan Newton’un doğa yasalarına ilişkin mekanik dünya görüşü aşağıdaki gibi ifade edilebilir:



  • Newtoncu evrenin sahnesi, bütün fizik olayların üzerinde vuku bulduğu Öklityen geometrinin üç boyutlu uzayıydı. Buna 4. boyut olarak zaman eklendiğinde evrendeki her hadise açıklanabilirdi. Bu zaman ve uzay boyutları mutlak hakiki ve matematiksel bir yapıdaydı (mutlak mekan ve zaman).

  • Herhangi bir t zamanı için cismin konumu tam olarak ölçülebildiği gibi momentumu da tam olarak hesaplanabilir (belirlilik).

  • En ufak bir sapma olmaksızın keyfi bir t zamanı için cismin sahip olduğu durum, bu süreçten sonraki durumunun kesin belirleyicisidir. Bu t zamanı için cismin sahip olduğu fiziksel niceliklerin kaynağı önceki süreçlerde şekillenip kusursuz bir şekilde nedensellik oluşturarak anlık durumu belirler. Ele alınan cismin her hangi bir t zamanı içinde sahip olacağı hız, konum, momentum ve enerji tek değerli olup önceden belirlenebilir (determinizm).

  • Cismin üç boyutlu uzayda belirlenen koordinatlarda bulunma ihtimali 1 veya 0 değerlerinin dışına çıkamaz (kesinlik ilkesi).

  • Bu parçacık için çıkarılan tüm sonuçlar ele alındığında mümkün olan tüm sistemler için de aynı sonuçlar çıkarılabilir (indirgemecilik veya genellemecilik).

  • Newtoncu evren Tanrı’nın baştan belirlediği yasalara göre işliyordu ancak Aristocu anlamda bir teleoloji yoktu (deizm). Ancak Newton Tanrının isterse evrene müdahele edebileceğine de inanıyordu.

  • Doğa sıçrama kabul etmez (süreklilik).

Newton’cu fiziği izleyen Locke, temel yapı taşları insanlar olan atomcu bir toplum teorisi geliştirdi. Fizikçiler nasıl gazların özelliklerini onun atom veya moleküllerine indirgediyseler, Locke de toplumda gözlemlediği kalıpları bireylerin davranışlarına indirgemeye çalıştı. Locke, insan doğasının teorisini toplumsal olaylara uyarlarken toplumu yöneten doğa olaylarının fizik evreni yöneten yasalara benzediği inancından yola çıkmıştı. Nasıl ki gazların içindeki atomlar bir denge oluşturuyorsa, tek tek her birey toplumsal düzeyde bir denge oluşturmalıydı. Bunun için Locke de tıpkı Adam Smith gibi devlete sadece jandarmalık rolünü biçmiş, zaten doğada var olan yasaları bulup uygulamayı öngörmüştür. Locke’nin bu fikirleri aydınlanmanın değer sistemine bir temel oluşturarak ekonomik sosyal ve siyasal düşünceler üzerinde kuvvetli bir etki yaratmıştır.

Kartezyen doğa anlayışı, 19. yy’ da Fransız Pierre-Simon Laplace ile zirveye çıktı. Laplace artık Tanrı’ya bile ihtiyaç duymuyordu. İşte pozitivizm de bu yıllarda ortaya çıktı. Comte, kartezyen kesinliği sosyal bilimlere uygulamayı düşündü. Ona göre sosyal bilimler de araştırma konularında kesinliğe sahip olmak istiyorsa, fizik kanunları gibi sağlam kanunları olmalıdır ve fiziğin yöntemi sosyal bilimlere de uygulanmalıdır. Toplumdan sonra Freud 20. yy’ da insan zihnini laboratuara soktu.

Peki bu Kartezyen, determinist ve pozitivist anlayış nasıl sallanmaya başladı? Tıpkı, ortaçağ fizik anlayışından yeniçağ Kartezyen anlayışına geçişte olduğu gibi, ilk kuşkular yine Newtonian fiziğin açıklamakta yetersiz kaldığı bazı gözlem sonuçlarıyla başladı. İlk tartışma ışığın yapısı ile ilgiliydi. Newton ışığın partiküllerden oluştuğunu savunurken Huygens ışığın dalga tabiatında olduğunda ısrarcıydı. Doğrusu deneysel çalışmalar Huygensi de haklı çıkarıyordu. Ancak dalga teorisi Newtonun prestijine yenik düştü ve daha sonra tekrar savunulmak üzere bir süre parçacık teorisi ağır bastı. Ardından yine ışığın yayılması ile ilgili Maxwell ve Faradayın çalışmaları Newton fiziği ile açıklanamıyordu. Maxwell alan kavramını ortaya attı ve esiri elektromanyetik ışık teorisinin içine yerleştirmeyi ihmal etmedi. O zaman için esirsiz ışık dalgaları düşünülemezdi. Ama esir eski konumunu yitirmeye başladı. Çünkü esirsiz bir Maxwell teorisi de ışığın davranışlarını açıklamaya yetiyordu. Bundan sonra fizikçiler esirin mekanik tesirlerini tespit etmek için çeşitli deneylere giriştiler (Michelson-Morley deneyleri). Ama esire deneylerle bir türlü destek bulanamadı.

Elektromanyetizmadan sonra 19. yy’ da geliştirilen termodinamik de Newton fiziğiyle açıklanamadı. Determinist ve tek değerli açıklamaya dayalı fizik Boltzmann’ la birlikte yerini olasılığa dayalı açıklama biçimine bıraktı.

Aksilikler üst üste geldi ve 20. yy başlarında sıcak bir cisimden yayılan radyasyonun doğası üzerine yapılan çalışmalar, enerjinin sürekli olmadığını ve kesikli (kuantumlu) olduğunu gösterdi. Planck’ ın bu çalışması “doğa sıçrama kabul etmez-natura non facit saltus” anlayışına ters düşüyordu. Bu durum 19. yy bilginlerini sıkıntıya soktu. Çünkü amaçları mevcut fizik anlayışını yıkmak değildi. Max Born, Planck için şöyle diyordu: "Yaradılıştan tutucu bir kafa yapısına sahipti; devrimsel hiçbir istek ve eğilimi olmadığı gibi, spekülasyondan da hoşlanmazdı. Ne var ki, olguların mantıksal sonuçlarına öyle saygılıydı ki, fiziği temelinden sarsan en devrimci fikri ileri sürmekten kendini alamadı".

Ardından bir darbe de ünlü fizikçi Einstein’ den geldi. Newton fiziğine büyük hayranlık ve saygı duyan bu adam Aristoteles’ in meşhur “Platonu severim ancak hakikati daha fazla-amicus Plato sed magis amica est veritas” sözüne uygun olarak kendi gözlemlerine daha çok güvendi. Einstein’ ın çalışmaları pek çok noktada klasik fizik anlayışının yetersizliğini gösterdi. Işık hızının aşılamayacağı (klasik fizikte böyle bir sınırlama yok), mutlak uzay-zamanın olmadığı, Öklityen olmayan uzay, özel ve genel görelilik, madde ve enerjinin farklı şeyler olmadığı (E=mc2) vb. pek çok bulgu dolaylı ya da doğrudan Einstein tarafından ortaya kondu.

Yetmezmiş gibi bir de Kartezyen fiziğin determinist ve kesinlik bildiren yaklaşımına karşı Heisenberg “Belirsizlik Prensibini” ortaya koydu. Ona göre en basit tabiriyle “gözlemci gözlediği şeyi sırf gözleme eylemiyle başkalaştırmaktadır” ve “doğayı olduğu gibi değil olduğumuz gibi görürüz”. Wheeler, artık gözlemci tabiri yerine katılımcı tabirini kullanmak gerektiğini söylemiştir.

Artık bilinç tekrar devreye girmiş ve madde bilinç ya da düşünce etrafında dönmeye başlamıştır. Bu bir tür mistisizm ya da yeni-idealist fikirlere kapı aralamıştır. Evrenin tinsellikten arınmış büyük bir makine olduğu fikri sorgulanmaya başlanmıştır. Evreni artık büyük bir makineden çok büyük bir düşünce gibi görmek mümkün hale gelmiştir (esse est percipi).



Bütün bu gelişmeler “nesnel gerçeklik” ya da “değerden bağımsız bilim” anlayışlarının da sorgulanmasına yol açmış, sosyal bilimlerde de rölativist ve perspektivist düşüncelerin güçlenmesine neden olmuştur. Daha sonra B. Russell “Kuantum teorisi bana tüm hikmetli Latince deyişlerin boş olduğunu gösterdi” diyecektir.

Elbette varılan bu nokta “Fiziğin Sonu” olmayacaktır. Yeni fiziğin bizi nerelere sürükleyeceğini tahmin etmek bile zordur.
Yüklə 36,4 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə