G
İ
R
İŞ
"Despot" sözcüğü eski Grekçe'den geldiği halde ne Eflatun'un ne de
Aristo'nun devlet biçimleri arasında despotluk rejimi görülür. Çünkü onlar, eski
Hellen dünyasındaki şehir devletlerinin rejim biçimleri ile ilgiliydiler. Aristo'nun
eski Grekçe'de köle sahibi efendi anlamına gelen "despot" sözcüğünü Grekler-
dışı Doğulu kavimlerdeki devletin adı olarak, ama sırf benzetme ereğiyle kul-
lanması, yüzyıllar boyu Batı gözlemcilerinin yanılmalarına yol açmıştır. Feoda-
lizme ve Roma Kilisesi teokrasisine karşı savaşan ve gücünü en üstün yapan
("devlet benim" diyen Fransız kralı gibi) hükümdarların tutumunu eleştiren
Aydınlanma dönemi düşünürleri, despotizm terimini, bunların hukuk ve akıl
devleti olmayan idarelerine uyguladıklarından bu defa da despotizm hukuk ku-
rallarından yoksun, tüm keyifle güdülen bir rejim anlamına gelmeye başladı. Şu
halde despotizm ya da padişahlık rejimini feodalizmden, teokrasiden, tiranlık
yönetimlerinden ayırmak gerekir.
2
Modern çağlarda Aristo'dan gelen bu terimin özünü doğru olarak tanımlayan
Hobbes olmuştur. Ona göre devletin kaynağı zapt ve fetih
ile halk üzerinde kuru-
lan gücün miras gibi geçer oluşu, yani devletin bir baba mülkü sayılışıdır. İslâm
düşünürü İbn Haldun da bizim bu eserde padişahlık rejimi diyeceğimiz bu devlet
biçiminin en doğru modelini ve tarihteki aşamalarını böyle tanımlamıştır. Bu mo-
delde en önemli yan, en üstün siyasal gücün toplumdan çıkarılmış, hattâ yaban-
cılaştırılmış bir kul kitlesinin desteğine dayandırılmasıdır. Bu hem klâsik Grek ge-
leneğine, hem feodal Batı Avrupa geleneğine aykırıdır. Ancak feodalizme benzeti-
lişi gibi, İslâm tarihinde görüldüğü üzre, halifelik ile sultanlığın birleştirildiği yer-
lerde, teokrasiye benzer gözüken bir yanı vardır.
Osmanlı düzenini teokratik bir düzen olarak tanımlamak da yanlış ve yeter-
sizdir. Teokratik düzenin en tipik örneği Katolik Roma Papalık devletidir. Bunda
en üstün dinsel-siyasal güç, yerinde oturan papadır. Osmanlı düzeni ise bunun
tersi olan bir biçimdir. Gerçi, dış görünüşte, Osmanlı halife-padişahları ile papalar
arasında bir benzerlik vardır. İkisinde de en üstün güç sahibi olan makam feodal,
şehirli, köylü ya da emekçi sınıflarını temsil etmez. Rejimlerinde böyle sınıflar da
kabul edilmez. Papalar da padişahlar gibi toplum sınıflarından sökülüp sahneye
çıkan artistler gibi kılık değiştirdikten sonra içine girdikleri özel bir ocakta yükse-
lerek papa olurlar. Sınıfsal niteliklerini kaybetme süreci siyasal güç sahibi olma-
nın koşuludur. Kilise büyük bir ekonomik kurum durumuna geldiği zaman bile
(yani ruhanî bir kurum olduğu kadar cismanî bir kurum durumuna geldiği zaman
bile), ekonomisi ne feodal ne de kapitalist ekonominin kurallarının sonucudur. Bu
rejime en uygun ekonomi "ahiret ekonomisi" ile "öteki dünya" üzerine spekülas-
yon ile elde edilen malî kaynaklar sağlama ekonomisidir. Bunların birincisi ma-
25
TÜRK
İ
YE'DE ÇA
Ğ
DA
Ş
LA
Ş
MA
nastırlarda, ikincisi başkent Vatikan'da uygulanmıştır. Manastırlarda keşiş emeği
ile yapılan tarım ürünleri özel mülkiyet değildi. Endüljans satışlarından sağlanan
vergi ürünleri de özel mülkiyet değildi. Ancak, cismanî feodal ekonominin güçlen-
diği dönemlerde ve ülkelerde Katolik Kilisesi'nin ekonomisi de feodal ekonomi
kurallarına katılmışsa da sonuçta feodal beylerle cismanî kralların rekabeti karşı-
sında ekonomik gücünü onlara kaptırmak zorunda kalmıştır. Özellikle İngiliz tari-
hinde görülen papa-kral çatışmaları feodalleşmiş kilisenin ekonomik gücünü yok
etme, İngiltere topraklarından sağlanan servetlerin Papalık hazinesine akmasını
engelleme, kilisenin emlâk ve gelirlerini krallık devletinin hazinesine çevirme
amacı ile yapılmış eylemlerdir. Bugün de bu teokratik kilise devleti ancak kapita-
list ekonomiye uymak sayesinde ve böyle bir ekonomiye dayanan devletlere sos-
yalizm ya da komünizmin yayılmasını önlemeye yarama aracılığı sayesinde tutu-
nabilmektedir. Dünyasal güçler karşısında saf dinsel niteliğini kendi başına sağla-
yamamaktadır. Sosyalist rejimlerin kurulduğu yerlerde Katolik Kilisesi ancak dün-
ya işlerinden elini eteğini çekme zoruna uyduğu ölçüde yaşayabilmektedir.
Osmanlı halife-padişahlığı ise bir kilise ya da din hükümdarlığı değildir. O da
feodal ya da kapitalist ekonomiye katılmamıştır. Bu iki ekonominin etkisi altına
girdiği zaman da devlet mülkiyetine dayanan ekonomik gücünü ve kaynaklarını
birer birer yitirmiştir. Fakat Osmanlı halife-padişahlığı rejiminde, teokratik rejimin
tersine olarak, din maslahatı değil, devlet maslahatı başta gelir. Din adamları, hu-
kukçu, öğretmen ve propagandacı olarak, devlet maslahatının, yani devlet gerek-
liliklerinin görevlileridir. Bunlar ruhanî bir gövde, bir ruhban corpus'u değildirler.
En üstün bir ruhanî yetke makamı da yoktur. Bu rejimde İslâm dininin en üstün
yetkilileri kazasker (kadıasker) ve şeyhülislâmlardır. Bunların birincisi devletin en
üstün kaza yani yargı yetkesi, ikincisi ise en üstün iftâ yetkesi yani devlet işle-
rinde karşılaşılan bazı sorunlarda din hukukunun yargılarının ne olacağını yo-
rumlama yetkesidir. Din adamları kendi aralarında İslâm dininin bekçisi, koruyu-
cusu, hattâ halifesi oldukları inancını yaşatmış olmakla birlikte, gerçekte bu işte
asla kendi başlarına {auto-cephalus) olma yetkileri olmamıştır. Böyle bir yetkiyi
ancak devlet gücü kendilerini eyleme ittiği zaman uygulayabilirlerdi. Devlet işlerine
karıştıkları çok olduysa da bu karışma inanç, doktrin ve dogma işlerinde değil
devlet işleri üzerinde ve devletin ya isteği ile ya da güçsüzleşmesi yüzünden ol-
muştur. İnanç, doktrin, dogma sorunlarına karıştıkları zaman da bu sorunlarda
ileri sürdükleri inançların yürümesi devletin desteklemesine, uygulamasına bağlı
kalmıştır. İslâm dünyasındaki devletlerin çoğunluğu Sünnî akidesini uygulamış-
lardır. Böyle olmakla birlikte Sünnîliğin reddi olan Şiîliği tutan az sayıda devlet ol-
duğu halde, onlarda da hükümdar gerçek İmam değil, onun yokluğunda devleti
26