O’nun arkasından ağıtlar yakamyacağım



Yüklə 76,5 Kb.
tarix15.10.2018
ölçüsü76,5 Kb.
#74401

HAVVA
O’nun arkasından ağıtlar yakmayacağım. O’nun ne kadar iyi biri olduğuyla da ilgili bir şeyler söylemeyeceğim. Bu tip söylemler bu gün yeterince yapıldı zaten. Ben sizlere belki de bir çoğunuzu rahatsız edecek bir şeyler anlatacağım.
Küçük yaşlarda Havva mahallemizde “hırsız” olarak bilinirdi. Belki temiz bir görünümü olmadığı için, belki de besleme olduğu için. Kim bilir?

Bir gün besleme olarak alındığı evde birlikte yaşadığı üvey annesinin inci kolyesi çalınmıştı. Kadın tutturmuştu Havva yaptı diye. Evlerinin önünden geçerken duydum sesini, kapının bir köşesine sinip dinlemeye başladım:



  • O yaptı Rıza Efendi! Kesinlikle o yaptı! Pis hırsız! Geldiğinden beri sorundan başka bir şey çıkarmadı başımıza! Geçen hafta Vali ve karısı için yaptığım lokumları yemişti, şimdi de inci kolyemi çaldı! Uslanmayacak bu kız!

Rıza Efendi, görüp görebileceğiniz en temiz yürekli adamdı. Havva’yı da pek severdi. Ailesi kızı evden attıktan sonra Havva’yı besleme olarak aldı evine. Gerçek kızı Şükriye’den bile ayırmazdı O’nu. Şükriye, annesi öldüğünde daha iki yaşını doldurmamıştı. Rıza Efendi karısını pek severdi. Ölümünden sonra aylarca toplayamadı kendini. Seneyi zor geçirdiler. Şükriye’nin annesiz büyümesini de istemiyordu. Bu yüzden Neriman Hanım’la evlendi eşinin ölümünden bir yıl sonra. Hakkını vermek lazım Neriman Hanım Şükriye’ye çok iyi baktı. Kendi evladı gibi bağrına bastı onu. Her şeyden yeri geldiğinde babasından bile korudu. Şükriye de zaten Neriman Hanım’ı annesi gibi görüyordu. Aralarından su sızmazdı. Fakat Havva onlar için her zaman bir “lağım faresi” oldu. Belki de Neriman Hanım’ın çalınan kolyesinin suçlusunun Havva olduğunu düşünmesi bu sebeptendi. Rıza Efendi karşı çıktı:

  • Yapma hanım. El kadar kız ne yapsın senin kolyeni. Evhamlanma hemen. Başka bir yere koymuşsundur, iyice ara.

  • Teesüf ederim Rıza Efendi. Siz bana yalancı mı diyorsunuz şimdi? Ben kolyemi nereye koyduğumu biliyorum ve yerinde yok.

  • Bak nerelere çekiyor konuyu. Ah siz kadınlar yok musunuz! Ben size neden yalancı diyeyim. Dalgınlıkla başka bir yere koymuş olabilirsiniz diyorum.

  • Zaten baktım her yere! Yok, yok, yok !!!

Rıza Efendi Havva’ya döndü:

  • Anne’nin kolyesini sen mi aldın kızım? diye sordu. Havva’nın ona “anne” demesinin düşüncesi midesini bulandırıyormus gibi yüzünü buruşturdu.

Havva büyük bir heyecanla konuşmaya başladı:

  • Valla ben almadım babacığım. Yemin ederim ben almadım.

Masanın üzerindeki ekmeği aldı üç kere öpüp başına koydu:

  • Bak! Ekmek mushaf çarpsın ki ben almadım! Ama kimin aldığını biliyorum.

Rıza Efendi şaşkınlıkla sordu:

  • Kim aldı kızım?

Havva Şükriye’ye döndü ve ateş püsküren gözleriyle karşılaştı. Görücekti gününü. Tüm lokumları kendi yiyip suçu Havva’ya atmıştı. Onun yüzünden kızılcık sopasıyla dövmüştü annesi Havva’yı. Şimdi o da dövülünce ödeşmiş olacaklardı.

  • Şükriye aldı babacığım. Gördüm ben yemin ederim. Annem pazara gittiğinde eşyalarını karıştırıyordu. Kolyeyi buldu. Takmak için açmaya çalışırken kolye koptu bir anda. Tüm inciler odaya fırladı böyle. Hemen topladı incileri beni de tehdit etti annemle babama söylersen seni fena yaparım diye.

Şükriye hemen araya girdi.

  • Annem, canım annem valla billa ben yapmadım. Lokumları yiyip bana suç atmaya çalışmıştı geçen gün. Sonra sopa yedi. Şimdi de acısını çıkarmaya çalışıyor.

Ağlamaya başladı:

  • Ben senin kolyene bir şey yapmadım. Yemin ederim annecim. Kulun kölen olayım dövme beni. Havva yaptı. Hepsini o yaptı!

Neriman Hanım da Rıza Efendi de ne yapacaklarını bilemedi. Rıza Efendi’ye kalırsa Havva doğruyu söylüyordu çünkü Havva yalan söylediği zaman kulağını kaşırdı. Bunları anlatırken elinin kulağına gittiğini hiç görmemişti. Ancak öbür taraftan da eğer Havva doğruyu söylüyorsa Şükriye sopa yiyecekti Neriman Hanım’dan. Hoş, yapılacak bir şey yoktu. Ama yine de kötü polisi oynamak istemiyordu. Bu yüzden yapabileceği en akıllıca şeyi yaptı ve:

  • Ben işe gidiyorum. Geç kaldım. Kimin doğruyu söylediğine anneniz karar verecek. dedi. Sonra da çıktı gitti. Neriman Hanım:

  • Şükriye, kızılcık sopamı getir.

  • Tabi anneciğim.

Sonra olanları tahmin ediyorsunuzdur. Neriman Hanım asla biriciğini suçlamazdı. Sopayı yiyen yine Havva oldu.

Seneler geçti. Havva sürekli haksızlığa uğradı. Ama hiçbirini unutmadı. Havva büyüdü. Büyüdü büyümesine ama büyürken yaşaması gereken her şeyi yalnız yaşadı. Yanında dertleşebileceği kimsesi yoktu. 19 yaşında evden kaçtı. Orda burada iki-üç günlüğüne çalışarak kazandığı paralarla İstanbul’a gelebilmek için bir trene bindi. Biz de ilk o zaman tanıştık diyebilirim. Ben oturmuş Ankara – İstanbul tren seferinin başlamasını bekliyordum. Camdan dışarıyı seyrederken sanki herkes yavaş çekimde hareket ediyordu. Bazısı nişanlısını, bazısı sevgilisini, bazısı annesini-babasını, bazısı kardeşini yolculuyordu. Bir çoğu göz yaşları arasından zorla gülmeye çalışıyordu. Seni bu kadar önemseyen kişilerin etrafında olmak güzel bir şey olsa gerekti. Yalnız büyüdüm diyebilirim. Hiç arkadaşım yoktu. Hep garip bir çocuk olduğumu düşünürlerdi. Kimse bana yaklaşmazdı. Ailelerin çocuklarıyla oynamasını istemediği çocuktum ben. Tüm gün bir kenarda oturup diğer çocukları izlerdim. Keşke izlemek yerine ben de oynayabilseydim.



  • Afedersiniz, acaba burası boş mu?

Beni düşüncelerimden sıyıran, bir kızın utangaç sesi oldu:

  • Elbette, buyurun.

Uzun, sapsarı saçları vardı. Gözleri kömür gibi simsiyahtı. Öyle güzeldi ki! Çok saf, çok temiz bir yüzü vardı. Değişmişti. Küçükken basık olan suratı şimdi ovalleşmiş, olgunlaşmıştı. Belli ki çok kilo vermişti. Beni tanımadı. Zaten tanımasını da beklemiyordum. Doğru düzgün konuşmuşluğumuz yoktu. Hareketleri narindi. Uzun, ince parmakları vardı. Bileklerinde kırmızı izler vardı. Kendine zarar mı vermişti acaba? Yoksa başka biri mi yapmıştı bunu ona. Çantasının içinden bir kitap çıkardı. Tolstoy “Bir Evliliğin Romanı”.

  • Tolstoy sever misiniz? diye sordum.

  • Çok. dedi.

  • Tolstoy okumak için yaşınız biraz küçük değil mi?

  • Sanmıyorum.

  • Kaç yaşındasınız?



Cevap vermedi. Soğuktu. Konuşmaya çalışıyordum ama cesaretim gittikçe sönüyordu.

- Neden buradasınız?



  • Kaçtım.

  • Ailevi problemler mi?

  • Aslında, evet.

İlgisini çekmeye başlamıştım. Kaldığı yeri işaretledi ve kitabı kapadı. Şimdi sorma sırası ondaydı:

  • Siz neden buradasınız?

  • Ben de kaçtım.

  • Ailenizden mi?

  • Monotonluktan.



Uzun bir sessizliğin ardından tekrar sordu:

  • İstanbul’un monoton olan hayatınızı değiştireceğine inanıyorsunuz yani?

  • Siz de bunun için gitmiyor musunuz oraya? Değişim.

  • Ben elimde olmayan sebeplerden ötürü gidiyorum.

  • Korkmuyor musunuz?

  • Değişimden mi yoksa kaçmaktan mı?

  • Her ikisinden de.

  • Değişimden belki biraz. Kaçmaktansa hayır. Ya siz?

  • Korkacak bir şeyim yok.

  • Cesursunuz.

  • Belki.

  • Ne iş yapıyorsunuz?

  • Henüz yapmıyorum. İstanbul’a gittiğimde bana miraz kalan bir şirektin başına geçeceğim. Siz neden gidiyorsunuz İstanbul’a?

  • Ah, benim durumum biraz karışık.

Bir an duraksadı. Hayatında ilk kez karşılaştığı bir yabancıya hayatını anlatmakta tereddüt etti belki, belki de söyleyeceklerini kafasında toplamaya çalışıyordu. Anlatmaya başladı:

  • Ailem beni küçükken sokağa attı. Babam keşti. Annem ise… Şey, köy halkı anneme “yosma” derdi. Hiçbir zaman gerçek babamın kim olduğundan emin olamadım bu yüzden. Bir gece kavga sesleriyle uyandım. Daha beş altı yaşında ya vardım ya yoktum. Babamın anneme: “ Namussuz karı! Tüm köy gecenin bir yarısı Safter Ağa’nın evinden çıkmanı konuşuyor! Benim arkamdan daha kaç kişinin koynuna girdin? Bu içerdeki bebeyi kimden peydahladın?!!” dediğini ve bir dizi hakaretler savurduğunu duyuyordum. Annem hiç cevap vermedi. Babam gittikçe sinirleniyordu. Bir anda odama daldı. Beni saçlarımdan tuttuğu gibi dışarı fırlattı. “Git buradan! Bir daha geri dönme!”. Başka da bir şey söylemedi. Ne annem peşimden geldi ne de babam eve geri aldı beni. Çok ağladım. Bağırdım. Tüm köy ayağa kalktı. Bir Allahın kulu bile yanıma gelip yardım etmedi bana. Köy Cami’sinin duvarına dayadım sırtımı. Oturdum. Sabahı bekledim. Sabaha karşı uyuyakalmışım. Bir adam beni uyandırdı. Rıza Babam’dı beni uyandıran. Olanları öğrenmiş. Şehre yakın bir yerde oturuyormuş ailesiyle. Acıdı bana, evlerine besleme olarak aldı.

Ağlıyordu ama ağladığının farkında değildi sanırım. Hipnotize olmuş bir şekilde devam etti anlatmaya:

  • Üvey annem ve üvey kız kardeşim beni hiç sevmedi. Üvey annem hep dövdü beni. Sinirden saçlarımı yolardım ben de. Kafamın tepesi keldi bu yüzden. Hiç arkadaşım yoktu. Yaşadığım yerde kimse sevmedi beni. Beni “hırsız” diye çağırırlardı hep. Halbuki hiçbir şey çalmamıştım. Ama nereye gidersem gideyim insanların lafından kaçamadım. Şimdi yeni bir hayata başlamak istiyorum. Kimsenin beni tanımadığı, geçmişimi bilmediği bir yere gitmek, her şeye sıfırdan başlamak istiyorum.

Gözyaşlarını sildi. Yüzünde dehşet vardı. Sustu. Yol boyunca bir daha konuşmadı. Uyuyakalmışım. Biri beni dürttü:

  • Beyefendi, geldik! Uyanın!

Gözlerimi açtım.

  • Geldik mi? Ne çabuk!

  • Yaklaşık 10 saattir uyuyorsunuz. dedi ve sırıttı. Ne de güzel gülüyordu. Çantasını aldı. Tam gidecekken sordum:

  • Adınız nedir?

  • Havva. Sizinki?

  • Mustafa.

Trenden çıkmaya çalışırken aramıza insanlar girdi. O’nu kaybettim. İndiğimde gittiğini sandım ama O durmuş çantasında bir şey arıyordu. Sonra aradığı şeyi buldu ve “Hah, işte burada!” dedi. Bu kadar hararetle ne aradığını merak etmiştim. Yanına gittim. Çikolata yiyordu. Güldüm. Güldüğümü duydu ve arkasına döndü:

  • Neye gülüyorsunuz?

  • Size.

  • Niçin?

  • Hiç. Daha önce bir çikolata için bu kadar sevinen bir yetişkin görmemiştim sadece.

Güldü ve yaptığı işe geri döndü. Bir elinde çikolatasıyla çantasını kapadı ve ayağa kalktı. Bana baktı:

  • Size hayatta iyi şanslar! dedi ve gitti. Arkasından bağırdım:

  • Nerede kalacaksınız?

  • Bilmiyorum.

  • Yakınlarda bir yurt olacak sizi bırakayım.

  • Yok, sağolun.

Gittikçe uzaklaşıyordu. Bir şeyler yapmalıydım. Arkasından koştum:

  • İstanbul bu saatte güvenli değildir.

  • Tanımadığım bir adamla birlikte hiç bilmediğim bir yurda gitmek daha mı güvenli?

Yoluna devam etti. Orada öylece kalakaldım. Yıllar sonra O’nun günlüğünü buldum. İzin verirseniz hikâyenin geri kalanını O anlatsın.
Havva
Pazartesi

İstanbul’a gelişimin üzerinden 3 sene geçti. Geldiğim ilk zamanlar yurtta kaldım. Orada Hande’yle tanıştım ve birlikte bir ev tuttuk. Bir kafede garson olarak çalışıyorum. Mutluyum. Aslında buraya geliş amacım yazar olmaktı. Hala yazmaya fırsat bulamadım. Hayatım düzene girer girmez başlayacağım yazmaya.

Bugün çok ilginç bir şey oldu. İşten eve erken döndüm. Kapıyı açtım, ayakkabılarımı çıkardım. Tam odama gitmek üzere arkamı dönmüş ve yürümeye başlamıştım ki, kapı çaldı.


  • Hayırdır inşallah. Kim gelir ki bu saatte?

Gelen postacıydı:

  • Havva Hanım?

Soran gözlerle çocuğa baktım:

  • Evet, benim.

  • Size bir zarf var.

Zarf? Ne zarfı? İstanbul’da kim bana zarf yollayabilirdi ki?

  • Zarf mı? Bir yanlışlık olmasın?

  • Sizin adınıza geldiğine eminim efendim.

  • Peki, teşekkür ederim.

Daha fazla sorgulamaya gerek duymamış ve çocuğun uzattığı zarfı alıp odama gitmiştim. Bakalım içinden ne çıkacaktı. Odama gidip önce makyajımı düzelttim ve üzerime güzel bir şeyler geçirdim. Akşam Hande’yle tiyatroya gidecektik. Daha sonra balkona çıktım, zarfı masanın üzerine bıraktım. Hava ne de güzeldi! Baharın güzelliğini düşündüm. Her mart aynın sonunda bahar çiçekleri tüm zarafetleriyle sonbaharda dökülmek üzere açıyordu. Doğanın ne kadar ince bir dengesi vardı! Neden sonra zarfı açmak üzere masaya doğru yürüdüm ve içindeki kağıdı özenle çıkardım.


Merhaba Ufaklık,

Şimdi beni nerden buldun diyeceksin biliyorum. Ama bunun pek de bir önemi yok. Buldum işte. Biliyorum birbirimizi tanıdığımız pek söylenemez ama ben seni tanımak istiyorum. Seni bulmak için ne kadar uğraştığımı bir bilsen… Yarın akşam saat 7’de kapında bekliyor olacağım. Eğer sen de beni tanımak istiyorsan Boğaz’da bir yemeğe çıkalım.

Seni bekliyor olacağım…

Mutlu kal!

Mustafa A.

Dondum kaldım. Önce kızdım daha sonra kızgınlığımın yerini utanç aldı. Nefesim kesildi ve ağzıma yayılan gülümsemeye inanamadım.

Tesadüflere inanır mısınız? Çünkü ben inanmam.

Peki ya kadere?

Böyle bir şeyi daha önce hiç düşünmemiştim. Gerçi son üç sene içinde olan hiçbir şeyi düşünmemiştim. Şu ana kadar. Daha İstanbul’a gelmek üzere yola çıkarken değişmiştim. Bu büyülü metropolitanın hayali bile beni farklı kılmaya yetmişti. Yabancılarla konuşmak, hiç tanımadığım bir kızla aynı eve çıkmak, İstanbul’un belki en köhne yerlerinde garsonluk yapmak… Ve şimdi de hiç tanımadığım bu adamla görüşmeyi gerçekten istiyorum. Ama içim kıpır kıpır. Merak ediyorum çünkü. Her şeyi. Onu, beni, bizi…

Acaba beni ne zaman gördü?

Evime kadar takip mi etti?

Takip ettiyse neden yanıma gelip konuşmayı denemedi?

Bu adam neden kendinden 15 yaş küçük bir kızla bu kadar ilgileniyor?
Kapı tekrar çaldı ve ben notu masamın çekmecesine saklayarak kapıya koştum.

Salı
Mustafa’yla yemeğe gitmeye karar verdim. Söylediği gibi tam 7’de evin önündeydi. Camgöbeği diz üstü bir elbise giymiştim. Korna çaldı. Koşarak aşağı indim. Tam bir beyefendiydi. Arabadan indi, kapımı açtı, daha sonra sürücü koltuğuna geçti ve sürmeye başladı.


  • Görüşmeyeli nasılsın? diye sordu. Ne ara senli benli olmuştuk bilmiyorum ama bu hoşuma gitmişti.

  • İyiyim. Sen?

  • Ben de.

Sustuk. Ama vakit geçtikçe aramızdaki sessizlik garip bir hal alıyordu. Ortamı yumuşatmak için sordum:

  • Nereye gidiyoruz?

  • Boğaz’a. Seni çok güzel bir lokantaya götürüyorum. Umarım balık seviyorsundur.

  • Severim.

Yine bir sessizlik.

  • Tren garında bahsettiğiniz işin başına geçtin mi?

  • Ah, evet.

  • Ne hoş.

  • Sen ne iş yapıyorsun peki? İstanbul’a geldiğinde kimin kimsen yoktu. İşin, kalacak yerin yoktu. Hayata tutunmayı nasıl başardın?

  • Önce yurtta kaldım…

Sözümü kesti:

  • Kabul etseydin seni ben götürebilirdim yurda.

  • O zaman seni tanımıyordum.

  • Şimdi ne değişti?

O güldü, ben sustum. Hiçbir şey değişmemişti benim dışımda. Tanımadığım bir adamın arabasında, hiç bilmediğim bir yere gidiyordum. Bana ne olmuştu böyle?

Asla dediğim şeyler bir anda hayatımın merkezi haline gelmişti. Şehir hayatı prensiplerime olan bağlılığımı mı köreltiyordu yoksa? Böyle olamazdı. Alafrangalaşmak bana uygun bir şey değildi.

Ben odaklanmış bir biçimde iç sesimle kavga ederken bir anda araba durdu. Oradaydık.

Yaklaşık bir saat içerisinde lokantaya varmıştık. Kapımı açtı, kolunu girmem için uzattı. Yüzüne baktım. Çok değişmişti. Belki de bir az yaşlanmış. Olgunlaşmıştı yüzü. Bembeyaz dişleri, çok güzel bir gülüşü vardı. Sorar gözlerle bana bakıyordu. Koluna girdim, içeri yürüdük. Bir garson masamıza kadar eşlik etti. Lokanta lükstü ve belli ki çok pahalıydı. Garsonların ilgisinden buraya sık sık geldiği belli oluyordu. Daha önce böyle bir yere hiç gelmemiştim. Ama çok şaşırdığımı düşünmesini de istemiyordum bu yüzden normal davranmaya çalıştım. Oturduk, Mustafa balıkları sipariş etti ve tekrar sordu:



  • Hayata tutunmayı nasıl başardığını anlatmadın hala.

Her şeyi anlattım. Gelişimi, yurtta kalışımı, Hande’yi ve işimi. Büyülenmiş gibi seyrediyordu beni. Konuşmam bitince:

  • İnanılmazsın, dedi.

Güldüm. Tüm gece konuştuk. Bana işini anlattı. Çok önemli bir şirketin sahibi olmuş. Boğaz’a karşı bir köşkte oturuyormuş ama buna rağmen hala köyünü özlüyormuş. Şehir hayatı çok yoğunmuş. “Delisin.” dedim, kahkahalarla güldü. “Hayır, yaşlandım.” dedi. Sahi acaba kaç yaşındaydı şimdi? Onu da sordum “Geçen Nisan’da otuz yedi oldum.” dedi. Otuz yedi göstermiyordu. Saçlarına aklar düşmüştü biraz ama en fazla otuz üç derdim yaşını bilmesem.

Gitme saatimiz geldiğinde hesabı ödedi ve beni eve bıraktı. Arabayı tam evimin önünde durdurdu ve:



  • Eve gidince paltonun ceplerini iyi kontrol et. İstanbul burası sen fark etmeden bir şeylerin çalınmış olabilir.

  • Tamam, dedim. Sonra durdum ve:

  • Her şey için teşekkür ederim. Çok güzel vakit geçirdim.

  • Yakında tekrar görüşürüz.

Arabadan indim. Anahtarımla kapıyı açtım. Hande gece yarısından önce eve gelmezdi. Odama gittim, üstümü değiştirdim. Sonra kendimi yatağa attım ve bu geceyi düşünmeye başladım. Her şey bir anda olup bitmişti. Gecenin başında tanımadığım bu adamı gecenin sonunda sanki yüzyıllardır tanıyormuşum gibi hissediyordum. İçimde neden olduğunu bilmediğim bir mutluluk vardı. Rakipsiz, hayatımda geçirdiğim en güzel gündü. Aklıma bir anda Mustafa’nın “Paltonun cebini kontrol et” deyişi geldi. Paramın çalınmış olabileceği kaygısıyla paltomun ceplerini kontrol ettim. Her şey yerli yerindeydi. Sonra paltomun sağ cebinde bir kağıt hissettim. Kağıdı açtım ve okumaya başladım:
Merhaba Ufaklık,

Çok güzel bir gece geçirdim. Güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemişsin bunu biliyorsundur umarım. Bu arada üzerindeki renk sana çok yakışmış. Camgöbeği. Değil mi?

İyi geceler dilemeden olmazdı…

Mustafa
Kalbim yerinden çıkacakmış gibiydi. Bu gece nasıl uyuyacağım hiç bilmiyorum!


Mustafa
Başlarda çekingendi. Daha sonraları alıştı bana, bize. Senelerimiz böyle geçti. Birlikte,yan yana, kol kola… Çok sevdim onu, kendimden bile çok. İşte bu yüzden kendimi kaybetmekten korktum Havva kaza geçirdikten sonra.
Havva’nın trafik kazası haberini alınca nefesim kesildi. Bana ne oldu bilmiyorum. Hastaneye nasıl ulaştığımı da hatırlamıyorum. Yanına gittiğimde odasının başında doktorlar duruyordu. Çok büyük bir hafıza kaybı yaşadığını hafızasının hiç geri gelemeyebileceğini söylediler. Buna rağmen pes etmedim. Umuduma ve O’na tutundum. Düzeleceğine tüm kalbimle inandım. Kazadan sonraki ilk aylar zor geçti bizim için. Sabah kalkıyor nerede olduğunu bilmediğini söylüyor, korkuyor ve ağlıyordu. Zaman ilerledikçe durumu düzelmeye başladı. Artık sabahları korkmuyordu. Ama yine de çok inatçıydı. İlaçlarını içmeyi hep reddediyordu. “Hasta değilim ben!” diye feryat figan bağırıyordu. Kazanın üstünden bir sene geçti. Durumu daha iyiydi. Benim iş için bir haftalığına Amerika’ya gitmem gerekiyordu. Havva, Hande’de kalabileceğini söyledi. Her ne kadar kabul etmek istemesem de onu Handeler’e bıraktım ve Amerika’ya gittim. Zaten ne olduysa o zaman olmuş. İlk birkaç gün iyi idare etmiş Havva. Fakat bir süre sonra hafıza kayıpları artmaya ve süreleri uzamaya başlamış. Uykusunda sürekli ismimi sayıklayıp durmuş. Bazen konuşmayı, bazen yürümeyi unutuyormuş.

O gün, Hande yumurta almak için markete gitmiş. Havva uyuyormuş. Eve geldiğinde mutfağa gitmiş ve Havva’ya kahvaltı hazırlamış. O, uyanmamış ve Hande de rahatsız etmek istememiş. Ama saatler geçmiş Havva’dan hala ses yok. Hande Havva’nın odasına gitmiş. Kapıyı açmış. Ondan sonrası malum.

Havva, hiç bu hayatı istememişti. Kimse istemezdi. O da gitgellerine katlanamamıştı daha fazla. Astı kendini. İntihar etmeden önce bana bir not yazmış. Daha önce kimseye okumadım bunu, ama şimdi okumam gerektiğini düşünüyorum:


Selam Mustafa,

Seni yanımda görmeyeli ve sana sevgilim demeyeli inan ne kadar zaman geçti bilmiyorum.1 Bir ay mı? Belki de bir hafta ya da bir gün? Artık zaman kavramımı kaybettim. Yürüyemediğim oluyor. Hatta bazen konuşamıyorum.

Çok acılar çektim ve bu hayata mahkum olduğumu sanıyordum…

Ve bir gün sen geldin…

Sıfırdan yeni bir hayata başlamak üzere bindiğim trendeydin…

Anlattım.

Her şeyi anlattım.

Beni korkularımla, yanlışlarımla, her şeyime rağmen sevdin.

Hiç böyle sevilmemiştim…

Sana âşık oldum! Deliler gibi!

Ama çok acı çekiyorum. Biliyorum yol benim için burada bitiyor. Asla bir yazar olamayacağım. Yapmayı istediğim pek çok şey seninle birlikte bu mektubun satırları arasında kalacak ama tüm bunlardan kurtulmak istiyorum. Artık tek düşünebildiğim şey pes etmek. “Her şeyi arkada bırakmak ve sonsuzluğa kavuşmak”.2 Sonra seni düşünüyorum. Vazgeçiyorum!

Zavallıyım.

Muhtacım.

Daha fazla yapamıyorum.

Artık tek yapmak istediğim şey;

Gitmek!

İki dakika sonra yaptıklarımı, seni, yaşadıklarımızı unutmak istemiyorum.

Ama artık bitti.

Dayanamıyorum.

Ve,

Güneş sana ne zaman parlasa

Bil ki,

Ben oradayım sevgilim.

Seni seviyorum,

Elveda…

NOT: Sana hiç söylememiş olsam da hatırlıyorum. Küçüklüğümüzü yani. Kenarda oturan çocuk olduğunu. Ve sen de bana hiç söylememiş olsan da beni hatırladığını biliyorum. O zaman da seviyordun…
Cenazeden önce Neriman Hanım’ın sözlerini duydum: “Ölüm bu, kimseye yakışmaz. Havva’ya bile.”. Siz O’nu öyle tanıdınız, ya da tanımak istediniz. Burada bulunan insanların yarısı tanımıyor O’nu…
Hande

Konuşmasının ortasında bir anda durdu Mustafa. Yüzünde vuran Güneş’e doğru baktı, gözünden bir damla yaş süzüldü. “Merhaba Ufaklık!” dedi. Ve sonra sanki Havva’ya seslenirmişçesine: “Gülümsediğini görür gibiyim. Onu hiç kaybetme olur mu? Gülümsemekten asla vazgeçme…”3 dedi. Sonra ekledi: “Hafızasını kaybetmeden önce okumuştu bu satırları bana. Hayat doluydu ve çok mutluydu.”.


Mustafa
Duygu Yücel’i çok severdi. Ben de konuşmamı onunla bitireceğim:

“…onu öyle çok sevmiştim ki, benliğime işlemişti varlığı. Çünkü oydu her nefesim! Ve ben nefes aldıkça… O kokacaktı rüzgârda dalgalanan saçlarım…”


SON




1 Duygu Yücel’in Dengesiz Bir Aşkın Anatomisi Kitabından alıntıdır.

2 Duygu Yücel’in Dengesiz Bir Aşkın Anatomisi kitabından alıntıdır.

3 Duygu Yücel’in Dengesiz Bir Aşkın Anatomisi kitabından alıntıdır.

Yüklə 76,5 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə