Osmanli imparatorluğunun çÖKÜŞ nedenleri



Yüklə 418,03 Kb.
səhifə3/9
tarix05.02.2018
ölçüsü418,03 Kb.
#24744
1   2   3   4   5   6   7   8   9

I. DÜNYA SAVAŞINDA SAVAŞTIĞIMIZ CEPHELER

1 DOĞU CEPHESİ (SARIKAMIŞ HAREKATI)

Enver Paşa hayalini kurduğu Büyük Türk İmparatorluğunu kurmak için çok acele bir biçimde 19 Aralık 1914 tarihinde 90 bin kişilik mükemmel disiplinli bir orduyla “Sarıkamış Taarruzuna” başladı. Kış bu ordunun felaketi oldu 60 binden fazla asker öldü. Böylece daha savaşın başlangıcında Kafkas cephesinde üstünlüğü Ruslar ele geçirdiler. Bir süre sonra tüm Doğu Anadolu ellerine geçecektir.

2 GÜNEY CEPHESİ (KANAL HAREKETİ)

Enver Paşa doğuda “Turan” ideali için savaşırken güneyde Cemal Paşa “İslam” için Mısır’da İngiliz kuvvetlerine saldıracaktır. Mısır, Süveyş Kanalı dolayısıyla İngiltere’nin Hindistan, Avustralya ve Yeni Zelanda ile ulaşımını sağlaması açısından çok önemli bir yerdi. Cemal Paşa, İngiltere için çok önemli olan kanala iki büyük sefer düzenlemiş ancak buradaki İngiliz kuvvetlerini sökememiştir.

3 IRAK FİLİSTİN CEPHESİ

İngiltere açısından petrol bölgesinin anahtarı olan bu saha çok önemliydi. Bunun için bu bölgeye çok önceden kuvvet yığmıştı. Nitekim kasım 1914'te Basra'ya saldırdı ve burayı ele geçirdi. Fakat dünya savaşının ilk yılında Türk kuvvetleri oldukça zinde bir şekilde burada savaştı ve bazı İngiliz kuvvetlerini yendi. Fakat daha sonra İngilizler daha da kuvvetler getirdiler bununla da yetinmeyip İran da ayaklanma çıkardılar. Türk ordusu kuzeyden de tehdit altına girince bu cephede üstünlük İngilizlerin eline geçti.

4 ÇANAKKALE ÇEPHESİ

1. Dünya savaşında Türkiye’yi Almanya’nın yanına iten İngiltere güçsüz addettiği Osmanlı Devletini çok kısa bir sürede geçerek Rusların yardımına koşmayı amaçlıyordu. Bundan dolayı şubat 1915’te İtilaf donanması Çanakkale Boğazını geçmek üzere harekete geçti. Fakat tarihin en kötü yenilgilerinden birisi gerçekleşti. Türk topçu ve mayınları İtilaf donanması en büyük gemilerini birer birer Çanakkale boğazının derin sularına gömdü.İtilaf Devletleri hiç ummadıkları bu deniz karşılığından sonra savaşı karadan kazanmaya kalkıştılar. Birçok bölgeden asker buraya taşındı. Türk kuvvetleri de onların karşısında yerini aldı. Tarihin en şiddetli ve en şerefli savunma savaşlarından birisini yapan Türk ordusu 300 bin evladını buraya gömerek de olsa Çanakkale boğazından İtilaf ordusunun geçmesine izin vermedi.

Çanakkale Cephesinde savaşın bu şekilde sonuçlanması İtilaf Devletleri açısından hiç de iyi olmamıştır. Savaş büyük ölçüde bu yolun açılmaması yüzünden iki yıl daha devam edecektir. İtilaf Devletleri bunun hesabını Türkiye’den savaş sonrası sormaya çalışacaklardır.Çanakkale savaşının en büyük sonucu ise İngiliz yardımı alamayan Rusya’nın daha fazla dayanamayarak komünist muhalefetin iktidarı ele geçirmesidir. Bu olay ile dünya yepyeni bir görüşün etkisi altına girecek ve 70 yıl süreyle Avrupa’yı ve dünyayı tehdit eden yeni bir yönetim şekli ortaya çıkacaktır

Ermeni Sorunu

Türkiye’de yaşayıp ta Ermeni Sorunu’nu işitmemek mümkün değildir. Doğuştan her Türk vatandaşının potansiyel meşgalesidir bu konu. Fakat o kadar da bu konuda bilgisizdir Türk insanı. Sınıflarda bugüne kadar yaptığımız sorgulamalarda Türk öğrencisi ‘kem küm’ den başka bir bilgisi olmadığı ortaya çıkmıştır. Halbuki ‘hakkını savunamayan haksız olur’ bu dünyada. Bu yüzden dersimizin önemli görevlerinden biri olarak konuyu enine boyuna incelemeye ve açıklamaya çalışacağım. Konunun üç büyük boyutu vardır, tarihi, hukuki ve siyasi boyutu. Burada bu üç boyutla ilgili kısa fakat öz bilgiler aktarmaya çalışacağım.

Önce işin tarihi sürecini ortaya koyalım. Türklerle kendilerine Hayk ve ülkelerine Hayastan adını veren Ermeniler (Ermeni Yukarı Memleket anlamına gelir) arasındaki ilk tanışma İslam öncesi döneme kadar iner. İlk tanışanlar Kıpçak Türkleridir. Hatta bunların kimisinin Ermenilerle karıştığı bilinmektedir.

Gerçek anlamda tanışma ise 1064 tarihinden sonradır. Karadeniz’in güneyinden göçler sırasında Türkler Anadolu’ya girerken Ermenilerle karşılaşılmıştır. Fakat bu tanışma olumsuz anlamda bir tanışma değildir. Türkler Anadolu’ya girerken buranın hakimi olan Bizans İmparatorluğu ile egemenlik uğraşına girmişlerdir. İşte bu süreçte Ermeniler Türklerle birlikte Bizans’a karşı çarpışmışlardır. Peki nasıl olur da Hıristiyan Ermeniler Hıristiyan Bizanslılara karşı Müslüman Türklerle birlikte olurlar. Bunda da şaşıracak bir şey yok. Evet ikisi de Hıristiyan’dır ama aralarında müthiş bir mezhep mücadelesi vardır. Birisi Ortodoks diğeri Gregoryen Hıristiyan’dır. Bizans Gregoryenliği ortadan kaldırmak için dil yasağından tutun da sürgüne kadar değişik yaptırımlar uygulamıştır Ermenilere bu yüzden Türklerle ilişkiler iyi başlamıştır.

Türklerin klasik karşı tarafın dinsel alanına karışmama ilkesi yüzünden de bu durum yıllarca sürmüştür. Selçuklu ve Osmanlı sürecinde değişen pek bir şey olmamış Ermeniler Gregoryen nitelikleriyle bir “Millet” sıfatıyla varlıklarını sürdürmüşlerdir. Hatta Osmanlı sürecinde bu sıfatları resmileşmiştir. İstanbul’un Fatih tarafından fethiyle birlikte İstanbul’a Ermeni göçü hızlanmış ve bir Ermeni Patrikhanesi açılmıştır. Daha sonraki süreçte de Ermeniler sorun çıkarmayan bir din grubu olarak “Millet i Sadıka” (Sadık din grubu) isimlendirilmişlerdir.

Peki o zaman daha sonra bu durum neden bozulmuştur? Yani devlet içinde rahat hatta zengin yaşayan Ermenilere ne olmuştur da bu sorunlar çıkmıştır? Ermeni Sorununun ortaya çıkışında dünya siyasasındaki gelişmelerin önemli etkisi ve katkısı olmuştur. Bunlardan birisi hemen bütün dünyayı etkisi altına alan Fransız İhtilali ve paralelinde gelişen Milliyetçilik olgusudur. Bir diğeri Sanayi Devrimi’nin çok doğal sonucu olan sömürgeciliktir. Ermeniler, Osmanlı Devleti içindeki azınlıkların birer birer isyan ettiklerini, bunların özerklik ve/ veya bağımsızlıklarını elde ettiklerini görmüşlerdir. Bu olaylar sonucunda kendilerinin de böyle bir harekete girişebilecekleri düşüncesi ortaya çıkmıştır. Bütün bu açıkladığım nedenlerle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Ermeni Sorunundan bahsedilmeye başlanır.

Ermeni Sorununun ortaya çıkmasında iç etkenler ve dış etkenler vardır. Bu sorun ne tek başına bir iç nedenlidir, ne de tek başına dış nedenlidir. Her ikisi de etkilidir. Ermeniler içsel olarak elbette Fransız Devriminin getirisi olan Milliyetçilikten etkilenmişler ve bu yüzden içlerini bir bağımsız milli devlet ülküsü kaplamıştır. Ama bunu destekleyen pek çok da dış etken olayın içerisine karışmıştır. Özellikle Fransa, İngiltere, ABD ve Rusya bu sorunun ortaya çıkmasında önemli roller oynamışlardır. Bunlar da doğaldır ki bu sorunu ortaya getirirken Ermeni haklarından çok kendi siyasi, ekonomik çıkarlarını düşünmüşlerdir. Örneğin bir Rusya Akdeniz’e kolay inebilmek açısından Ermenilerden yararlanmaya çalışmıştır. Diğerleri için ise neden daha çok ekonomiktir.

Yukarıdaki süreç Ermenilerle Türkler arasındaki ilişkiyi elbette kötü etkilemiş ve 1880’den itibaren Anadolu barış döneminden karışıklık dönemine girmiştir. Ermeniler hayallerindeki Büyük Ermenistan’ı kurabilmek için bu süreçte gösteri, baskın, bombalama, isyan eylemlerine başlamışlardır. Bunlardan birkaçını şöyle sıralayabiliriz: Erzurum İsyanı (1890), Kumkapı Gösterisi (1890), Merzifon, Kayseri Yozgat olayları (1892-1893), I. Sasun İsyanı (1894), Zeytun İsyanı (1895), Divriği İsyanı (1895), Babıali Olayı (1895), I. Van İsyanı (1896), Sultan Abdülhamit’e suikast (1905). Bu isyan ve olayların sayısı 1897 yılına kadar 40’a yaklaşmıştır. Ermeniler bu olaylarla koskoca Türk İmparatorluğunu yenemeyeceklerini elbette biliyorlardı. Buradaki amaç dünya kamuoyunun dikkatini çekmektir. Amaçlarına da ulaşmışlardır. Yukarıda birkaçını örnek verdiğimiz olaylar dünya kamuoyu tarafından devlete karşı isyan ve bunların devlet güçlerince doğal bastırılması olarak değil “Vahşi Müslümanların masum Hıristiyanları katletmesi” olarak ilan edilmiştir. Ermeni İsyanlarının nedeni ne sefalet ne ıslahat ve ne de baskıya uğradıkları iddiasıdır. İsyanların nedeni, Batılı devletler ile Rusya’nın Ermeni komiteleri ve kilisesi ile işbirliği halinde Osmanlı Devleti’ni parçalamak istemeleridir. Osmanlı Devleti ise bu isyanlar karşısında her devletin yapacağını yapmış ve isyan eden asilerin üzerine kuvvet göndermiştir. Ancak bu daha önce de söylediğimiz gibi her isyanın bastırılması yeni bir “katliam” olarak sunulmuştur. Hatta olaylarla ilgili yakalanan komiteciler büyük devletlerin işe karışmalarıyla serbest bırakılmışlardır. Bu durum Birinci Dünya Savaşı’na kadar böylece sürüp gitmiştir.

Birinci Dünya Savaşı Türkiye Ermenileri için çok önemli bir fırsattı. Nitekim onların da bu durumu Büyük Ermenistan’ın kurulması için tarihi fırsat olarak değerlendirdiklerini görmekteyiz. Ermeniler göre büyük savaş çıktığında ellerindeki bütün güçle Osmanlı Devleti’nin savaşta yenilmesi için çalışma başlatılmalıydı. Bu yüzden ilk yapılan iş askerlik çağındaki Ermeni gençleri saklanmış yada dağa çıkarılmışlardır. Ermeni örgütleri Hınçak ve Taşnaksutyun komiteleri bu süreçte yayınladıkları genelgelerde açık açık “kurtulmak istiyorsan önce komşunu öldür” diyecek kadar acımasızlaştılar. Nitekim savaş başlar başlamaz Osmanlı Ordusundaki Ermenilerin çoğunluğu Rus kuvvetlerinin doğudan Osmanlı topraklarına girmesiyle ordudan kaçmışlar ve Rus ordusuna katılmışlardır. Katılamayanlar ise çeteler kurarak isyan etmişlerdir. Erkekler cephelerde olduğu için savunmasız kalan Türk şehir ve kasaba ve köylerine saldırarak katliama girişmişlerdir. Osmanlı kuvvetlerini arkadan vuran Ermeniler, Osmanlı birliklerinin hareketini engellemişler, ikmal yollarını kesmişler, köprü ve yolları imha etmişlerdir.

Yukarıda anlattıklarımız Osmanlı Devleti’nin savaş içinde bir önlem almasına neden olacaktır. Bu önlem bugün Ermenilerin soykırım olarak kabul ettirmek istediği olay olmasından dolayı çok önemlidir. Bu konuyu o yüzden çok iyi anlamalıyız. Osmanlı Devleti 27 Mayıs 1915 tarihli Sevk ve İskan kararını alır. Bu karar sonucunda yukarıda belirttiğimiz isyan ve terör olaylarının önü alınmak istenir. Şimdi bu karara nasıl gelinmiştir. Onu da kısaca açıklayalım. Aslında karar savaş başlar başlamaz alınmamıştır. Ermeniler savaş çıkacağını anladıkları andan itibaren eyleme geçmişlerdir. Örneğin 1914 Ocak ayında Hınçak ve Taşnak örgütlerince Kayseri Ermeni İsyanı çıkartıldı. Burada yapılan aramalarda mezarlıklarda ve kiliselerde bile silah ve mühimmat ele geçirildi. Yine 3 Ağustos 1914 de seferberlik ilan edilir edilmez Zeytun’da isyan çıktı. Bu isyanlar Bitlis, Muş, Diyarbakır, Elazığ, Erzurum, Sivas, Trabzon, Ankara, Adana, Urfa, İzmit, Adapazarı, Bursa, İzmir, İstanbul, Maraş, Antep, Halep ve daha birçok yerde devam etmiştir. Bunlardan Van isyanı en önemlisidir. 15 Nisan 1915 tarihinde Van Ermenileri Rusların şehre doğru ilerlemelerini görünce Van’da isyan çıkartırlar, daha sonra Rus ordusundaki Ermenilerle birleşirler ve Van’dan henüz kaçamamış 20 bin Müslüman’ı katlederler.

Ermenilerin binlerce Türk’ün canına mal olan isyan ve katliamları karşısında dahi, Osmanlı Devleti’nin ortaya koyduğu sakin ve sağduyulu tavır, belgeleriyle sabittir. Ancak, terör hareketleri bir türlü durmak bilmeyince hükümet ülkeni değişik yörelerinde yaşayan Ermenileri, savaş bölgelerinden uzak yerler götürmek zorunda kalmıştır. Kafkas, İran ve Sina cephelerinin güvenlik hattını oluşturan bölgelerdeki Ermenilerin yerlerinin değiştirilmesi onları imha etmek değil, devlet güvenliğini sağlamak, onları korumak amacını gütmüştür ve dünyanın en başarılı yer değiştirme uygulamasıdır. Yer değiştirme bütün Ermenilere uygulanmamıştır. Osmanlı ordusunda subay ve sıhhiye sınıflarında hizmet gören Ermeniler ile Osmanlı Bankası’nda ve konsolosluklarda çalışan Ermeniler devlete sadık kaldıkça göçe tabi tutulmamışlardır. Diğer yandan hasta, sakat ve yaşlılar ile yetim çocuklar ve dul kadınlar da sevke tabi tutulmamış, yetimhaneler ve köylerde koruma altına alınarak ihtiyaçları devletçe Göçmen Ödeneği’nden karşılanmıştır.Bu tablo Osmanlı Devleti’nin iyi niyetini göstermesi açısından oldukça önemlidir.

27 Mayıs 1915 tarihli yer değiştirme kanunu çerçevesinde; Erzurum, Van ve Bitlis illerinden çıkarılan Ermeniler, Musul’un Güneyine ve Urfa’ya, Adana Halep, Maraş illerinden çıkarılan Ermeniler ise Suriye’nin doğu kısmı ile Halep’in doğu ve güneydoğusuna gönderildiler.

Ermeniler bu olayı bugün soykırım olarak nitelendirmek istemektedirler. Bu göç sırasında Ermeniler göç ettirilmek istenmediler toplu halde katledildiler demektedirler. Yine bu konuyu canlı tutabilmek ve ilgi çekebilmek açısından abartılı rakamlar ileri sürmektedirler. İlk dönemde bu rakamlar 3 milyona kadar çıkmıştır. Ermeni iddiaları 2 milyona, bazen de 1,5 milyona kadar inmektedir. Şimdi bu konunun açıklanması açısından Türkiye’de kaç tane Ermeni olduğunun bilinmesi gerekir. 100 yıl öncesinde sağlıklı sayımlar olmadığı için bu konuyla ilgili değişik rakamlar karşımıza çıkmaktadır. Ermeni soykırımı iddiasında bulunan Ermeni Patrikliği ve Ermeni araştırmacılar 1,5 ila 3 milyon arasında bir nüfusa sahip olunduğu üzerinde durmaktadır. Batılı ve bazı Rus araştırmacılar ise ortalama bir rakam verecek olursak 1 milyon civarında Ermeni olduğunu söylemektedir. Bizim 1914 tarihli resmi istatistiğimize göre ise Türkiye vatandaşı 1.234.671 Ermeni vardır. Görüldüğü üzere Türkiye’de 1,5 milyon Ermeni’nin öldürülmesi maddeten imkansız bir olaydır.

Öyleyse gerçek nedir? Göç ettirilme nasıl gerçekleştirilmiştir? Yollarda neler olmuştur? Göç ettirilenler yerlerine ulaşabilmiş midir? 9 Haziran 1915’ten 8 Şubat 1916 tarihleri arasında Adana, Ankara, Dörtyol, Eskişehir, Halep, İzmit, Afyon, Kayseri, Elazığ, Sivas, Trabzon, Yozgat, Kütahya ve Birecik’ten toplam 391.040 kişi göç ettirilmiştir. Bunlardan 356.084 kişi yerleşim yerlerine ulaşmıştır. Arşiv belgeleri bunu kanıtlamaktadır. İkisi arasında 35 bin civarında bir rakam geriye kalmaktadır. Bundan 26.064 Halep Ermenileri çıkarılınca geriye 9 bin kişi kalmaktadır. Bunlardan 500’ü Erzurum-Erzincan arasında eşkıyalarca, 2000’i Urfa’dan Halep’e giden yolda Urban Eşkıyalarınca, 2000’i Mardin’de eşkıyalarca öldürülmüştür. Tunceli bölgesinden geçen kafilelere bölge halkının saldırıları sonucunda bir kısım Ermeni ölmüştür. 3000 civarında Ermeni ise sevkıyat sırasında Anadolu’nu değişik bölgelerine yerleşmişlerdir.

Böylece yer değiştirme sırasında Osmanlı Ordusu tarafından soykırım amacıyla öldürülen tek bir Ermeni yoktur. Ayrıca Anadolu ve Rumeli’nin değişik bölgelerinde yer değiştirmeye tabi tutulmayan Ermenilerin sayıları ile, yeni yerleşim merkezlerine ulaşanların sayılarının birbirini tutması, yer değiştirme sırasında herhangi bir katliam olayının olup olmadığını da ispat etmektedir. Göç sırasında Ermenilerin rahat ve güvenli bir yolculuk etmeleri için elden gelen tüm gayret gösterilmiştir. Daha önce belirttiğimiz kişilere ilişkin alınan önlemlerin ötesinde devlet bu konuda çok hassas davranmıştır. Yerel yöneticiler her türlü durumdan sorumlu tutulmuş, ihmali görülenler cezalandırılmıştır. Göç bölgelerine sürekli müfettişler gönderilmiştir.Hükümet göçmenlerin iaşesi ve korunmasına yönelik büyük harcamalar yapmıştır. Uygulamaya ait belgelerde hangi il ve ilçelerde hastane kurulduğu, Ermeni çocuklarından yetim kalanlar için hangi binaların ayrıldığına kadar ayrıntılı bilgiler verilmektedir. Görüldüğü gibi, yer değiştirme uygulaması genelde başarılı bir sevk ve iskan hareketidir.

1915 Sonrasında da aslında Anadolu’da Ermeni’lerden bahsedilmektedir. Şebinkarahisar’da Türklere katliam düzenleyen Sivaslı Murat, Sasun canavarı diye şöhret kazanan Antranik ve Muş katliamını gerçekleştiren Arşak gibi Ermeni komitecilerinin liderliğinde Erzincan, Bayburt, Erzurum, Kars gibi birçok yerde katliamlara girişmişlerdir. Bu yüzden bugün birçok bölgede yapılan kazılarda öldürülen Müslümanlara hala kazılarda rastlanmaktadır.

İşin tarihi süreci böyledir. Fakat tarihte olup bitenler kadar bunu anlatabilmek ve güçlü olmak önemlidir. Nitekim 1918 sonrasında ölmeden geriye dönen Ermeniler tarihi bir fırsat olarak bu süreci değerlendirmek istemiş ve yaptıkları başarılı çalışma ve devletlerin bu konuya sıcak bakmaları sayesinde Büyük Ermenistan için olumlu karar Sevr antlaşmasında çıkmıştır. Böylece 1880’denberi sürdürdükleri mücadelede sona yaklaşmışlardır. Hatta Sevr antlaşması gereği Ermenistan haritası ABD Başkanı Wilson tarafından hazırlanmıştır. Neredeyse Büyük Ermenistan kuruluyordu. Bunu ürkek ve yenik Osmanlıya da kabul ettirmişlerdi. Ancak devreye Türk Milleti girdi ve bu planı baştan sona dağıttı. İlk önce Ermeniler Doğu Harekatı ile Arpaçay’ın öte tarafına atıldı ve Gümrü Antlaşmasını imzalamak durumunda kaldılar. Daha sonra ise Ermenistan Cumhuriyeti Komünistleşti ve Sovyetler Birliği’nin bir parçası haline geldi. Büyük Ermenistan düşlenirken elde bağımsız bir devlet dahi kalmadı. Sonra yeni Türkiye Sovyetlerle Moskova ve onların uzantısı Kafkas devletleriyle Kars Antlaşmasını imzaladı. Böylece bugünkü sınırlar kesinleşti. Türkiye açısından da Ermeni sorunu bitti. Nitekim Lozan’da bu konu hiç konuşulmadı. Bir Ermeni kelimesi bile Lozan Antlaşması içinde geçmedi.

Peki bugün bu konu yeniden niye canlandı? Aslında Ermeniler açısından Lozan işin sonu olarak kabul edilmemiştir. Lozan antlaşması sürecinde bu antlaşmanın imzalanmaması için batılı ülkelerde birçok gösteriler düzenlediler. Özellikle Amerika Ermenileri bütün güçleriyle Lozan’ı imzalattırmamak için ellerinden geleni yaptılar. Ancak batılı devletler Ermenilerin çığlıklarını duyacak bir yapıda değildiler. Uzun süre de bu durum böyle olacaktır. Örneğin 1920’lerin sonlarında Avrupa yeniden ısınmaya başlayacak bu yüzden dünün düşmanı Türkiye önemli bir ortak olmaya başlayacaktır. II. Dünya savaşı sürecinde ise Türkiye’nin değeri en yüksek düzeyine çıkacaktır. O yüzden bu süreçte pek Ermeni isteklerinin gündeme gelmediği görülmektedir. !960’lar ise dünyanın biraz daha rahatladığı bir dönem olmuştur. Maalesef bu durum Türkiye’nin başının yeniden ağrımaya başlayacağı bir süreç olacaktır.

1965 yılı bu süreçte önemli bir başlangıç noktasıdır. 24 Nisan 1915’in 50. yılında 24 Nisan 1965’te Ermeniler büyük bir propaganda atağı başlattılar. Her gittikleri yerde Ermeni soykırım anıtları diktiler. Ülkelerin eğitim programlarına bu konuyu koymanın yolarını aradılar. Dergilerde makalelerle, kitaplarla, ansiklopedilerle kendi iddialarını gündeme getirmeye çalıştırlar. Bundan amaç II. Dünya savaşı sonrasında Yahudi Soykırımının kabul edildiği bir dönemde aynı yolu izleyip Lozan’da tarihin çöplüğüne atılmış isteklerini tekrar gündeme taşımaktı. Bunu da 4 T projesi ile açıkladılar. Tekrar canlanma, Tanınma, Tazminat ve en sonunda Toprak. Bu plan ile amaçlanan şey Türkiye Cumhuriyetini uluslar arası alanda yalnızlaştırmak, soyutlamak böylece güçsüzleştirmek ve daha sonra aynı 20 yüzyılın başlarındaki ortamı yaratarak hayallerini gerçekleştirmektir.

Bu arada gündeme gelebilmek açısından sadece kitap, dergi, ansiklopedi, anıt dikme, konferans düzenlemenin yetmediği bunun daha kolay bir yolunun da olduğu 1973 yılında bir olayla anlaşıldığından, bu süreçte Ermeni Terörü de başlayacaktır. !973-1985 arasında tam 34 diplomatımız öldürülecektir. Aslında bu eylemlerin amacı birkaç tane Türk öldürmek değildir. Aynı 1880’lerde yapılanlar gibi dünya kamuoyunun dikeyini çekmektir. Aslında bu konuda kısmi başarı sağladıkları da ortadadır.

1985 sonrası ise konunun tanınma aşamasına geçirilmesidir. Nitekim bu dönemde sözde soykırımın dünya ülkeleri meclislerinden geçirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Bugüne kadar 13 ülke parlamentosu bu yasayı kabul etmiştir. Bu ülkeler Uruguay (1965), Güney Kıbrıs (1982), Arjantin (1993), Rusya (1995), Kanada (1996), Yunanistan (1996), Lübnan (1997), Belçika (1998), Vatikan (2000), İtalya (2000), Fransa (2001). Bu arada Avrupa Parlamentosu 1987 yılında sözde soykırım yasasını kabul etmiş ve Türkiye’nin üyeliğini bu şarta bağlamıştır. Bugün 50 ABD eyaletinden 27’si de bu yasayı kabul etmiştir. Ermeniler özellikle dünyanın süper gücü olan ABD’de de bu yasayı geçirmek için çalışmaktadırlar. Bugüne kadar başarılı olamadılar. Peki parlamentoların kabul edeceği bir sözde soykırım yasasının ne önemi var? Aslında hukuken hiçbir önemi ve değeri bulunmuyor. Ancak işin bir de uluslar arası boyutu var. Devletler arası ilişkilerde yalnızlık ve dışlanma çok önemli sorunlar yaratabilir. Ermeniler bu yolla Türkiye’nin gücünün zayıflatılması yolunu kendilerine bir amaç olarak almışlardır. Zayıf, dış borcu çok, ekonomisi kötü olan bir Türkiye’yi böylece uluslar arası alanda sıkıştırıp isteklerini kabul ettirebileceğine Ermeniler bu konuyu sonuna kadar götürmek niyetindedirler.

Pekala konunun tarihi süreci böyle, peki işin hukuku boyutu nasıl? Türkiye ile ilgili olarak uluslar arası alanda bu kadar çok çalışan Ermeniler Türkiye’yi veya o süreçteki Osmanlı devleti’ni hukuki yönden dava edebilmiş midirler? Soykırım ile ilgili Türkiye hakkında herhangi bir karar var mıdır?

Konunun hukuki boyutu önemlidir. Çünkü hukuki bir karar bağlayıcıdır. Ermeni sorununun çıktığı günden bugüne kadar ne Osmanlı Devleti hakkında ve ne de Türkiye Cumhuriyeti hakkında hukuki bir dava açılamamıştır. Açılamamıştır diyorum çünkü aslında açılmak istenmiştir. Özellikle I Dünya Savaşı sonrasında Türkleri bir ulus olarak tarihe gömmek isteyen İngilizler bu konuda oldukça istekli davranmışlardır.!918 teslimiyeti sonrasında Türkiye’de istedikleri kişileri tutuklamışlar ve rahat rahat yargılayabilmek açısından da sömürgeleri Malta’ya götürmüşlerdir. Bunların sayısı 1920 yılında 140’a çıkmıştır. İngiltere bunların hakkında dava açabilmek için tutuklandıkları andan itibaren büyük bir çalışma başlatmıştır. Ermeni katliamından sorumlu tutulmaların sağlayacak her türlü delili her yerde aramışlardır. Eski başbakan, bakanlar, şeyhülislam, üst düzey komutanlar, bürokratlar, gazeteciler için mahkeme yolu açacak en küçük bir iddia bile delil olabilir endişesiyle incelenmiştir. İngiltere’de yapılan çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanmış, İstanbul araştırılmış, Osmanlı arşivi didik edilmiş fakat hiçbir kanıta ulaşılamamıştır. Bu da yetmemiş Atlantik ötesinde ABD’de delil aranmış fakat orada da hiçbir delil bulunamamıştır. İngiltere sonunda Ermeni konusuyla ilgili olarak “Sanık” olarak getirttiği bu insanları “savaş esiri” olarak serbest bırakmak durumunda kalmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinden çok emin olduğu için ve hiç kimseye böyle kötülük yapılmasını uygun bulmadığından 1948 tarihli Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesini ilk kabul eden ülkeler arasında yer almıştır. Bunun devamı niteliğindeki 1998 Roma sözleşmesiyle ortaya konulan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kurulmasının altına da imzasını atmıştır. Görüldüğü üzere uygar Türkiye uluslar arası hukuk açısından soykırımla ilgili savaşıma sonuna kadar katılmaktadır. Bu konuda hiçbir korkusu ve çekincesi yoktur. Soykırımı bir insanlık suçu olarak kabul etmektedir. Kim kime yaparsa yapsın dün de bugün de Türkiye soykırıma sonuna kadar karşıdır ve karşı olmaya devam edecektir.

Yukarıda da açıkladığım üzere sözde Ermeni soykırımıyla ilgili olarak ne Osmanlı Devleti için ne de Türkiye Cumhuriyeti için bir mahkeme başvurusu yoktur. Ne yapılmaktadır sadece Hıristiyan ülkelerde Hıristiyan bağnazlığı kullanılarak Türkiye küçük düşürülmeye ve yalnızlaştırılmaya çalışılmaktadır. Arkadaşlarımız şöyle bir soru sorabilir; madem bu kadar iddialılar neden bizi mahkemeye vermiyorlar? Bunun yanıtı da çok basit aslında bir kere mahkemeye verirler ve mahkeme sunucunda Ermeniler aleyhinde kararın çıkmasıyla birlikte bütün plan işlemez duruma gelecektir. Hukuken beraat etmiş bir Türkiye’ye karşı devletler arası bir propaganda yürütülmesi artık imkansızdır. Ermeniliğin canlandırılması ve ayakta tutulabilmesi için tek olanak olan tarihi Türk düşmanlığının yapılmasının imkansızlaşması anlamına gelecek ve davanın tarihsel olarak toptan kaybedilmesi anlamına gelecek böyle bir yol bundan dolayı hiçbir Ermeni’nin düşünmek dahi istemediği bir durumdur. Düzmece ve sonu garanti olmadıkça Ermenilerin hukuka başvurması mümkün değildir.

Olayın tarihi boyutunu tüm çıplaklığıyla ortaya koymaya çalıştım. Görüldüğü üzere tarihi boyutta bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşını utandıracak hiçbir durum yoktur. Hukuki boyutta ise hiçbir zaman bu konu aleyhimize bir dava konusu bile yapılamamıştır.O zaman geriye ne kalıyor? İşin siyasi boyutu. Arkadaşlarım bilsinler ki bu konu öyle kolay kolay bitmez. Bu sadece Ermenilerden kaynaklanan bir durum da değildir. Güçlü olmayan sanayileşememiş, borçlu bir ülke olarak Türkiye bu siyasi ithamlardan kolay kolay kurtulamaz. Bu dünyanın değişik ülkeleri açısından Türkiye’nin ürkütülmesi ve önünün kesilmesi için önemli bir kozdur. Bu durum böyle oldukça sözde Ermeni soykırım yasa tasarılarından kurtulmamız mümkün değildir. Yarın bizi Avrupa Birliği’ne almak istemeyenler için bile bir koz olarak bu konunun siyasi boyutu devam ettirilecektir.

Gelelim Ermeniler açısından konunun siyasi boyutunun irdelenmesine. Arkadaşlar bu konu onlar açısından hayati bir öneme sahiptir. Bugün Ermenistan’dan göç sürmektedir. Yanlış anlaşılmasın Türkler Ermenileri sürüyor değil. Ermenistan’daki Ermeniler dahi bugün dünyanın değişik bölgelerine yokluk ve işsizlikten göç ediyorlar. Dünyanın değişik bölgelerinde ve birer azınlık olarak varlık sürdürmek ise o kadar kolay değil. Azınlıklar büyük topluluğun içinde eriyip gidiyorlar. Gregoryen Ermeni büyük Katolik ve Protestan ülkelerde Protestanlaşıyor veya Katolikleşiyor. Katolikleşme veya Protestanlaşma ne anlama geliyor? Ermeniliğin yok olması anlamına geliyor. Buna karşı bir şeylerin olması gerekiyor. Acı ama söylemek gerekiyor ki Ermeniliğin hatırlanmasında tarihi Türk düşmanlığı önemli bir hatırlatıcı faktör oluyor. Kanadalı bir Ermeni de Ermeniliğini böyle hatırlıyor, Avustralyalı bir Ermeni de. Ermeni kiliseleri Gregoryen’liğin yaşaması açısından dünyanın her yerindeki Ermeni Gregoryen Kiliselerinde bu konuyu kaşıyıp durmaktadır. Bu konu görüldüğü üzere Ermeni varlığı açısından hayat meselesidir. Bu yüzden de Ermenilerden ve Gregoryen Ermeni kilisesinden bu konudan kendi kendilerine vazgeçmelerini beklemek saflık olur. Bu konuyu siyasi açıdan ne kadar kullanabilirlerse o kadar kullanacaklardır.

Peki sorun çözümsüz müdür? Bizim açımızdan sorunun tarihi ve hukuki açıdan olduğu gibi siyasi açıdan çözülmesi de pekala mümkündür. Bunun için Türkiye’nin o söylenip de bir türlü gerçekleşmeyen çağdaş uygarlık düzeyinin geçilmesiyle mümkündür. Sanayileşmiş, kentlileşmiş, eğitilmiş, ekonomisi dünya için olmazsa olmaz halini almış 100 milyonluk bir Türkiye’de Ermeni kelimesi bile geçmeyen bir dünya anlamına gelir. Bu sağlanmadan işin siyasi boyutunun çözümlenmesi imkansızdır. Siyasi boyutun çözümlenmesinin kesin yolu budur. Ancak kısmi olarak yararlanılabilecek unsurlar da ileri sürülebilir. Örneğin Ermeni Diaspora’sına karşılık dışarıda yaşayan Türkler örgütlendirilip birer lobi unsuru olarak değerlendirilebilir. Bugün dünyanın pek çok yerinde Türkler hiç de azımsanmayacak sayılara ulaşmışlardır. Avrupa, Avustralya, ABD Türkleri önemli bir güç yapısına ulaşmışlardır. ileride sayıları daha da artma eğilimindedir. Nasıl Ermeniler dış ülkelerdeki soydaşlarını örgütlüyor ve kullanıyorsa bizim de bu yolu akılcı olarak kullanmamız aklın gereğidir.

Sonuç olarak çok kısa birkaç şey söylemek gerekirse; tarihte bir ermeni soykırımı yoktur. Ermeniler bağımsız bir Büyük Ermenistan kurmak istemişler, buna güçleri yetmemiştir. Kendi gücüyle bu işi de yapamayacağından batılı devletler ve Rusya’yı kullanmaya çalışmış, kendisi de çok acımasız bir şekilde yüzlerce yıl birlikte yaşadığı insanlara karşı acımasız isyan ve terör eylemleri gerçekleştirmiştir. Bu olaylar doğal olarak bu bölgede Türkler ile Ermenilerin komşu olarak dahi yaşamalarının önüne geçmiştir. Türk Milleti kendi toprakları üzerinde bir Ermenistan kurulmasına fırsat vermemiştir. İşin tarihi yönü budur. Hukuki olarak da ortada hiçbir karar yoktur. Hatta bir mahkeme başvurusu bile yoktur. Siyasi yön ise kullanılacak alandır. Yukarıda söylediğim yapıyı sağlayıncaya kadar bu durum devam edecektir.

OSMANLI DEVLETİNİN PAYLAŞILMASI GİZLİ ANTLAŞMALAR

Osmanlı Devleti 1. Dünya Savaşı içinde çeşitli antlaşmalarla gizli olarak paylaşılmıştır. Bu antlaşmalardan kimisi antlaşmayı imzalayan devletin siyasi hayatını doldurması nedeniyle yürürlüğe giremezken diğerleri ise Türk Milletinin direnmesiyle gerçekleşmeyecektir. Bu antlaşmaları şöyle özetleyebiliriz

1 İSTANBUL ANTLAŞMASI: Rusya’nın İtilaf Devletleri safına çekilebilmesi için yapılan antlaşma. Rusya Çanakkale Savaşında Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının İngiltere ve Fransa eline geçeceğinden endişe ederek bu iki ülkeye 4 Mart 1915 tarihinde verdiği notalarla İstanbul ve Çanakkale Boğazının Rusya’ya verilmesini ve İmroz ve Bozcaada’nın kendisine danışılmadan karar alınmamasını istedi.

İngiltere ve Fransa bu notadan hoşlanmamakla birlikte Alman tehlikesi karşısında İngiltere 12 Mart 1915’te Fransa 10 Nisan 1915’te Rus isteklerini kabul etmişlerdir.

2 LONDRA ANTLAŞMASI: İtalya savaş öncesinde Almanya bloğu içinde görülüyordu. Ancak İtalya’nın çıkarlarıyla aynı blok içinde yer alan Avusturya’nın çıkarları çatışıyordu. Bu yüzden İtalya savaş başında tarafsız kaldı. Zaman zaman her iki tarafla değişik görüşmelerde bulunuyor ve her iki taraftan daha fazla tavizler koparmaya çalışıyordu.

İngiltere, Fransa ve Rusya savaşın gidişatında önemli bir rol oynayabilecek İtalya’nın kendi yanlarında yer almasını istediklerinden 1915 yılı içinde görüşmeleri hızlandırdılar. 26 nisan 1915’te Londra’da yapılan anlaşma ile İtalya Adriyatik’te istediği çıkarları elde etti. Bundan başka Ege’deki 12 ada İtalya’ya veriliyor Anadolu’nun paylaşılmasında ise Antalya bölgesi İtalya’ya kalıyordu. İtalya bundan başka sömürgesi olan Trablusgarp ve Eritre'de topraklarını genişletebilecekti.

3 SYKES-PİCHOT ANTLAŞMASI: Yukarıdaki anlaşmalarla Rusya ve İtalya’yı blokları içine dahil eden İngiltere ve Fransa kendi aralarında da bir anlaşma gerçekleştirdiler. Fransız temsilci Jorj Pichot ve İngiliz temsilci Mark Sykes arasında gerçekleşen görüşmelerden dolayı Sykes-Pichot Anlaşması olarak tarihe geçecek antlaşma 3 Ocak 1916’da imzalandı. Bu anlaşmaya göre İngiltere, Irak, Filistin ve Arap Topraklarını, Fransa ise Suriye, Lübnan , Çukurova ve Güneydoğu Anadolu Bölgesini kendi sahası olarak kabul etmiştir.

Sykes-Pichot antlaşmasından haberi olan Rusya’nın onayının alınması gerektiğinden bu antlaşma üç ülke arasında yeniden görüşüldü. Rusya bu antlaşmayı onaylamasının karşılığı olarak Boğazlardan başka Trabzon’un batısından geçen bir hattın doğusunda kalan Van, Bitlis, Muş Siirt illerini almıştır. 26 Nisan 1916.

4 ST. JEAN DE MAURİENNE ANTLAŞMASI: İngiltere-Fransa ve Rusya arasında gerçekleştirilen bu anlaşma sonrasında İtalya durumdan kuşkulanmıştır. Rusya’da ihtilal çıkması olasılığı da bu kuşkuları artırınca İtalya İngiltere ve Fransa’ya baskılarını artırmıştır. Bundan sonra 19-21 Nisan 1917’de St Jean de Maurienne’de yapılan görüşmelerden sonra bir antlaşmaya varıldı. Bu antlaşmaya göre İtalya’ya Mersin dışında Antalya, Konya, Aydın ve İzmir verilmiştir. Buna karşılık İtalya müttefiklerinin aralarında yaptıkları anlaşmaları kabul ediyordu. Ancak bu anlaşmanın yürürlüğe girebilmesi için Rusya’nın da onayı gerekiyordu. Bu onay Rusya’da çıkan İhtilal nedeniyle gerçekleşemeyecek bunun fırsat bilen İngiltere savaş sonrasında bu anlaşmada vaadedilen toprakları İtalya’ya vermeyecektir. Bu durum ulusal kurtuluş savaşımız açısından olumlu olmuştur.

1917 YILI OLAYLARI

1917 yılında gerçekleşen olaylar hem dünya tarihini hem de ulusal tarihimizi oldukça etkilemiştir. Bu olayları şu şekilde sıralayabiliriz:

1 Rusya’da meydana gelen Bolşevik Devrimi. Rusya’da Ekim 1917 tarihinde gerçekleşen devrim dünya tarihi açısından yeni bir devlet ve ekonomik sistemi doğurmuştur. Komünist devlet sistemi bu süreçten sonra dünya üzerinde geniş bir yayılma sahası bulacaktır. Bu sistem dünyayı 1990 yılına kadar etkilemeye devam etmiştir.

2 ABD’nin savaşa katılması. 2 Nisan 1917 tarihinde Almanya’ya savaş ilan ederek dünya savaşında taraf haline geldi. ABD’nin savaşa girişi durumu etkileyecektir. ABD’nin savaşa girmesi nedeniyle yeni dünya düzeniyle ilgili söyleyecekleri olacaktır. Bu durum Wilson prensipleri olarak karşımıza çıkacaktır. Henüz ilk adımdır ama artık ABD bir dünya devleti olarak ortaya çıkmaktadır.

3 Yunanistan’ın Savaşa Katılması. Yunanistan’da tüm birinci dünya savaşı boyunca savaşa girip girmeme ve kimin yanında savaşa girileceği tartışılmıştır. Kral Konstantin Almanya’ya yakınlık gösterirken, Başbakan Venizelos İngiltere’den yana tavır koymaktadır. Nitekim 1917 haziranında İngiltere’nin Selanik’e asker çıkarmasından sonra kral oğlu lehine krallıktan çekilince Venizelos hükümeti 26 Ekim 1917’de savaşa girmiştir. Yunanistan’ın 1917 sonunda savaşa girmesi savaş sonrası paylaşım masasına oturma hakkını doğuracağından İngiltere onun hayallerinden de yararlanarak Küçük Asya macerasına sürükleyecek ve Türk ve Yunan ulusları tarihin en çetin mücadelelerinden birini yapmak durumunda kalacaklardır.

WILSON PRENSİPLERİ

11 Şubat 1918 tarihinde ABD başkanı Wilson’un yaptığı bir konuşmada ortaya koyduğu yeni barış şartları daha sonraki süreçte kabul edilmelerinden dolayı önem kazanmıştır. Bu bildirinin yayınlanmasında Wilson'un insanlık ve barış inancının bulunduğunu kabul etmekle beraber ABD çıkarlarının da bulunduğu bir gerçektir. Buna göre bu prensipleri özetleyecek olursak;

1 Barış Antlaşmalarının açık olması, gizli anlaşma yapılmaması

2 Karasuları dışında savaş ve barışta uluslararası suların açık olması

3 Uluslararası bütün ekonomik engellerin kaldırılması

4 Ülkelerin silahlanma yarışını bırakarak, orduların iç güvenlik seviyelerine indirilmesi

5 Sömürgeler halklarının serbest bırakılarak kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesine yardımcı olunması

6 İşgal edilen Rus topraklarının boşaltılması ve bağımsız bir Rusya’nın varlığının tanınması

7 Belçika’nın yeniden bağımsız bir devlet olarak kurulması

8 Almanya’nın işgal ettiği Fransız topraklarından çıkartılarak savaş öncesi barış durumuna dönülmesi

9 İtalyan sınırlarının ulusal esaslara göre düzenlenmesi

10 Romanya, Sırbistan ve Karadağ’ın boşaltılması ve Sırbistan’a denizden bir çıkış verilmesi

11 Balkan Devletlerinin siyasal ve ekonomik bağımsızlıklarının garanti altına alınması

12 Osm. Devletinde Türklerin bulunduğu bölgelerde Bağımsız bir devletin kurulması, egemenlik altındaki diğer uluslara bağımsızlık verilmesi

13 Denizden çıkış kapısı bulunan bir Polonya kurulması

14 Büyük küçük devletlerin toprak bütünlüklerinin güvenlik altına alınması için bir Milletler Cemiyeti kurulması.

İTTİHAT VE TERAKKİ PARTİSİ DÖNEMİ YENİLEŞME VE MİLLİ EKONOMİ UYGULAMALARI 1908-1918

İ.T Türk sosyal ve ekonomik yaşantısında büyük bir değişimin temelini atmıştır. Siyasette Milliyetçilik ilkesini savunan İ.T ekonomide “Milli Ekonomi”yi savunmuştur.

İ.T ekonomik alanlarda Almanya’nın etki sahasında kalmıştır.Alman ekonomi anlayışı olan milli devletçi ekonomik model İ.T’nin de anlayışı olmuştur. Buna göre “Milli Türk Burjuvazisi” yaratılmalıydı. Yabancıların tekelinde bulunan ticaretin Türk-Müslüman tüccarının eline geçebilmesi için çeşitli yollara başvuruldu. Savaş ortamından faydalanılarak İ.T’ye yakın kişilere para ve sermaye aktarıldı. Milli iktisadın rahat uygulanabilmesi için savaş ortamından yararlanılarak 14 Eylül 1914 tarihinde Kapitülasyonlar tek taraflı kaldırıldı. Yabancı tüccarların ayrıcalıklarına son verildi. Para basma yetkisi Osmanlı Bankasından alındı. Gümrük vergileri artırıldı. Yabancı şirketlere ,Türk personel kullanma ve bu şirketlerde Türkçe kullanma zorunluluğu getirildi. Almanya’ya staj için işçi gönderildi. Sanayi okulları açıldı. Demiryolu yapımı için okullar açıldı.

Köylüye karşılıksız tohum verilirken “Ziraat Hizmet Konusu” ile birçok şirket ve dernek yardımcı kılındı. Ziraat Bankası bu konuda kredi yardımında bulundu. Bu süreçte her konuda Kooperatifçiliğe önem verildi.

Türk sanayicisine büyük olanaklar sağlandı. Bedava arsa, ucuz kredi, devletin ulaşım imkanlarından yararlanma, üretilen ürünleri devletin satın alması bunlar arasında sayılabilir.İthalat ve İhracatın Türk-Müslüman tüccar eline geçebilmesi için hukuk mevzuatı buna göre değiştirildi.

Bütün bu değişikliklere rağmen “milli ekonomi “ politikası eksiksiz uygulanamamıştır. Çünkü 1914 ile 1918 arasında amansız bir savaş bunu imkansız kılmıştır. Nitekim Osm devleti para yetmediğinden dışarıdan Almanya’dan borç almak durumunda kalmıştır. Bu “katıksız milli ekonomi” anlayışını imkansız kılmıştır. Yine dış borç da yetmeyince emisyon artırılması yoluna gidilmiştir. Bu durum da doğal olarak enflasyona neden olmuştur.

İ.T’nin sosyal ve eğitsel çalışmalarına baktığımızda ise yine önemli başlangıçlar görmekteyiz. Eğitime gerçekten önem veren İ.T savaş boyunca Öğretmenleri ve öğrencileri askerlikten muaf tutmuştur. Türkçe ve Türk Tarihi ve Coğrafyasının öğretilmesine büyük önem verdi. Kızların lise ve üniversiteye girmesi sağlandı. Çarşafın kaldırılması için kampanya açıldı. Kadına çalışma hayatında yer verildi. Batı sanatına ve müziğine yöneliş için uygulamalar bu devirde başladı. Türk kadınlarının sahneye çıkmaları sağlandı.

Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasına ilişkin yeni adliye kanunu şubat 1917’de bütün tepkilere rağmen kabul edildi. Gragoryen Takvim kabul edildi. Ağırlık ve uzunluk ölçülerinin değişimi konusunda ilk adımlar atıldı. Eski harflere bağlı kalınmakla birlikte yeni bir yazı stili ortaya atıldı. Enver Paşa önerdiği için “Enveriye” adıyla tarihe geçmiştir.

İ.T’nin sosyal ve eğitsel değişiklik çalışmaları savaş sonrasında Hürriyet ve İtilaf Fırkasına dayalı hükümetlerce devam ettirilmemiş ve tam tersine bu uygulamalar kaldırılmaya çalışılmıştır. Bundan dolayı İ.T’nin uygulamalarının bu konuda da tam bir başarıya ulaştığını söylemek olanaksızdır. Ancak bütün bu girişimler Türk Devriminin alt yapısını oluşturduğundan bizim ulusal tarihimiz açısından önemli reform denemeleri olarak anılmaya değerdir.

MONDROS ATEŞKES ANTLAŞMASI

Osmanlı Devleti yöneticilerinin 1918 yılına gelindiğinde savaşın müttefik devletler tarafından kazanılamayacağını anladığını görmekteyiz.Bundan dolayı henüz savaş bitmeden İtilaf devletleriyle anlaşılırsa savaşın yıkıntısından kurt ulunabileceği düşünülmüştür. Osmanlı Devleti yöneticileri eski dost İngiltere ile bu konuda ilişkiye geçmişler ve sonunda bir ateşkes antlaşması için görüş birliği oluşmuştur.

Osmanlı Devletinin bu meseleye bakışı bir ateşkes olmasına karşın İngiltere’nin meseleye bakışı kayıtsız koşulsuz teslimiyettir. Osmanlı temsilcileri bunu Mondros’a gittiklerinde anlayacaklardır. İngiltere onlarla müzakere yapmak yerine bir metni imzalamaları için önlerine koymuştur. Osmanlı temsilcisi Rauf Bey bu metni ağır bulduğundan imzalamaktan çekinmiş telgrafla saraya konu aktarılmış ve padişah durumun daha sonra İngiltere’yle konuşularak düzeltileceğini bildirdiğinden ateşkes antlaşması 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanmıştır. Bu anlaşma şöyle özetlenebilir:

1 Boğazların İtilaf devletlerine açılması,

2 Türk sularındaki engellerin kaldırılması,

3 İtilaf Devletleri esirlerinin serbest bırakılması,

4 Ordunun derhal terhis edilmesi, donanmanın limanlara çekilerek limanlarda tutuklu bulundurulması,

5 İtilaf Devletlerinin güvenlik gerekçesiyle istedikleri bölgeyi işgal edebilmesi,

6 Osmanlı devletinin bütün ulaşım imkanlarından İtilaf Devletlerinin yararlanması, Gemi, Tersane, liman, Lokomotif vb.

7 Toros tünellerinin İtilaf devletlerine devredilmesi

8 Önemli maddelerin İtilaf devletleri kontrolünde bulundurulması, kömür, akaryakıt, deniz gereçleri vb.

9 Alman-Avusturya uyrukluların en kısa sürede ülkeyi terk etmesi

10 Vilayatı sittede (Altı il Bitlis, Erzurum, Sivas, Van, Elazığ, Diyarbakır) karışıklık çıktığında işgal edilmesi,(İngilizce metinde buraya altı ermeni ili denilmektedir)

Bu mütareke hükümleri gereğince Osm. Dev. fiilen tarihe karışmıştır.

ATEŞKES ANTLAŞMASI NASIL KARŞILANDI

PADİŞAH

Padişah antlaşma şartlarının ağırlığını bildiğinden delegeleri kabul etmeyerek hoşnutsuzluğunu göstermiştir. Ancak kısa süre sonra büyük bir siyasi dönüşümle antlaşmaya sahip çıkmıştır. Halka yayınladığı bildiride antlaşmayı savunmuş ve işgalcileri “Medeniyet ve refah “ getiriciler olarak nitelemiştir. Anlaşmaya uygun olarak işgaller gerçekleşeceğinden halkı teskin etmek ve karşı koyma hareketlerinin önüne geçmek için, içlerinde bir şehzade ve yüksek din görevlilerinin bulunduğu “Heyeti Nasiha”lar (Öğüt Kurulları) işgal edilecek bölgelere önceden gönderilerek direniş gösterilmemesi sağlanmıştır. Vahdettinlin hainliği bununla da kalmayarak İngiliz Muhipler Cemiyeti aracılığıyla İngiltere Himayesini istemiştir.



HALK

Türk Kamuoyu sekiz yıl savaş boyunca çok bitkin perişan bir duruma gelmişti. Asker ve sivil 3 milyon insan savaşta kaybedilmişti. Savaşın getirdiği ekonomik sıkıntılar yüzünden açlık sefalet, asayiş bozukluğu sorunları altında ezilen halk barışı memnunlukla karşılamıştır. Halk galip devletlerin bir gün nasıl olsa çekip gideceğini düşünürken aydınlar Wilson Prensiplerinin uygulanacağına inanıyorlardı.

ORDU

Mütareke imzalandığında 400 bin mevcudu bulunan Osm. ordusu Hükümetin ateşkes hükümlerine sıkı sıkıya uyması sonucunda dağılmaya başladı. Mustafa Kemal Paşa ve birkaç yürekli Türk subayının dağılmayı önleme girişimlerine rağmen kısa süre içinde Türk ordusu 400 binden 50 bin mevcutlu elinden ağır silahları alınmış bir kolluk kuvveti haline dönüşmüştür.



MÜTAREKE DÖNEMİNDE AZINLIKLAR VE ÖRGÜTLERİ

Türkiye toprakları üzerinde yüzyıllar boyu birlikte yaşamış değişik halklar Osm. Dev.’nin savaştan yenik çıkması sonrasında gerçek yüzlerini ortaya koyarak Türk komşularından intikam almaya kalkıştılar. Bunun için örgütlendiler. Bu örgütlenme işinde en önde gelen gruplardan birini Rumlar oluşturmuştur.

RUM ÖRGÜTLENMELERİ

Savaştan mağlup çıkılınca Yunanlılar “Megalı İdea”nın bir parçası olarak kabul ettikleri Anadolu’nun fethedilmesi işine giriştiler. Bunun için Trakya, İstanbul ve Batı Anadolu ve Doğu Karadeniz’de örgütlendiler.

Bu örgütlerden birisini MAVRİ MİRA oluşturmaktadır. Mavri Mira Kara gün anlamına gelmektedir. Bu örgüt Yunan hükümetin bilgisi dahilinde İstanbul Fener Patrikhanesinin yönetiminde Trakya, İstanbul ve Özellikle Batı Anadolu’nun Yunanlılaşması için çalışmalarda bulunmuştur. Batı Anadolu’da eski İONYA'nın kurulması ve Trakya ile birleşerek eski Bizans İmp'luğunun yeniden diriltilmesini hedeflemektedir.

Bu örgüte YUNAN KIZILHAÇ örgütü ve Yunan GÖÇMENLER KOMİSYIONU maddi ve manevi desteklerde bulunmuştur. İstanbul, Trakya ve Batı Anadolu’da bu örgüt mensupları birçok öldürme ve tecavüz olayları yaparak Türk Halkını miskinleştirmeye çalışmıştır.

Doğu Karadeniz için ise RUM PONTUS örgütünü görmekteyiz. Tarihteki RUM PONTUS İMPARATORLUĞUNU diriltmeyi amaçlayan bu örgüt Rize’den İstanbul’a Karadeniz kıyılarını ele geçirerek eski Yunan kolanizasyonunu yeniden kurmaya çalışmıştır. Rum Pontus örgütü silahlı bir örgüttür. Bütün Milli Mücadele sürecinde isyan halinde çatışılacaktır. Rum Pontus örgütünün isyanını bastırmak için Türkiye Merkez Ordusu adıyla özel bir birlik oluşturmuştur. En uzun süren isyan Pontus isyanıdır.

ERMENİLER

Azınlıklar içinde ikinci tehlikeli grup Ermenilerdir. Eskiden beri isyan halinde olan Ermeniler kendileri için çok uygun bir ortam olarak gördükleri bu süreçte kafalarında tasarladıkları Büyük Ermenistan’ı oluşturmak için harekete geçmişlerdir. Eskiden kurulmuş komünist yaklaşıma yakın İHTİLALCİ HINÇAK PARTİSİ ve batı yanlısı politikalar savunan TAŞNAKSUTYUN PARTİSİ bu süreçte Ermeni hareketinin öncüleri olarak Büyük Ermenistan’ın kurulması için gerekli siyasi ve askeri hareketleri şiddetle gerçekleştirmişlerdir. Doğu Anadolu’da, güneydoğu Anadolu’da ve Çukurova bölgesinde buraların Ermeni toprağı yapılması için şiddetli terör hareketlerinde bulunmuşlardır. Bu terör hareketleri son derece vahşi bir şekilde gerçekleştiğinden Türk Milletinin ilk uyanış bölgeleri Ermeni saldırılarının olduğu bu bölgelerde gerçekleşmiştir. Bu bölgeler halkı Padişah Halifenin havada kalan barış sözlerini dinlemeyen ilk bağımsızlık savaşçıları olmuşlardır.

YAHUDİLER

Azınlıklar içinde nüfusları az ancak ekonomik güçleri fazla olan bir diğer grubu ise Yahudiler oluşturmaktadır. Türkiye’ye misafir olarak 1592’de İspanyol zulmünden kurtarılarak getirilmiş olan Yahudiler nüfusları bir devlet kurmak için yetmediğinden bir toprak talepleri olmamıştır. Ancak yaşadıkları bölgelerin Rumların eline geçeceği düşüncesiyle Rumları desteklemişlerdir. Yine bu süreçte bir Yahudi Gençlik Örgüt ALYANS İSRAELİTİ faaliyet göstermiştir.

TÜRKLÜĞE ZARARLI CEMİYETLER

Yukarıda sıraladığımız gruplar içimizde yaşayan azınlıklardı. Hadi diyelim ki bunları tarihi süreç içinde işgal ettiğimiz için bunlar bize düşmanlık göstermişlerdir. Ancak maalesef ki bu dış güçlerin yanı sıra kendi içimizden de işbirlikçiler ve ayrılıkçılar çıkmıştır. Bu kötü tarihsel süreç içinde birleşik bir ulusal cephe anlayışı yerine bölücülük yapan yerli insan ve gruplar da tarihimizin bir parçasını oluşturmaktadır. Bunları şöyle sıralayabiliriz.

1 Kürdistan Teali Cemiyeti: Mayıs 1919 Merkezi İstanbul. Amacı Türklerden ayrılıp Kürdistan’ı kurmak. Anadolu halkı bu düşünceyi şiddetle reddetmiştir. Urfa, Antep, Maraş halkları bütün kafa karıştırıcılara rağmen ulusal birliği tercih etmişlerdir.

2 Teali i İslam Cemiyeti Şubat 1919 Merkezi İstanbul. Din Devletini savunan bu örgüt bütün süreçte milli mücadeleye düşmanca davranmıştır. Hocalardan ve Şeyhlerden oluşan kadrosu zaman zaman saf ve dindar Anadolu halkının kafasını karıştırsa da başarılı olamamıştır. Ancak bazı isyanların çıkmasını da sağlamışlardır. Örneğin Konya İsyanları.

3 İngiliz Muhipleri Cemiyeti. Ağustos 1919 Merkezi İstanbul. İçlerinde Padişahında bulunduğu bu örgüt mensupları kurtuluşun bir savaşla değil İngiliz himayesinde yarı bağımsız< bir devlette olduğunu savunuyorlardı. Bundan dolayı milli mücadeleyi boğabilmek için ellerinden geleni yapmışlardır.

4 Hürriyet ve İtilaf Fırkası. Kasım 1911’de İ.T partisine muhalif olarak kurulmuş bu parti, mütareke sonrasında İ.T partisinden intikam alacağım derken hasis bir milli mücadele düşmanı kesilmiştir. Mütareke sonrası kurulan hükümetlerin oluşmasında önemli etkisi olan bu parti Anadolu Milli Hareketini baltalamak için elinden gelen tüm gayreti göstermiştir.

5 Osmanlı İlayı Vatan Cemiyeti

6 Tarik i Salah Cemiyeti

7 Trabzon Ve Havalisi Adem i Merkeziyet Cemiyeti

8 Çerkez Teavün Cemiyeti

Bir de kuruluşu itibariyle Milli Mücadeleye aykırı olan fakat üyelerinin birçoğunun daha sonra milli mücadeleye katıldığı bir örgüt vardır. Bu da Wilson Prensipleri Cemiyetidir.

MİLLİ MÜCADELE ÖNCESİ ATATÜRK’ÜN ÇALIŞMALARI

Büyük önder Atatürk şüphesiz milli mücadele işine 19 Mayıs 1919 tarihinde başlamadı. Tarihsel süreç çok öncelere dayanmaktadır. Ancak şartlar 1919’da olumlu bir hale geldiğinden mücadele bu süreçte başlamıştır.

Atatürk ulusal bir devletin kurulması gerektiğine dair görüşlerini 1911 yılından itibaren savunmuştur. Yine birinci dünya savaşının son anlarında bugünkü sınırlarımızdan biraz daha büyük bir toprak parçasına çekilip bu toprakları vatan yapma çalışmasında bulunmuş ancak devleti yönetenler onun bu düşüncesini uygulamamışlardır.

1918 sürecinde Yıldırım Orduları grup komutanı olarak Mondros Ateşkes Antlaşmasının askerlerin terhis edilmesi maddesine karşı koymak istemiş ancak hükümetin grup komutanlığını lağvetmesiyle bu isteğini gerçekleştirememiştir.

Atatürk bunun üzerine Hükümet içine girerek meşru bir güç kazanarak mücadele etmenin yollarını aramak üzere 13 Kasım 1918 tarihinde İstanbul’a gelmiştir. Burada yapmaya çalıştığı ilk iş istifaya zorlanan İzzet Paşa Hükümetini ayakta tutmaya çalışmak ve bu Hükümetin içine Harbiye Nazırı olarak girmek olmuştur. Ancak bu düşüncesi gerçekleşmemiş, yapılan baskılara dayanamayan İzzet Paşa istifa etmiştir. Atatürk bundan sonra kendisinin başkanlığında bir hükümet kurulması için girişimlerde bulunmuş ancak Vahdettin ona bu imkanı vermemiştir. Atatürk bunun üzerine ani bir hareketle bir hükümet darbesi yaparak iktidarı ele geçirmeyi düşünmüş ancak bunun sakıncalarını hesap edince bundan da vazgeçmiştir. Atatürk bu süreçten sonra uygun bir zaman ve zeminin oluşmasını bekleyecektir.

Atatürk bu bekleme sürecinde hareketsiz kalmamıştır. İstanbul’da Şişli’deki evinde arkadaşlarıyla ön hazırlık çalışmalarında bulunmuştur. Anadolu’da görevli olanlarla da telgraf vasıtasıyla görüşmelerine devam etmiştir. İstanbul’da yapılan çalışmalar sonucunda Atatürk ve arkadaşları şu prensipler üzerinde anlaşmışlardır.

1 Terhis işlemi derhal durdurulacak

2 Cephane ve silahlar düşmana teslim edilmeyecek

3 Milli mücadele yanlısı komutanların işbaşına gelmesi sağlanacak

4 Milli Mücadele düşmanı yöneticilerin değiştirilmesine çalışılacak

5 Particiliğe son verilecek Milli bütünlüğün oluşturulmasına önem verilecek

Görüldüğü üzere Atatürk, Ana doluya geçmek için kararını çoktan vermiş ve bunun girişimlerini başlatmıştı. Paris’te Türkiye’nin paylaşılma kararının çıkacağını görmekte bunun Türk Milleti tarafından kabul edilmeyeceğini öngörmektedir. Nitekim böyle bir karar çıkıp Türkiye’nin Yunan ve Ermeni işgaline izin verilmesiyle Doğu ve Batıda ülke vatanseverleri; “Müdafaayı Hukuk” cemiyetleri kurarak çalışmaya başlamışlardır. Atatürk; ulusun bu başsız olarak gerçekleştirdiği çabaları görerek, ulusun başına geçerse neler yapabileceğini anlamıştır.

PARİS BARIŞ KONFERANSI VE MANDA REJİMLERİ

1. Dünya Savaşını sona erdiren ateşkes antlaşmalarından sonra asıl konu barış anlaşmalarının imzalanmasıydı. Bunun için Paris’te bir Barış Konferansı düzenlendi. Konferansa katılan ülke sayısı 32 olmasına karşılık konferansta söz sahibi ülkeler İngiltere, ABD ve Fransa olmuştur. İtalya bile ikinci planda kalmıştır.

Paris’te birinci sorun olarak Avrupa’nın durumu ve sınırların çizilmesi konusudur. İkinci konu ise sömürgelerin özellikle Osm. Devletinin mirasının paylaşılmasıdır.

A:AVRUPA’NIN SINIRLARININ ÇİZİLMESİ

Paris Barış Konferansı sürecinde Avrupa sınırları meselesi yapılan görüşmeler sonucunda çözüme kavuşturulmuştur. Bu süreç sonunda şu antlaşmalar gerçekleştirilmiştir

1 28 Haziran 1919 Almanya ile Versay Antlaşması

2 10 Eylül 1919 Avusturya ile Sen-Germen Antlaşması

3 27 Kasım 1919 Bulgaristan’la Nöyyi Antlaşması

4 4 Haziran 1920 Macaristan’la Trianon Antlaşması

B:OSMANLI DEVLETİ’NİN PAYLAŞILMASI

Osm. Devleti konusu konferansın en önemli sorunu olmuştur. Çünkü savaş sırası gizli paylaşma anlaşmalarının yanı sıra, devlet içinde bağımsızlık için fırsat kollayan Rum, Ermeni, Arap ve Kürtlerin istekleri de dikkate alınıyordu. Bunların içindeki en ciddi konu Yunanistan’a verilecek topraklar konusudur. Çünkü İngiltere Yunanistan’ı savaşa sokarken İzmir ve çevresini vaadetmişti. Halbuki St. Jean De Möaurienne antlaşmasıyla bu yerleri aynı zamanda İtalya’ya vaadetmişti. Bundan başka İtalya ile Yunanistan arasında 12 ada meselesi de bulunmaktaydı. İngiltere, Fransa ve ABD güçlü bir İtalya‘nın İzmir ve çevresine sahip olmasını istemiyordu. Bu yüzden İzmir’in İtalya’ya verilip verilmemesi konusu tartışmaya açıldı. İtalya bu süreçte Anadolu’ya asker çıkartıp işgallere başlayınca bundan da etkilenen İngiltere, Fransa ve ABD İzmir’i Yunanistan’a vermeye karar verdiler. Aslında bu üç ülkenin bürokratları ve askerleri İzmir ve çevresinin Yunanistan’a verilmesinin Türk halkı tarafından kabul edilmeyeceğini ve olaylar çıkabileceğini devletlerine bildirmişleri. Buna karşın böyle bir karar verilmiştir.

Paris Barış Konferansında Anadolu su şekilde paylaştırılmıştır:

1 Batı Anadolu’da Yunanistan

2 Güney Batı Anadolu’da İtalya

3 Doğu Anadolu’da da Ermenistan Kurulması şartıyla ABD Mandater yönetimi

Paris Barış Konferansının Osm. Devleti üzerindeki diğer önemli konusunu ise Osm. Devletinin Orta Doğu toprakları oluşturuyordu. Gizli Antlaşmalarla burası savaş içinde İngiltere ve Fransa tarafından paylaşılmıştı. Şimdi bunun açıklanması gerekiyordu. Fakat bu sırada Wilson'un prensipleri yayınlandığından sömürge idaresi şık olmayacağından Mandaterlik icat edildi. İngiltere ve Fransa bu geri kalmış toprakları kalkındırmak ve uygarlaştırmak için buraları himayelerine almayı uygun gördüler. Nitekim bundan sonra Sykes-Pichot antlaşmasına göre Orta Doğu bu iki ülke tarafından paylaşılmıştır.


MÜDAFAA-YI HUKUK CEMİYETLERİ

Yunanistan’a ve Ermenistan’a Türkiye’den toprak verileceği haberi Türk Ulusunu ve aydınlarını harekete geçirmiştir. Öncelikle bu iki ülkeye verilecek toprakların savunmasını sağlamak için çeşitli milli örgütlenmelere gidilmiştir.Başlangıçta Müdafaayı Hukuk örgütleri sadece tarih, nüfus üstünlüğü haklarına dayanarak propaganda yöntemiyle bölgelerinin kurtarılmasını amaçlamışlardır. Dağınık ve merkezi otoriteden yoksun örgütlerdir. Örgütlerin kurulmasındaki temel duygu Türklük ve bağımsızlık duygusudur. Tarih, nüfus üstünlüğü gibi konuları kullanarak Osm. Devletinin toprak bütünlüğünü korumayı amaçlamışlardır.Bu cemiyetlerin programlarında “silahlı propaganda” yoktur. Bilimsel araştırmalar, istatistik çalışmalar ile büyük devletleri haklı olduklarını kabul ettirmek için propagandanın yeterli olduğunu düşünmüşlerdir.Programları vatanın bütünlüğünü ve Türk ulusunun tümünü kapsamıyordu. Adlarından da bu anlaşılmaktadır. Bu örgütlerin tamamının merkezi İstanbul idi. Örgütler yayınladıkları bildirilerde herhangi bir siyasi partinin üyesi veya devamı olmadıklarını önemle vurgulamışlardır. Yani bu örgütler partilerden ve particilikten uzak durmaya çalışmışlardır. Bütün bunlara rağmen aslında bu örgütleri kuranların ve destekleyenlerin birçoğu eski İttihat Terakki partisi üyeleri ve sempatizanları olduğu görülmektedir.

Müdafaayı Hukuk Cemiyetlerini şu şekilde sıralayabiliriz:

1 Trakya Paşaeli Müdafaa-yi Heyet i Osmaniyesi: Trakya Bölgesi’nin Türklüğünü savunmak için kurulmuştur. Merkezi Edirne’dir.

2 İzmir Müdafaa-yi Hukuku Osmaniye Cemiyeti

Müdafaa-yi Vatan İlhakı Red Heyet-i Milliyesi: Bu iki örgütte İzmir ve Batı Anadolu’nun Türklüğünü savunmak için kurulmuştur. Batı Anadolu Bölgesinin Yunanistan’a verilmesini engellemeye çalışmışlardır.

3 Kilikyalılar Cemiyeti: Adana-Osmaniye-Antep-Maraş-Antakya-İskenderun bölgesinin Türklüğünü savunmak için kurulmuştur. Bu bölgenin Fransızlara ve özellikle Ermenilere verilmesini engellemeye çalışmışlardır.

4 Vilayatı Şarkiya Müdafaa-yi Hukuk Cemiyeti: Doğu Anadolu’da bir Ermeni Devleti kurulması tehlikesine karşı kurulmuştur. Milli Mücadelenin temel örgütlerinden birisi olacaktır. Güçlü bir teşkilatı vardır. Bundan dolayı Atatürk ilk önce bu örgütün liderliğini elde ederek milli mücadeleyi örgütleyecektir.

5 Trabzon Muhafaza-yı Hukuk-u Milliye Cemiyeti: Trabzon ve çevresinin Türklüğünü korumak amacıyla kurulmuştur. Özellikle Pontus Rum örgütünün çalışmalarını engellemek ve Trabzon ve çevresinin Osm Devletinden ayrılmasını önlemek için çalışmıştır.

6 Milli Kongre Cemiyeti: Merkezi İstanbul’dadır. Bu örgüt birçok örgütün birleşmesiyle oluşmuş bir federasyondur. Herhangi özel bir bölgenin değil ülkenin tamamının hukukunu korumaya yönelik olarak kurulmuştur. Tamamen barışçı bir çerçevede propaganda yoluyla Türklüğün ulusal haklarını korumaya çalışmıştır.

7 Cenubi Garbi Kafkas Hükümet -i Muvakkat-i Milliyesi ( Güneybatı Kafkas Geçici Milli Hükümeti) Elviye-yi Selase’nin (Üç Sancak Kars-Ardahan-Batum) Türklüğünü savunmak için kurulmuştur. Bir süre için Kars’a hakim olmuştur. Kars İngilizler tarafından işgal edildikten sonra örgüt dağıtılmış ve liderleri sürgün edilmiştir. Bu bölgenin özellikle Ermenilerin eline geçmemesi için çalışmıştır.

ATATÜRK’ÜN ANADOLU’YA GÖNDERİLMESİ

Atatürk’ün İstanbul’a neden geldiğini ve neler yapmaya çalıştığını daha önce özetlemiştik. Atatürk İstanbul’a merkezi otoriteye sahip olmak için gelmişti. Bunun için çeşitli girişimlerde bulunmuş ancak başarılı olamamıştı. O bundan yılmamış ve İstanbul’da arkadaşlarıyla ülke sorunlarına ilişkin toplantılar düzenlemeye devam etmiştir.

Anadolu’da oluşmaya başlayan “Müdafaayı Hukuk” kuruluşlarının direnmeleri merkezi otoriteden yoksunluk sebebiyle etkisiz olduğundan İtilaf Devletlerini pek düşündürmüyordu. Ancak bu sırada Samsun, Vezirköprü, Merzifon dolaylarında Pontus Rum çetelerinin saldırıları Türkleri kendilerini korumaya itince asayiş bozulmuştu. Bu durumda Türkleri suçlu bulan İngiltere olayları yatıştırması için Osm. Hükümetine sürekli baskı uyguluyordu. Bu baskılar sonucunda buraya bir askeri müfettiş gönderilmesi gündeme geldi. İşte bu durum Atatürk için Anadolu’ya geçmek için büyük bir fırsat yarattı. İçişleri Bakanı Mehmet Ali Beyin Hükümete Atatürk’ü önermesi bu yolu sonuna kadar açmıştır.

Atatürk hakkında yapılan soruşturmalarda olumsuz bir yön bulunmadığından ve İngilizler ulusal bir direnişin olabileceğini akıllarından geçirmediğinden Atatürk’ün Anadolu’ya gönderilmesinde bir sakınca görmediler. Hükümet içinde Adliye nazırı ve Şeyhülislam Atatürk’ün Anadolu’ya gönderilmesine karşı çıktılarsa da bunun bir padişah emri olduğu kendilerine bildirilince bu direnişlerinden vazgeçtiler.

Atatürk, Ankara dahil bütün Orta ve Doğu Anadolu’da çok büyük yetkilerle donatıldı. Atatürk’e verilen görevler “ Bu sayılan bölgelerde asayişin sağlanması, bölgedeki silahların toplanması, bölgede kurulmuş “Müdafaayı Hukuk” şubelerinin kapatılması” olarak sıralanıyordu. Bu görevleri yerine getirebilmesi için de sadece bölgedeki ordu birliklerinin komutanı olarak değil aynı zamanda bölgedeki valilik ve mutasarrıflıkların amiri olarak da atanıyordu.

MİLLİ MÜCADELE

İZMİR’İN İŞGALİ VE YUNAN İLERLEYİŞİ

Paris Barış Konferansında oldukça büyük tartışmalardan sonra İzmir ve çevresinin Yunanistan’a verilmesi karalaştırılmıştı. İzmir ve çevresinin Yunanistan tarafından işgal edileceği anlaşılınca Osm. Devleti yöneticileri halkı yatıştırmak ve etkisiz hale getirmek için her şeyi yaptılar. Hükümet; milliyetçi bir yapıya sahip İzmir valisi Nurettin Paşayı bu görevden alıp yerine Kambur namıyla tanınan İzzet Paşayı ve Kolordu Komutanlığına da Ali Nadir Paşayı atadı. Bununla da yetinmeyen İstanbul Hükümeti bölgeye bir Heyet-i Nasiha gönderdi. Bunların yaptıkları propagandalar sonucu bir kısım milliyetçi genç haricinde büyük halk yığını etkisiz hale getirildi. Nitekim işgalin bir gün öncesi yapılan Maşatlık mitinginde çok az bir gençlik grubu katıldı ve fazla bir etki sağlayamadı.

Bütün bu sürecin sonunda Yunanistan 15 Mayıs 1919 tarihinde “Güzel İzmir”e asker çıkardı. Fakat bütün sindirme çalışmalarına rağmen bir kısım Türk genci karaya çıkan Yunan askerlerine ateş ettiler. Hasan Tahsin ve arkadaşları bu hareketleriyle Türklüğün esir edilemeyeceğini dünyaya gösterdiler. Bu ateş etme olayından sonra Yunan askerleri çıldırmışlar ve katliama girişmişlerdir. Yunanlılar ilk gün 400 Türkü öldürmüşler. Sonraki bir iki gün içinde 4000-5000 Türk, çevre köy ve kazalar da dahil olmak üzere öldürülmüştür.

Yunanlılar daha başlangıçta geçici bir işgal için değil kalıcı bir ilhak için geldiklerini açığa vurdular. Türk ulusunun içine düştüğü durumdan yararlanmak isteyen Yunanlılar 100 yıllık ihtirasları gerçekleştirmek için iştahla kan dökmeye başladılar.

Batı dünyası işgal olaylarının kanlı olmasını biraz da olsa yadırgamamış değildir. Ancak bu katliamları görmeme eğilimine gitmiştir. Batı gazeteleri İzmir’in işgalini “Hasta Adam”ın cenaze töreni olarak duyurmuştur.

Yunanlılar, ilk günlerin yarattığı iç ve dış tepkiler üzerine bir kısım tedbirler almaktan da geri durmamıştır. Venizelos Türk kültürünü yakından tanıyan Arkadaşı Stergiadis’i İzmir’e vali olarak atamış ilk günkü olayların sorumlusu olarak bir kısım Yunan Askerleri yakalanmışlar ve yargılanmışlardır. Gerçi onun bu uygulamaları Kilise, yerli Rumlar ve Subaylar arasında tam olarak gerçekleşmemiştir. Stergiadis’in çabalarına rağmen Yunanlıların ilk günlerde yaptıkları katliam Batı Anadolu Halkının uyanması için yetmiştir. Bu gönül alma çalışmaları Türkler için de pek bir anlam taşımayacaktır.

İZMİR’İN İŞGALİNE TEPKİLER

İzmir’in işgali ve olaylar tüm Türkiye’de büyük bir heyecan ve tepki yarattı. Eski uyrukları Yunanlıların işgali Türk ulusunun “Milliyetçilik” duygusunu kamçıladı. İzmir’in işgali milli mücadelenin böylece odak noktası haline geldi.

Türk Basını baskılara rağmen haberi ulusun duygularını yansıtacak biçimde vermiştir. Haberin duyulması tüm yurtta bomba etkisi yaratmış toplantılar mitingler ile bu olay tüm yurtta protesto edilmiştir.

İstanbul’da da bu tepki kuvvetli bir şekilde yaşanmıştı. 22 Mayıs’ta Kadıköy, 23 Mayıs’ta Sultan Ahmet mitingleri gerçekleştirilmiştir. Sultan Ahmet mitingine 90 bin kişinin katılması önemli bir olay olmuştur. İstanbul dışında da bir çok yerlerde mitingler yapılmış olay gönderilen proteste telgraflarıyla lanetlenmiştir.

İzmir’in işgali Türk Ulusunu uyandırmıştır. Artık Padişah bile olay karşısında Türk ulusunun ayaklanışını engelleyemez bir hale gelecektir. Padişahın bu süreçteki tutumu ise değişmemiştir. Tahtını ve tacını düşünen Vahdettin, Şurayı Saltanat toplantısında İzmir’in işgali olayının bir ilhak olduğunu bildirilmesine rağmen önerilen “Şurayı Milli” kurulmasını kabul etmemiştir.

BATI ANADOLU KUVAYI MİLLİYESİ

İzmir ve civarında dar bir bölgede sıkışıp kaldığını gören Yunan askeri komutanları içerilere doğru ilerleme kararı aldılar.

Nazilli Aydın Cephesi

23 Mayıs 1919 tarihinde ilerleme harekatı başladı. Aydını işgal eden Yunanlılar Nazilliye doğru ilerlerken 17 Kolordu Komutan Vekili Albay Bekir Sami Bey, Ödemiş ve Tire’de ilk Kuvayı Milliye birliklerini oluşturdu. Nazilli’de bulunan Yörük Ali Efe’de adamlarıyla birlikte Kuvayı Milliye’ye katıldı. Türk Birlikleri bu süreçten sonra Yunan birliklerine saldırmaya başladı ve Yunanlılar biraz da şaşırdığından Nazilli ve Aydın’dan düşman çıkartıldı. Yunanlılar bu durumu Paris Barış Konferansına taşıdılar ve kendi ülkelerini savunan bu kahramanları eşkıyalıkla suçladılar. Yunan ordusu bir süre sonra güçlü bir tugayla yeniden saldırıya geçti ve tekrar Aydın’ı geri aldı. Bu süreçte Kuvayi Milliye Hareketi de genişlemeye devam etmiştir. Nitekim bu süreçte Demirci Mehmet Efe Kuvayi Milliyeye katılmıştır.

Kütahya Salihli Cephesi: Ödemiş yönünde ilerleyen Yunanlılar Salihli ve Alaşehir’e yönelince bu bölgede de direniş başlamıştır. Bu bölgede Çerkez Ethem savunmayı üstlenmiştir.

Ayvalık Cephesi: Yunan nüfusun oturduğu bölgelerden birisi de bu kasabaydı. Yunanlılar bu kasabayı ele geçirmek için harekete geçince bu yörede bulunan 172. Piyade Alayı Komutanı Yarbay Ali Çetinkaya bu bölgede savunmayı oluşturmuştur.

Bergama Soma-Balıkesir Cephesi: Yunan ordusu Bergama üzerinden bu bölgeye doğru işgal hareketine 12 Haziran 1919 tarihinde başladı ve Bergama’yı işgal etti. Bunun üzerine bu yörede bir ulusal direniş hareketi başlatıldı. 61. Tümen Komutanı Kazım (Özalp) Bey bu bölgenin komutanlığını üstlenmiştir.

BATI ANADOLU KUVAYI MİLLİYESİNİN KARAKTERİ

Batı Anadolu Kuvayı Milliyesi zayıf mevcutlu askeri birliklerin komutanları, milli duygularla vatanlarını savunan hamiyetli Türk vatandaşları ve eskiden eşkıyalık yapan bazı efeler ve adamlarından oluşmaktadır.

Halkın, askerin, efelerin oluşturduğu bu direniş hareketinin ortak noktası vatan savunması ve Türklük duygusudur. Böylece oluşan direniş hareketi, Ayvalık’tan, Denizliye kadar uzanan geniş bir çizgi üzerinde milli bir cephenin doğmasına yol açmıştır. Bu milli cepheyi oluşturan kuvvetlere ve bu harekete dar anlamda “ Kuvayı Milliye” dendi. Bu anlamıyla kuvayı milliye silahlı direnişi ifade etmektedir.

Batı Anadolu’da Kuvayı Milliyecilerle Padişahçılar arasında çok sert ve kanlı çatışmalar olmuştur. Yunanlılarla birlikte işbirliği yapan bozguncu, padişah yanlısı ve ulusal kuvvetlere katılmayanlara karşı sert ceza yöntemlerine başvuruldu. Bu bakımdan Batı Anadolu Halk Savaşları Güney Doğu Anadolu2daki gibi şehir savaşları biçiminde olmadı.

MİLNE HATTI

Yunanlıların İzmir’e çıkmaları üzerine başlayan ulusal direniş harekatı İtilaf Devletlerini harekete geçirmiştir. İngiliz Generali Milne, Paris Barış Konferansına gönderdiği mesajında İzmir olayları sonrasında Türk ordusu ve bir kısım halkın bütün emirlere rağmen direnişe geçtiğini bildirerek her iki tarafın belirli bir hat çevresine çekilmeleri önerisini iletti.

Bu mesajın kabulünden sonra 3 Kasım 1919 tarihinde Yunan işgaline karşı Türk direnişinin başladığı alanda bir hat oluşturdu. Yunan Komutanlığı Yunanistan’dan yeni askerler getirilinceye kadar kendisine fırsat verecek bu hattı kabul etmiştir. Atatürk 31 Aralık 1919’da Batı Anadolu‘daki komutanlara gönderdiği yazıda bu hattın kabul edilmemesini bildirmiştir. Böylece hat Kuvayi Milliye tarafından kabul edilmemiştir. Ancak buna rağmen hat Yunan genel saldırısına kadar varlığını korumuştur. Çünkü Batı Anadolu Kuvayı Milliye’sinin düzenli Yunan Birliklerini işgal sahasından atacak herhangi bir gücü yoktur.

AMİRAL BRİSTOL RAPORU

Batı Anadolu’da genişleyen ulusal direniş Batı Kamuoyunda heyecan yaratmıştır. Milletler Cemiyeti’nin kurulması sırasında böyle bir olayın çıkması, Avrupa Basınının bile Türkler lehine yazı yazmasına yol açmıştır. bunun üzerine İtilaf Devletleri bölgeye durumu incelemek üzere bir heyet göndermeye karar verdiler. Bu heyete ABD delegesi Amiral Bristol başkanlık ettiğinden Amiral Bristol heyeti adıyla anılacaktır. Heyet birkaç haftalık çalışmadan sonra 12 Ekim 1919 tarihinde bir rapor hazırlar. Bu rapor şöyle özetlenebilir:

1 Ateşkes Antlaşmasından sonra İzmir ve çevresinde Hıristiyan halkın hayatının tehlikede olduğuna dair bilgiler yanlıştır. Bu bilgileri veren kişiler ve hükümetler sorumludur.

2 İşgalden sonra Batı Anadolu’da yapılan öldürmelerin sorumluluğu Yunanistan’ındır.

3 Yunan askerleri bölgeyi derhal terk etmeli ve yerlerine İtilaf Kuvvetleri gönderilmelidir.

4 İzmir ve çevresinin ulusal prensiplere göre Yunanistan’a katılması söz konusu olamaz. Çünkü bu yerlerde Türk çoğunluk bulunmaktadır.
MİLLİ MÜCADELENİN YÖNTEMİ

Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecinde toplum içinde pek çok görüş ortaya çıkmıştı. Bu görüşleri şöyle sıralayabiliriz.


1 Himaye düşüncesi: Bu görüşü savunanlar iki büyük devlete sığınmayı istemektedir. Birinciler İngiltere Himayesini, ikinciler ABD himayesini

2 Ayrılıkçılık ve bölgesel kurtuluş yolları görüşünde olanlar: Bunların en önemlisi Kürt ayrılıkçılık düşüncesidir. Trabzon’da yerel bir otonomi görüşü de bunlar arasındadır.

3 Din devleti teorisini savunanlar: İslam Teali örgütü çatısında bir şeriat devleti savunulmuştur.

4 Komünist devlet düşüncesinde olanlar: Rus Devriminin de etkisiyle Türkiye’yi Sovyetler Birliği tipinde bir rejime sokmak için gizli Türkiye komünist Partisi çalışmalarda bulunmuştur.

Bu düşünceler arasında biri de Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının savunduğu kayıtsız şartsız bağımsız Türk Devleti formülü. Bu görüşü savunanlara göre Türkler bağımsız olmalıdırlar. Sloganı Ya istiklal ya ölümdür.
Yukarıda değişik görüşler halkı aralarına alarak hakim görüş haline gelmek istemişlerdir. Değişik dezavantajları ve avantajları olan bu görüşler halka düşüncelerini aktarabilmek için değişik yollar arayacaklardır.

Bu görüşlerden birisi olan Bağımsız Türkiye düşüncesi de yaşabilmek ve gerçekleşebilmek için halkoyu desteğini yanına almak zorundaydı. Onun için yöntem olarak sorunu millete anlatma, kabul ettirme ve sorunu millete çözdürme yolu tercih edilmiştir. Asıl güç olan milleti sorununa sahip çıkmaya çağırmak gerekiyordu.Mustafa Kemal Paşa, hareket noktasını ilk andan itibaren bu yol dayandırmıştır.

21-22 Haziran 1919 tarihinde yayınlanan Amasya genelgesinde sorun ulusa duyurulmuş ve ulusun bu sorunu nasıl çözmesi gerektiğinin yolu belirtilmiştir. Bundan sonra hareket askeri yapıdan çıkarılıp bir sivil inisiyatif oluşturulmuştur. 23 Temmuz 1919 tarihinde toplanan Erzurum Kongresi bu düşüncenin ilk adımını oluşturmuştur. Burada sivil Doğu Anadolu halkı Mustafa Kemal’in Bağımsız Türkiye formülünü kabul etmiştir.

4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında Sivas’ta yapılan Ulusal Kurultay ise sorunun tüm boyutlarıyla ulusal alanda tartışıldığı bir yer olmuştur. İç, dış baskılar arasında ve Mustafa Kemal’in Bağımsız Türkiye formülüne içerden yapılan eleştirilere rağmen sonuçta olumlu karalar alınmış, sorunu halletme noktasında ulusal bir örgüt oluşturulmuştur. Ulusal Örgütler Anadolu ve Rumeli Müdafaa yı Hukuku Milliye Cemiyeti adıyla birleştirilmiş, yürütme organı olarak Heyet i Temsiliye kurulmuş, bunun silahlı kuvvetleri olarak da Umum Kuvayi Milliye Kumandanlığı oluşturulmuştur.

Böylece Mustafa Kemal’in düşüncesi olan Bağımsız Türkiye formülü milletin ortak iradesi haline getirilmiştir. Bundan böyle ulus adına hareket eden ulusal örgüt sorunu ulusa dayanarak ve onun desteğiyle çözecektir. Yöntem ulus iradesine dayanma yöntemidir, yöntem her zaman o iradenin üstün irade olduğu bilinciyle hareket etmektir. Nitekim bu bütün süreç boyunca gözetilmiş ve olmayacaklar ancak bu şekilde gerçekleşmiştir.
MİSAK I MİLLİ

İstanbul’da 1920 yılında açılan Osmanlı Mebusan Meclisi Anadolu hareketinin daha önce Erzurum ve Sivas kongrelerinde ana hatlarını belirlediği ulusal sınırlar ve tam bağımsızlık isteğini 28 Ocak 1920 tarihinde yaptığı bir gizli toplantıda kabul etti. Misak ı Milli (Ulusal Yemin) adını taşıyan bu bildiri 17 Şubat 1920 tarihinde dünya kamuoyuna duyuruldu. Bu metin şu maddelerden oluşmaktadır.

1- Osmanlı Devleti’nin Mondros Ateşkes Ant. imzalandığı sırada işgal edilmemiş Türk ve Müslüman ahalinin yaşadığı kısımlar ayrılık kabul etmez bir bütündür.

2- Halkın oyu ile anavatana katılmış üç sancakta Kars-Ardahan-Batum gerekirse halkoyuna başvurulmasını kabul ederiz

3- Batı Trakya’nın hukuki durumu da halkoyu ile belirlenmelidir.

4- İstanbul şehri ve Marmara denizinin güvenliği korunmalıdır. Bu şartla boğazların dünya ticareti için ulaşıma açılmasını kabul ederiz.

5- Türkiye’deki azınlıklara komşu ülkelerdeki Türklere verilecek haklar kadar hak verilebilir.

6- Tüm bağımsız dünya devletlerinde olduğu gibi gelişmemizi sağlayabilmek için sadece siyasi değil iktisadi alanda da bağımsızlık isteriz. Egemenliğimizi kayıtlayan hiçbir şartı kabul etmeyiz. Tam bağımsızlık (İstiklal i Tamme) isteriz.




Yüklə 418,03 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə