"Caesar'ın Hakkını Caesar'a Vermek"
[66]
yani iktidarı sadece
gerekli azınlığa vermek, ötesine tanımamaktı.
Ferisiler, Fromm'un "otoriter karakter"
[67]
diye tanımladığı,
iktidara iktidar hayrına tapan, gücün önünde yaltaklanan ve
yoksulu aşağılayan tiplerdir. Bir başka deyişle sado-
mazoşisttirler: Yukarıdakinin kıçını yalayıp aşağıdakinin
üstüne işerler. Bu tipler Hz. İsa gibi otorite sahibi olan ve
iktidar
peşinde
koşmayan
veya
iktidara
ihtiyaç
duymayanlardan korkar, nefret eder ve böyle kimseleri baskı
altına almaya çabalarlar.
Bu fikirler, yani kaçınılmaz zorluklardan hayır çıkarmaya
dair Stoacı inanış, Hz. İsa'nın reçeteden çok ilkeleri temel
alan ahlakta ısrarı ve iktidarın sado-mazoşist doğasına
yönelik Freudçu kavrayış 20. yüzyılda, benlikle dünya
ilişkisine tam anlamıyla el atan nadir felsefi akımlardan
varoluşçulukta bir araya geldi. Anahtar kavram, kişisel
sorumluluktu. Sartre'ın dediği gibi, "İnsan kendi doğası ve
seçimlerinden tamamıyla sorumludur."
[68]
Ama bu durum, içe
kapanma ve inzivaya çekilme bahanesi değildir. Aksine
kişisel ilişkilerden grup aidiyetine kadar her seviyede
yükümlülüğü gerekli kılar. Çünkü sorumluluk, sıklıkla ıstırap
vermekle birlikte şartları ve kendini aşmanın tek yolu olan
sürekli seçim yapmayı gerektirir. Ama her seçim sonludur ve
bu yüzden sürekli beklenti içinde yaşamak söz konusu
değildir. Varoluşçuluğun önceli Søren Kierkegaard şöyle
diyor: "Bu, olabilirliğin çaresizliğidir. Bundan sonra olabilirlik
benliğe gittikçe daha büyük görünür, gittikçe daha fazla şey
olabilirlik kazanır çünkü hiçbir şey gerçekleşmemektedir.
İnsana sanki her şey mümkünmüş gibi gelir."
[69]
Kierkegaard
benliğin gereklilik ile olabilirlik arasında bir dengeye ihtiyaç
duyduğunu öne sürmüştür. Benlik fazla gereklilikte
boğulacak, fazla olabilirlikteyse buharlaşıp gidecektir. Tarih
boyunca ezici gereklilikler sorun olmuştur ama bugünün
benliği
sonsuz
olabilirlikler
yüzünden
delirmektedir.
Gerekliliğin reddi çağımızın hastalığıdır.
Sartre potansiyeli değil, sonluluğu özgürlüğün özü olarak
tanımlamıştı: "Sonlu olmak (...) kendi seçmektir (...) bir
olabilirliğe gitmek suretiyle diğerlerini dışladığını kendine
bildirmektir.
Dolayısıyla
özgürlük
eylemi,
sonluluğu
varsaymak ve yaratmaktır."
[70]
Ama seçilen sonluluk mutlaka
tümüyle
kabullenilmeli, girişilenin
sonu
mutlaka
getirilmelidir. Ve bu sorumluluk uygulaması sıkıntıyı devre
dışı bırakacaktır: "Dolayısıyla, ne hissetliğimize, ne
yaşadığımıza veya ne olduğumuza dair kararı yabancı, dış bir
unsur
vermeyeceğinden
yakınmanın
anlamı
kalmayacaktır."
[71]
Böylece olanlardan fayda çıkarmaya yönelik Stoacı tavır
bir çekirdek inanç seviyesine yükselmiştir: İnsan kendine
ettiği her şeyden bir şey çıkarabilir. Hatta bu "çıkarma" bir
zorunluluktur. Sartre toplumsal rollerin edilgen kabullenilişi ve
kültürel şartlandırmayı "kötü inanç", "otantiklik" eksikliği ve
"ben böyleyim" yollu uyduruk bahane olarak aşağılamıştır.
Sartre'a göre benlik sürekli yeniden yaratılmalıdır ve bu
yaratma, kendini aşmanın yoludur. Yaşamak biteviye aşma
halidir.
Başkalarıyla ilişkideyse bireyin özgürlüğü can alıcı
etmendir. Haliyle aşkta teslimiyet veya teslimiyet talebi, yani
mazoşizm ve sadizme yer yoktur. İçinde bir miktar iktidar
mücadelesi öğesi barındırmayan bir ilişki kurmak zordur ama
sonu ebedi mutluluk değil, edebi çatışma olmasına rağmen
ideali, eşin özerkliğine daima saygı gösterilmesidir. Tehlike ve
risk kaçınılmazdır ama ilişkiye yoğunluk katar ve varoluşçu
amaç, huzur ve sükunet değil, yoğunluktur.
Aynı şekilde grup ilişkilerinde de ne grubun değerler
sistemine veya Sartre'ın tanımıyla "biz-bilincine" teslim
olunmalı ne de başkalarının özgürlüğünü kısıtlayacak herhangi
bir güç kullanılmalıdır. Grup yapısında güç kullanımı, aşktaki
gibi genellikle sado-mazoşisttir. Otoriter kişiliğin, Ferisinin
talebi genelde hiyerarşiye, kurallara ve izleklere uyum
göstermektir ama esas derdi içsel özgürlüğün teslim
alınmasıdır. Haliyle sadece dışsal uyumu elde etmekten
rahatsızlık duyacaktır. Gizli benliğin ve kişisel özgürlüğün,
sadece Caesar'ın hakkının Caesar'a verilmesi suretiyle
korunması, varoluşçu zaferdir.
Yani
varoluşçuluk
takım-oyuncusu
edilgenliğini
reddetmekte, potansiyel yerine sonluluğu vurgulamakta, başa
gelenlerden fayda çıkarmayı öğütlemekte ve yoğunluk
sağladığı için zorluğu kucaklamaktadır. Eh, bugün felsefenin
demode olmasına şaşmamak lazım.
Bir diğer kilit kavramsa, yine Stoacı düşüncenin uzantısı
olan saçmalıktır. Yaşam önemsiz ve anlamsızsa saçma
olmalıdır. Haliyle bu çağ, felsefi anlamda saçmalık çağıdır.
Her daim ciddi ve kasvetli Sartre'a göre saçmalık trajikti.
Hatta intiharı meşru kılıyordu ve mutluluğu kesinlikle devre
dışı bırakıyordu. Ama Camus mutluluğun mümkün olmakla
kalmayıp simgesel anlamda saçmalıkla ilintilendiğini görmüştü.
Biri diğerini güçlendirebilirdi: "Mutluluk ve saçmalık aynı
toprağın iki oğludur. Ayrılamazlar birbirlerinden. Mutluluğun
illa saçmanın keşfinden doğduğunu söylemek hatadır.
Dostları ilə paylaş: |