19
SANAT
YAZILARI
22
sorun karmaşıklaşır. “Filmde gösterilen olay ve kişilerin gerçek yaşamdaki olay ve
kişilerle ilgisinin olmaması” veya filmin “ yaşanmış bir öyküye dayanması” sanatın
yapaylığını değiştirmez. Her iki yaratım yöntemi sanatın mahkemede yapılan tanıklıktan
farklı bir şey olduğunu ortaya koyar. Sanat için yalancı tanıklık, sanatçının amacına
ulaşmasını kolaylaştırabilir.
Tanık
Ali Püsküllüoğlu’nun (1995: 1451) Türkçe Sözlük’teki tanık maddesinin karşılığı şöyledir:
Herhangi bir olayı, durumu gören, bilen ya da onunla ilgili bilgisi bulunan kimse. Bu
tanımdan yola çıkarak tanığın bir olay ya da durumla ilgili bilgisinin yalnızca kendi
gözleri yoluyla edinmeyeceği, görme duyusu dışındaki algı kaynakları ya da kendisi
dışındaki farklı odaklar yoluyla edindiği bir bilgisinin olması gerektiği ve tanığın bu
bilgiyi açıklamak gibi bir zorunluluğunun olmadığı söylenebilir. Sanatçının tanıklığı
konusu sözlükteki tanımla benzerlikler taşısa da daha karmaşık bir sürece işaret
eder. Sanatçı bir olay veya durum karşısında duyu kanalları
ya da diğer bilgi edinme
kaynaklarından edindiğini kendisi ve karşısında durduğu şeyi
sanatsal araçlarla yeni,
öznel ve dolayımlı bir bilgiye
dönüştürür: Sanat yapıtından bize yansıyan bilgiye.
Ceza hukukunun önemli bir konusu olan tanıklıkta, sanığın kimliğinin, suçun işleniş
biçiminin, kasıt ya da kusurun varlığının saptanmasında tanığın açıklamalarının
önemli
bir yeri vardır. Suçun işlendiğine tanık olan kişinin bilgi ve ifade verme zorunluluğu
yoktur. Bu vicdani bir sorumluluğu gerektirir. “Yalan tanıklık” yapmanın ise cezai bir
yaptırımları olması kaçınılmazdır (Türk Ceza Kanunu, Madde 272). Hukuk açısından
bakıldığında, tanığın
gördüklerini
gerçeğe en yakın biçimde dürüstçe ve açıkça
anlatması yeterlidir. Oysa sanat, daha kendi adından başlayarak gerçekle ilgisini
mahkemedekinden çok farklı kurar. Sanatçının ya da sanat yapıtının
çağlar boyunca
mahkemelerde yargılanmasının nedenlerinden biri gerçeği son derece görünür
ve etkileyici kılmasıdır. Davaların çoğu sanatçının söylenmemesi gereken bir şeyi
söylemesi ya da yalan söylediği, gerçeği saptırdığı iddiası üzerine açılır. Sanat her
zaman herkesi memnun etmez. Bazılarının canını sıkar ve genellikle yapay bir anlatımla
gerçekliğe müdahale eder.
İslam ve Osmanlı Hukuku’nda körlerin tanıklığının geçerli olmadığı bilinmektedir
(Murat Şen 1988: 289). Canetti “Körleşme” adlı romanında yaşamı yalnızca kitapların
arasında geçirmenin yarattığı körlükten, Saramago ise “Körlük” adlı romanında
hepimizin baktığından ama kör olduğumuzdan söz eder. Her iki romanda kullanılan
körlük metaforu bizi gerçeklerden koparan engeller üzerinedir. Her iki yazar hakkında
romanlarında çağlarına tanıklık etmektedirler dersek onlara haksızlık etmiş oluruz.
İnsan doğası üzerine konuşmak için yaşanılan çağa tanıklık etmek yeterli değildir.
Bu sanatçılar için
çağların
tanıklığını yaptıkları söylenebilir. “Görme”nin tanıklık
20
yapmak için
bir zorunluluk olduğu görüşü, görmeksizin çağına tanıklık eden sanatçılar
hatırlandığında nesnel olmayan bir saptama olarak kalır.
Çağının Tanığı Olmak
Sanatçının sırtına yüklenmiş bu görevin içeriği herhangi bir sanatsal kaygıya
gönderme yapmamaktadır. Sanatçının seçmesi gereken konuyu, izlemesi gereken yolu
göstermekle kalmayıp ona bir hiza vermeye çalışmaktadır. İyimser olarak baktığımızda,
bu payenin, Yirmi ve Yirmi Birinci Yüz Yıllar söz konusu olduğunda toplumlarda ve
sanatlardaki değişimi kavramanın güçlüğü nedeniyle verilmek istendiği düşünülebilir.
Değişim hızından dolayı güvenilir kayıt tutma işinin zorlaşmasından kaynaklanan bu
gereksinime ait görevin neden daha çok sanatçılara verilmek istendiği başka bir soru
doğurur.
İyi bir tanıklık için gerekli
olan önkoşullara bakarsak; doğruyu söyleme, bildiğini
kendine zarar verecek olsa bile cesaretle başkalarına anlatabilme, içten ve dürüst
olabilme, doğruyu yanlıştan ayırabilecek bir akla sahip olma,
sorumluluk sahibi
olabilme, önyargılarının farkında olup onları gerçeğin süzgecinden geçirebilme, vicdan
sahibi olma gibi özelikleri sayabiliriz. Kişinin yaşadığı çağdaki savaşlara, katliamlara,
cinayetlere, haksızlıklara karşı tepkili olabilmesi ile vicdan arasında da sıkı bir bağ
vardır. Kişisel anlamda kullanıldığında bile vicdan kavramı, kişinin yaşadığı
toplumun
değerleriyle yakından ilişkilidir. Gerek tanıklık için gereken önkoşullar gerek vicdan
sahibi olma kişilikle ilgili özelliklerdir. Bir Türk, Amerikalı ya da İngiliz sanatçı Irak’taki
Amerikan ve İngiliz katliamını yapıtında işlemek zorunda değildir. Belki bu bir tercih
sorunu bile olamayabilir ama sanatçının savaşa karşı tepkide bulunabileceği hiçbir
kanalı kullanmaması kişiliğinin toplum tarafından sorgulanmasına neden olabilir.
Sanat alanı, “suçlu”, “hain”, “ deli”, “sapık”, “acımasız”, “satılmış”, “katil”, “insafsız”
“fırsatçı” diye nitelendirilen sanatçılarla doludur. Marquis de Sade’ın yaşamının
çoğunu hapishanelerde ve akıl hastanelerinde geçirmiş olması boşuna değildir. Bugün
yaşasaydı hayatı farklı olmayabilirdi ama insan ilişkileri,
cinsellik, iktidar, insan doğası
konularındaki edebi ve felsefi katkıları yadsınamaz. Sade’ın çağına tanıklık ettiği
söylenebilir mi? Evet, çünkü bunu bir çağ içindeki yaşamları, sınıfının yarattığı ilişkisel
olanakları ve alışkanlıkları daha da önemlisi yaşantılarını cesaretle kaleme alarak
gerçekleştirmiştir. Sade ahlaki açıdan bugün bile mahkemelerde yargılanmaktadır ve
onun kişiliğini yapıtından ayırmak imkânsızdır. Sade bugün yaşasaydı Irak Savaşı’na
karşı bir yapılan yürüyüşe katılır mıydı? Belki hiç ilgilenmezdi ama “hırsız” Gene için
bu sorunun cevabı “kesinlikle katılırdı” olabilir. Tanığın ahlaki açıdan düşkün olması
toplumsal yarara katkısıyla görmezden gelinir ya da yok sayılır.
Gözleri gören ama muhtemelen tanık olmadığı olayların tanığı, Fotoğrafın henüz icat
edilmediği
bir dönemde güzelliği, çirkinliği, acımasızlığı, korkuyu, dehşeti, resmeden