Sancılı Öykü: ab ve Türkiye Sİna akşİN



Yüklə 38,14 Kb.
tarix22.10.2018
ölçüsü38,14 Kb.
#75354

Sancılı Öykü: AB ve Türkiye

SİNA AKŞİN*

1987’de Özal hükümetinin tam üyelik başvurusuyla birlikte Avrupa ‘rüyalarımıza girdi’, bir tutku oldu. AB’ye tam üye olacaktık ve her şey ‘düzelecekti’. Herkesler iş bulacaktı, isteyen Avrupa’da, isteyen Türkiye’de oturacak, refaha kavuşacaktık. Gençler uygun eşler bulup mutlu olacaklardı. Herkes bir anda uygarlaşacaktı. Gişelerde sıraya uyulacak, yerlere tükürülmeyecekti. Demokrasi tıkır tıkır işleyecekti vb... Bu, tam bir yeryüzü cenneti tasavvuruydu. Artık siyaset AB hesaplarına göre yapılıyor, Türkiye’yi AB üyeliğine biraz daha yaklaştırdıklarını düşünen, ileri süren devlet adamları seçim kazanacaklarına inanıyor, ona göre seçim kampanyası yürütüyorlardı.



Peki, Türkiye’nin AB’ye tam üye olma olasılığı var mı?

Önce nesnel etkenlere bakalım. Avrupa denen “şey” nedir?

Avrupa bana göre temel üç öğeden oluşuyor ve bu üç öğe eşit önemdedir. 1) İktisadi gelişmişlik, yani yüzyıllardır dünyayı sömürmenin sonucu muazzam bir sermaye birikimi, ileri sanayi ve tarım, düzenli, kurallara uygun işleyen bir ekonomi. 2) Eğitsel ve kültürel gelişmişlik, yani bütün halkın uzun süreli ve iyi bir eğitim görmesi, nitelikli bilim kurumlan ve sanatçılar, eğitim, bilim ve sanatın aydınlanma felsefesine dayalı olması. 3) Hıristiyanlık. Avrupa’da pek çok insan kiliseye gitmez, dinsizdir, hatta tanrıtanımazdır. Ama bunlar dahi Hıristiyan bir kültürle, Hıristiyan bir ortamda yetişmişlerdir ve tabir caizse, ‘kültürel Hıristiyandırlar’. Kuşkusuz, Yahudiler de vardır fakat bilindiği gibi, Hıristiyanlık Yahudiliğin bir mezhebi olarak doğmuştur. Tevrat, Hıristiyanların Kutsal Kitap’ın ayrılmaz ve çok önemli bir parçasıdır. Hıristiyanlıkla Yahudiliğin ilişkilerinin çok kanlı bir geçmişi vardır ama eninde sonunda, yine de bu bir anlamda bir kardeş kavgası’ sayılabilir. Oysa onların gözünde İslamiyet, kutsallığı olmayan, ‘alakasız’ bir dindir.



Bugün bu üç açıdan durumumuz; nedir? O da şöyle:

1) İktisadi gelişmişlik söz konusu değildir. Belirli bir sınaî gelişmeden söz edebiliriz ama bütün ülkeye ve topluma yayılmış bir sanayileşme yoktur. Türkiye’de adam başına gelir, bugün 2,232 avrodur (euro). Almanya’da 10,800 avro, yani yaklaşık olarak bizim beş katımız. Ayrıca gelir dağılımı çok dengesizdir. Zenginler çok zengin, yoksullar çok yoksuldur ve sayıları pek fazladır. Kayıt dışı ekonomi, vergi kaçakçılığı, kara para yaygındır. Çok yakın bir geçmişte ‘banka hortumlamak’ sıradan bir iş haline gelmişti. On yıllarca azgın bir enflasyon içinde yaşatıldık, azalmış olsa da hâlâ sürüyor. Kırsal kesim, yani tarım, belli bir makineleşmeye karşın, geri. Hayvancılık iyice geriledi. IMF’nin ve benzeri ‘uluslararası’ kuruluşların buyruklarıyla birçok çiftçimizin yaşamları zindan edildi.

2) Bazı iyi üniversitelerimiz, iyi bilim insanlarımız, iyi sanatçılarımız olmakla birlikte, ilk ve ortaöğretimin, kültür hayatımızın durumu bir sefalet manzarasıdır. Ancak 1997’de ordunun zoruyla sekiz yıllık zorunlu eğitime geçilmiş olması, 50-60-70 mevcutlu sınıflar, kütüphanesiz, kültür ve spor olanaklarından yoksun okullar, öğretmenliğin ikinci sınıf meslek olması, imam hatip gereksiniminin çok ötesinde yüzlerce imam-hatip okulunun açılarak laik eğitime almaşık bir sistemin oluşturulması, bu kadar nüfusa çok az çeşit ve sayıda kitap basılması, kütüphanelerin sayısı ve durumu, sefalet manzarasının öğeleri arasında…

3) Gerçi bizi Hıristiyanlaştırmak için yoğun bir misyonerlik etkinliği varsa da, henüz Hıristiyan olmadığımız apaçık.

Bu durumda bizi bu halimizle alırlar mı? Almazlar. Alacağız derken yalan söylüyorlar, bizi işletiyorlar, çünkü bu yalanın onlara büyük getirileri var. Gümrük Birliği’ne soktular, KKTC’yi yutacaklar ve kıvırabilirlerse sırada daha nice ‘sürprizler’, (Ege, Kürdistan, Pontus, Ermenistan vb. gibi)... Karşıdevrimci hükümetlerimiz de onların bizi işlettiklerinin farkındalar ama yalana inanmış görünüyorlar, çünkü bu sayede 28 Şubat süreci gibi ordudan gelecek müdahaleleri önlemiş oluyorlar. Günlerini gün ediyorlar. Almayacaklarının kanıtlarından biri, Türkiye’yi ‘Avrupalılaştıracak’ taleplerde bulunmamalarıdır. Örneğin eğitiminizi adam edin, sınıf mevcutları 30’u geçmesin, kızlar okutulsun, zorunlu eğitim 12 yıl olsun gibi talepleri var mı? İşsizliği, yoksulluğu azaltın, bir sanayileşme programı yapın, demiryollarınızı adam edin, çiftçilere teknik eğitim verin, kooperatifleşsinler gibi bir talep hiç duydunuz mu? Varsa yoksa kendilerinin rahat hareket edebilecekleri bir hukuk ve maliye düzeni ile ilgili talepler. Ve bol bol merkezkaçcı talepler: Azınlıkları, Kürtleri, Alevileri, Hıristiyanları ilgilendiren konular. AB bu ülkede doğru dürüst bir yatırım yapıyor mu? Olması için AB’nin kayda değer bir çabası var mı? Bizi işletmeye devam edebilmek için müzakere tarihi de verecekler, müzakere de edecekler. Buna rağmen sözlerinden dönebilmek için kapıları şimdiden hazırlıyorlar. Görüşmeler ‘açık uçlu’ olacakmış, yani nereye varacağı belli değil. Bir de halkoylaması sözü çıkardılar. Avrupa kamuoyunun geleneksel Türk nefretini böylece dile getireceğini bekliyorlar.

Alma olasılıkları hiç mi yok? Var, parçaladıktan sonra kendilerine benzettikleri bazı ‘seçme’ parçalarımızı alabilirler. Yugoslavya ve Çekoslovakya’da bunun uygulamasını gördük.

Nesnel benzemezlikler yüzünden almayacaklarını saptadıktan sonra, nesnel etkenler denli önemli, belki de daha önemli olan öznel (sübjektif) etkenlere bakalım. Yani, nesnel etkenler dışında, Avrupalılar Türkleri, Türkiye’yi nasıl görüyorlar? Ben bu bakışı daha iyi anlamak için onu üç öğeye ayırarak ele almanın uygun olacağını düşünüyorum. Bunlar, l) Türklere nasıl bakıyorlar, 2) İslamiyet’i ve Müslümanları nasıl görüyorlar, 3) Türkiye Türklerinin üzerinde yaşadıkları Anadolu ve Rumeli’ye bakışları.

Daha önce, bir Fransız dergisinde on yıllar boyunca Türkiye’ye karşı takınılan değişik tavırları incelemiş, bir ülkede (ya da ülkeler kümesinde) başka bir ülke ya da ülkeler kümesi hakkında iki türlü imge olabileceğini savunmuştum.1 Biri, iki ülke arasında belli bir dönemde var olan dostluk, soğukluk ya da düşmanlığa göre biçimlenen ortamsal (konjonktürel) imgedir. Öbürü, söz konusu ülkenin ortak (kolektif) bilincinde öteki ülke hakkında var olan asıl imgedir. Asıl imge, ortamsal imge tersine de olsa, alttan alta etkisini sürdürür ve uzun vadede egemen olması olasılığı yüksektir. Ben bu yazıda Batının Türkler hakkındaki olumsuz olan asıl imgesi üzerinde duracağım. Önemli olan odur, yoksa aranırsa, Tükler hakkında her dönemde olumlu görüşler bulunabilir ama bunlar asıl imge değildir.2



Türklerin Batıdaki İmgesi

Avrupa’daki Türk imgesi, Attila ve Hunlar hakkındaki imgeye hayli benzemektedir. Bilindiği gibi, 452 yılında Attila Kuzey İtalya’yı istila etti ve tarihlerin söylediğine göre, ancak Papa Leo’nun ricacı olarak onu ziyaret etmesi sonucunda, Roma’ya saldırmaktan vazgeçti. Daha sonra İspanya’yı fetheden Araplar Fransa’yı da istila edecekken 732’de Poitiers’de yenilgiye uğrayınca bu sevdadan vazgeçtiler. Bir ara İstanbul’u da tehdit eden Araplar, bu bakımdan Hunlar gibi Hıristiyan Avrupa’yı çok korkutmuşlardır. Ümit Gürol bunlar hakkındaki Avrupa imgesinin Türklerin imgesi için ön imge oluşturduğunu söylüyor.3 Şimdi Gürol’un kimi saptamalarına bakalım. İstanbul'un fethinin güncesini yazmış olan Nicolo Barbaro “Türk Köpekleri” deyimini kullanmaktadır (s. 31). Yazar Vittorio Alfieri (1749 - 1803), Türkleri pek budala, kaba ve cahil bulmaktadır (s. 102). İstanbul seyahatnamesinin yazarı Edmondo De Amicis’e göre (1846-1908) Türklerin yavaş yavaş da olsa uygarlaşması olasılığı yoktur (s. 146). İtalyan halk edebiyatında Türkler akılsız, kötü, kaba güç sahibi, tembel, şehvetli, şişmandırlar (s. 178, 182). Gürol herhangi bir İtalyan romanında bir Türk karakterine (kişiliğine) rastlamadığını, Türklerin hep tip olarak yer aldığını belirtiyor (s. 196).

Sctnvoebel’e göre, İstanbul’un fethi Avrupa’da bir darbe (travma) etkisi yapmıştır.4 Agarathos manastırında bir keşiş “bundan kötü bir şey olmamıştı ve olmayacaktır” diyordu (1). Napoli’de Venedik elçisi olan Giovanni Moro Fatih’in tutkuyla Hıristiyanlıktan nefret ettiğini bildiriyordu (2). Floransa’da Cosimo de Medici, fethin uzun yüzyıllardan beri dünyanın gördüğü en feci olay olduğu görüşündeydi (3). Danimarka ve Norveç Kralı Kristiyan I’e göre Türk Padişahı kıyamet metinlerinde sözü edilen denizden çıkan canavar gibiydi (4). Papa V. Nikol’ün 30 Eylül 1453 günlü buyrultusu Fatih’i Hıristiyanlığın en acımasız zalimi, şeytanın, cehennemin, ölümün oğlu, Hıristiyanların kanına susamış, Aziz Yahya’nın sözünü ettiği 7 başlı, 7 taçlı, 10 boynuzlu büyük ejderha diye tanımlıyordu (s. 31). Bütün Hıristiyan hükümdarları buna karşı düzenlenecek bir haçlı savaşma katılmalıydılar. Schwoebel’e göre, Avrupa’nın Osmanlılarla kurduğu diplomatik ilişkiler, hatta ittifaklar, Osmanlı Devletini kendilerinin oluşturduğu devletler topluluğuna kabul etmek anlamına gelmiyordu. Hatta yazar bu ilişkilerin Avrupa’nın gözünde Osmanlı’nın de facto tanınması ve/ya da birlikte barış içinde yaşama göstergesi olarak da kabul edilmediğini öne sürüyor (s. 204).5

Trabzon Kardinali Bessarion 1470’te Türkler karşısında başarılı olmak için onların saldırmasını beklemeyip Hıristiyanların saldırması gerektiğini söylüyordu.6 Papa II. Pius 1453’ten sonra şöyle yazıyordu: “Acımasız ve şerefsiz bir halk olup, her çeşit zevke düşkün olduklarından, başkalarının iğreneceği şeyleri yerler, örneğin kurt ve akbabaların etlerini...” (s. 56).

Protestanlığın kurucusu Martin Luther'e (1483-1546) göre Türkler Tanrı’nın kırbacı (daha önce Attila’ya yakıştırılan sıfat), şeytanın hizmetçisidir.7 Yakıp yıkıcıdırlar, İsa’nın yadsıyıcıları ve düşmanları, İncil’in yerine Muhammed’in Kuran’ını koyanlardır. Luther’e göre Türkler kanlı köpeklerdir ve şeytandırlar (s. 78).

Şimdi bir İngiliz’e, Türklerin Tarihi’ni yazan Richard Knolles’a (1545?-1610) bakalım.8 Knolles, Türkleri Hıristiyanların “kırbacı” (scourge) diye niteliyor (60). Kırbaç sözcüğü belki “bela" diye de çevrilebilir. Bu yapıt üzerine çalışmış olan Parry, yazarın çok kez Türkler için barbar, acımasız, hain, yöneticilerini vahşi müstebitler diye tanımladığını anımsattıktan sonra, onun bu yaklaşımını biraz mazur göstermeye çalışıyor. Şöyle; o devirlerde Türkler için bu gibi nitelemeler kullanmanın “olağan” (normal), hatta “zorunlu” (obligatory) olduğunu belirtiyor (s. 62).

Şimdi biraz daha yakına gelelim. Henry Blount doğuya yaptığı bir geziyi kaleme alıp 1636’da yayımlamış biri. Ona göre Türkler oğlancılığı kötü görmez, rezilcesine de sarhoşturlar.9

Günümüze bakalım. Hollanda’da yabancı yazarları tanıtan seçkilerden üç tanesi Türk yapıtlarını Asya bölümüne, iki tanesi Orta Doğuya ve yalnız bir tanesi Avrupa bölümüne yerleştirmiş.10 Aynı kaynağa göre, Hollandacaya çevirmek için Türkiye’yi tek yönlü ve olumsuz gösteren Türk yazarlar yeğleniyormuş (43). Bir de, Türkiye’de kimi olumsuzluklar düzelince yenileri bulunuyor, ya da eskileri yeniden ortaya çıkarılıyormuş (s. 48).

“Norveç’te 19. yüzyıldaki kimi halk masallarında Türkler domuzlardaki gibi bir burun sahibi olarak betimlenirmiş. Türklerden çok acımasız diye korkulur, hatta yamyamlık yaptıkları söylenirmiş.11 Bugünlerde genellikle Türkiye’nin bir eritme potası olduğu, gizemli bir Doğu kimliği bulunduğu düşünülüyormuş (s. 77).

Sözünü ettiğim kaynaklarda kuşkusuz Türkler için olumlu, güzel değerlendirmeler de olabiliyor. Ben bunları anmıyorum, çünkü asıl imgenin peşindeyim ve bunun da olumsuz olduğunu düşünüyorum. Nitekim birçok kaynaklara göre, Türkler Avrupa için öteden beri ve bugün de “öteki” işlevini görmüşlerdir. (Yani, kendi kimlik / kişiliğini daha iyi belirtebilmek için başka birini olumsuz göstermek, belki böylece kendi olumluluğunu vurgulamak.) Böyle olduğunu söyleyen kaynaklardan Brewin, Iver Neumann adlı Norveçli bir diplomatı anıyor.12 Diplomata göre Avrupa’nın kendini tanımlamasında en önemli “öteki” Türklerdir. Yazar bu görüşü uzunca tartıştıktan sonra, Türkiye’nin öteki durumunda olduğunu kabul ediyor (s. 105). Soykut da Türklerin geçmişte olduğu gibi bugün de bu işlevi gördüklerini savunuyor.13 Vera Moutafchieva Türklerin Bulgarlar için temel öteki olduğunun “kuşkusuz” olduğunu söylüyor.14 Türklerin onlar için “yabancı, düşman ve iğrenç” olduklarını ekliyor.

Söz konusu yazarların Türk’ü Avrupa’nın ötekisi olarak gördükleri savını destekleyen ve belki kanıtlayan önemli bir husus, kimi Batı dillerinde yer etmiş olan, Türklerle ilgili olumsuzluklardır. Şu belki söylenebilir; böyle bir durumda bütün bir halk Türkler aleyhindeki imgeyi benimsemiş, içselleştirmiş olmaktadır. Önce Fransızcadan örnek vereyim. Larousse du XXe Siècle (1933) adlı sözlük ve ansiklopedideki Türk maddesinde olumsuz anlamlar: 1) Türk olmak, Müslüman olmak anlamındadır ve kötüleyici bir deyimdir. Demek ki, Müslümanı kötülemek istediklerinde ona Türk diyorlar. 2) Sert, acımasız. 3) Bitkiler için çok zararlı bir böcek olan mayısböceğine, özellikle kurtçuklarına halk arasında Türk deniyor. 4) Kabaca, sertçe. 1964 baskısı Grand Larousse'da ancak birinci anlama yer verilmemiştir. Petit Robert’e (1990) göre “tete de Turc”, Türk kafası, panayırlarda insanların gücünü ölçmek için kullanılan ve sarıklı bir "Türk” kafasına vurmayı gerektiren bir alet. Aynı zamanda, mecazi anlamda, birisinin sürekli alay ve şaka konusu olması demekmiş.

Webster’s New International Dictionary of the English Language’de (1951): 1) Türklere atfedilen niteliklere sahip biri, örneğin hilekârlık (duplicity), şehvetlilik (sensuality), vahşilik (brutality) gibi. 2) Erik zararlısı bir böcek, başka bazı zararlıların kurtçukları. Özet olan Webster’s Collegiate Dictionary (1971): Acımasız ya da müstebit olan kişi (arkaik). Arkaik dediğine göre, artık bu anlamda pek kullanılmıyormuş. Eskilerde sık sık “unspeakable (ağza alınmayacak, berbat), “terrible sıfatları kullanılırdı Türkler için.

Bir de Almancaya bakalım. Türk, sahte, uydurmak, hile yaparak aldatmak; Türk canisi, başkalarını kötülük ve cinayetle tehdit eden kimse anlamına geliyormuş. Önyargılar Sözlüğü’ne göre Türklerin savaşçı, ilkel kararlı, çabuk öfkelenir, ne yapacakları kestirilemez, her zaman sarmısak kokulu, sıranın en sonunda oldukları; “kargalar gibi” çaldıkları söylenirmiş. Türk’e küçük parmağını verenin elini kaptıracağı deyimi de varmış.15

Bu çalışmanın konusu olmamakla birlikte, Türkçede başka halklarla ilgili olumsuz değerlendirmeler olup olmadığına da biraz baktım. Redhouse Yeni Türkçe-lngilizce Sözlük’te (1968) “Moskof’ sözcüğünün acımasız anlamı var. “Gavur”un çok olumsuzlukları var: Allahsız, dinsiz, acımasız anlamında kullanılıyor. Türkçede İranlılarla ilgili olumsuz bir deyim var: Acem mübalağası. Birde Araplarla ilgili iki olumsuz atasözü biliyorum: “Ahşaptan maşa, Arap’tan paşa olmaz”, “Ne Şam’ın şekeri, ne Arabın yüzü”. Herkül Milas Türk romanında Rum / Yunanlılarla ilgili pek çok olumsuzluk buldu.16 Ama 1821’den beri Rum / Yunanlılardan birkaç kez ağır zulüm görmüş olan Türklerin dilinde Rumlarla ilgili olumsuzluk olarak benim aklıma gelen bir tek “palikarya” sözcüğü var. Yunanlıları küçümsemek için kullanılıyor, belki yaygaracı anlamını içeriyor. Yunancada Türklerle ilgili neler var, bilmiyorum. Karagöz’deki etnik tiplemeler daha çok “dalga geçme”, mizah türünden bir yaklaşım olarak görülebilir. Türkçede başka halklar hakkındaki olumsuzluklar bana az gibi göründü. Bu azlık

(doğruysa) acaba Türklerde “öteki” anlayışının zayıflığına mı işaret ediyor? Bunun nedenleri ne olabilir?17 Araştırmaya değer bir konu sayılabilir.

İslamiyet’in Avrupa’daki İmgesi

Başka yerlerde de bunu yazdım.18 Müslümanların Hıristiyanlığa bakışıyla, Hıristiyanların Müslümanlığa bakışı arasında ciddi bir bakışımsızlık (asimetri) söz konusudur. Müslümanlar Hıristiyanlığı ‘geçerli’ bir din olarak görürler. İncil kutsal bir kitaptır, İsa Allahın elçilerinden biridir. Hıristiyanlar ehl-i kitaptır. İslamiyet İsa’nın babasız doğumunu bile kabul eder. Müslümanlığın tek iddiası, son din, ahır zaman dini olmak itibariyle yetkinliktir. Hıristiyanlar mantık olarak bu iddiayı kabul edip Hıristiyan kalamayacaklarına göre, İslamiyet’i bütünüyle reddetmek durumundadırlar. İslamiyet tek tanrılı bir din de olsa, kendi dinlerinden sonra geldiği için, onlar tarafından kutsal kabul edilemez. O, örneğin Uzak Doğu dinleri gibi, ilgisiz, kendileri için kutsal olmayan bir dindir. Bunu bana bir Katolik papazı anlatmıştı. Tabii bütün Hıristiyanlar bunun farkında olmayabilir ya da farkında olup da yine de İslamiyet’e, tek tanrılı bir din olarak belli bir kutsallık tanımayı uygun görebilirler.19

14. yüzyılda yazılan Spagna adlı yapıtta şöyle deniyordu:

“Lanetli pagan ordusundaysa herkes bağırıyordu: Yaşasın Muhammed!” (Gürol, 25).

Barbaro’ya göre Türkler dinsizdir (s. 29-30). Campanella’ya (1568 -1639) göre Hıristiyanlık bakımından tehlikeli olduğu için Türk İmparatorluğu ortadan kaldırılmalıdır (s. 66). Nievo’nun çağdaş sayılabilecek romanında Müslümanlardan dinsizler diye söz edilebiliyor (s. 129). Pasolini’nin (1922 -75) bir yapıtında İslamiyet’le paganlık bir tutulur (s. 165). Gürol’a göre yalnız İtalya’da değil, Avrupa’da başlardan beri Türk=Müslüman=Doğu denklemi egemendir ve bunlara dinsiz, pagan, vahşi, barbar gibi nitelemeler zamanla eklenmiştir (s. 193). İtalya’da “Türklerin Tanrısı Muhammed’dir” düşüncesi hayli yaygınmış (s. 198).

1455’te yeni Papayı kutlamak için Floransa’dan gelen Başpiskopos Antoninus, onunla yaptığı görüşmede Türkleri vahşi hayvanlar, kâfirler ve İsa düşmanları diye niteledi. Fatih ise şeytanın oğlu, insanlığın sapık düşmanı, bütün kötülüklerin somutlaşmış hali idi (Schwoebel, 37). Papa II. Pius’a (1458 -62) göre Muhammed sahte bir peygamberdi (s. 72).

Knolles’e göre Türklerin dini sahte ve iğrenç bir taassuptu (s. 62). Dinleri sözümona dindi (s. 63).

14. yüzyılda Doğuya giden papaz Ricoldo de Monte Croce Kuran’ın Çürütülmesi diye bir yapıt kaleme aldı. Ona göre İslamiyet sahte bir dindir (Kula II, 48). Luther, Ricoldo’nun adı geçen yapıtını Latinceden Almancaya çevirmiştir. Luther’e göre, Muhammed’in kitabına, Kuran'a inananlara insan bile denemez (s. 63).

Daha önce andığım Blount’a göre Türk hukuku, sahte bir dine dayalı olduğu için toptan kötüydü (Tomkinson, 212). Aynı kişiye göre, Kuran’ın çevrilmesi yasaktı, sahteliği, kirliliği ortaya çıkmasın diye (s. 215). Kuran’ın Fransızcaya yapılan bir çevirisinde hırsız Arapların hırsızlık ve şehvet düşkünlüklerine dost olduğu için ve öldürme ve talanlarını ödüllendirdiği için Kuran’ı kabul ettikleri ileri sürülüyordu (s. 218).

Belçikalı De Ley, incelemesinde önce Alman tarihçi Mommsen’in (1817- 1903) İslamiyet’i, Helenizm’in kasabı diye nitelediğine dikkat çekiyor.20 Daha önce, Niebuhr (1776-1831) İslamiyet’e karşı bir Avrupa savaşı istemişti. Ernest Renan (1823-92) da Avrupa’da Yahudiliğin ve İslamiyet’in ortadan kaldırılmasından yana olduğunu açıklamıştı (s. 56). Günümüzde Avrupa ırkçılığının hedeflerinden biri İslam dininden çok Müslümanlardır (s. 59).21

Almanya’da Hıristiyan Demokratların 1997’de yaptıkları bir toplantıda alınan karara göre, Müslüman bir ülke olarak Türkiye’nin, Hıristiyan değerleri üzerinde kurulmuş olan Avrupa’nın yeni uygarlığında yeri olamazdı. Daha sonra, din ayrımcılığıdır diye utanmışlar ve bu demeçten vazgeçmişler (Brewin, 97). Öte yandan, Almanya’da yabancılara ve özellikle Türklere karşı gelişen tepkide onların Müslüman oluşları en önemli paya sahipmiş.22

Batı’nın Anadolu ve Rumeli’ye Bakışı

Batı’nın Türklere ve Türkiye’ye bakışının önemli bir öğesi de Türkiye'nin Anadolu ve Rumeli'ye yerleşmiş olmasıdır. Anadolu ve Rumeli eskiden Osmanlı Devletiydi, şimdi de Türkiye’dir ama Batı bu toprakların Türklerden önceki durumunu unutmuş değildir. Çünkü Anadolu ve Rumeli bir zamanlar eski Yunan ya da Helenistik Çağ devletlerinin topraklarıydı. Eski Yunan ve uzantıları Batı demektir. Örneğin Platon, Aristoteles, Sofokles, Euripides, Tukidides gibi adlar onların çok yakından benimsedikleri, felsefe-yazın-tarih insanlarıdır. Aynı şeyi Roma İmparatorluğu için söyleyebiliriz. Eski Yunan, Batı düşün ve yazın hayatının nasıl başlangıcı sayılıyorsa, Batı hukuku Roma’dan, Batı dillerinin birçoğu Latinceden çıkmadır ve Yeni Çağa kadar Batının bilim dili Latinceydi. Yani, Anadolu ve Rumeli aynı zamanda eski Roma topraklarıydı.

Üçüncü olarak, Anadolu ve Rumeli, Hıristiyanlığın serpildiği, gelişip yayıldığı ilk alanlar arasındadır. Uzun yüzyıllar, Roma ve Bizans zamanlarında Hıristiyan toprağı olmuşlardır. Rumeli’de oturan Rumlar, Bulgarlar, Sırplar, vb. Türkler gelmeden önce orada yaşayan Hıristiyanlardı. Anadolu da Hıristiyan Rum ve Ermenilerin yaşadığı bir bölgeydi. Dolayısıyla, Batılılar Hıristiyan olarak bu bölgelerle yakından ilgilenmişlerdir.

Görülüyor ki Batılıların Anadolu ve Rumeli’yle ilgilenmeleri, belki benimsemeleri için üç ayrı neden var. Bunun için Antalya müzesini gezen bir Alman ya da Amerikalının, gördüklerini garipsemesi değil, tersine, benimsemesi söz konusudur. Oysa Hindistan’da, Çin’de bir müzeyi dolaşırken aynı kişilerin çok başka bir psikolojide olmaları beklenebilir.

Nitekim Papa Calixtus III 1455’te bir Haçlı seferi çağrısı yapıp İstanbul’u geri almak için gerekirse hayatını feda edeceğine and içiyordu (Schwoebel, 37). Günümüzde, 2000 yılında, Yunan Başpiskoposu Hristodoulos Paraskevaides’in Türkleri “Doğulu barbarlar” diye nitelediğini ve “Constantinopolis” için bir özgürlük çağrısında bulunduğunu öğreniyoruz (Dellal, 17). Sir Francis, Bacon (1561-1626) da tiranlık olarak tanımladığı Türk sisteminin haklı bir savaşla kaldırılması gerektiğini söylüyordu.23 Soykut’un işaret ettiği gibi, Türkleri geldikleri yere geri göndermek yaygın bir düşünceydi (s. 81, Gürol, 49, 143). Mario Biondi’nin 1982’de çıkan Hilal'in Gökyüzü romanında şöyle deniyormuş: “Doğu Sorunu bitmemiştir: Hıristiyanlar akıllı davranırlarsa 1453’teki felaket, bu kez Türklerin başına gelebilir.” (Gürol, 166).

Avrupa’nın öznel bakışında Türkler ve Müslümanlar konusunda öteden beri benimsemiş oldukları yaklaşımın Türkiye’nin AB üyeliğini daha da olanaksız hale getirdiği görülüyor. Türkiye zaman içinde iktisadi ve kültürel-eğitsel geriliklerini giderebilir. Ama misyonerler ne denli uğraşırsa uğraşsın Türklerin önemli bir bölümünün Hıristiyan olabileceğini düşünmek kolay değildir. Bu, önemli bir benzemezlik olarak devam edeceğe benzer. Öte yandan, öznel etkenlerden olan Türklere ve Müslümanlara bakışın da görünür bir gelecekte değişebileceğini düşünmek zordur. Yüzyıllardır Avrupalıların zihinlerinde çakılmış stereotipler, klişeler kolay kolay silinmez.

Üçüncü öznel etken olan Anadolu ve Rumeli’ye bakışa gelince. Gördüğümüz gibi buralarını Batı çok istemektedir, Demek ki, Batı, Anadolu ve Rumeli’yi istiyor ama orada oturan Türkleri istemiyor. Rumeli Türk ve Müslümanlarına 18. yüzyıldan beri yapılan muamele bunun canlı kanıtıdır. Macaristan, Romanya, Yunanistan, Sırbistan, Hırvatistan, Bulgaristan, Slovenya’da ne kadar Türk kalmıştır, ne kadar cami kalmıştır? Örneğin Budapeşte, Atina’da hiç cami bırakılmadığını, Belgrat’ta 70 camiden bir cami kaldığını, geçenlerde onun da yakıldığını biliyorum. Türkler Rumeli’de etnik temizliğe uğratıldılar.

Bugün Avrupa I. Dünya Savaşında Ermenilere yapılanları parmağına dolamış durumdadır. Oysa Türkler, öbür Müslümanlar gibi, genellikle başka etnisiteden, başka dinden olanlarla birlikte yaşamasını bilmiştir. Tarih ve olgular bunun kanıtıdır. Buna karşılık Avrupalıların ve ABD’nin sicili bozuktur. Şimdilerde başkalarıyla birlikte yaşamayı öğrenmeye çalışıyorlar. Başarıp başaramayacaklarını zaman gösterecek.

İspanya’da Araplar 800 yıl kaldılar ve Hıristiyan ve Yahudilerle birlikte yaşadılar. Sicilya’da aynı biçimde 200 yıl kaldılar. Hıristiyan Avrupalılar bu iki ülkeye egemen olunca ne bir Arap köyü, ne bir Arap mahallesi, ne bir cami kalmıştır. Mutlak denebilecek etnik {aynı zamanda dinsel) bir temizlik olmuştur. Oysa bildiğim kadarıyla, bütün bir tarih boyunca, bütün İslam dünyasında Müslüman olmayanların da köyleri, mahalleleri, tapınakları vardır. Müslümanlar Müslüman olmayanlarla birlikte yaşamasını bilmektedirler. Ne yazık ki Avrupa’nın böyle bir yeteneği pek yok. Sonunda II. Dünya Savaşında ‘laboratuvar koşullarında’ altı milyon Yahudi’yi ve sayısını bilmediğim Çingeneyi yok ettiler. ABD yerlilerinin nasıl yok edildiklerini ve kalanların hayvanat bahçesi gibi bölgelere kapatıldıklarını da biliyoruz.

Türkler uğradıkları felaketlere karşın bir türlü yapılan muamelenin dehşetini, kararlılığını, uzun zaman tam kavrayamadılar. Rumeli’den kanlı bir biçimde tasfiye edilme sürecini yaşarken, belki de sürecin zamana yayılmış olması, yavaş yavaş ilerlemesinden dolayı ilk başlarda pek uyanamadılar. 93 Harbinin, sonra da Balkan Savaşının fecaatiyle uyandılar. Yine de sanıyorum ki Anadolu’ya sığınabilecekleri avuntusu içindeydiler. Sevr Antlaşması bunun olamayacağını gösterdi. Türkler Rumeli’den sonra Anadolu’dan da kovulacaklardı. Rum çoğunluğunun bulunmadığı Doğu Trakya ve İzmir-Manisa-Ayvalık bölgesinin Yunanistan’a, tehcirden önce dahi Ermenilerin pek az oldukları Kuzeydoğu Anadolu’nun Ermenistan’a verilmesi, Avrupalıların oradaki Türk çoğunluğunu ‘görmezden’ geldiklerini gösteriyordu. Siyonistlerin Filistin’deki Arapları ‘görmezden’ geldikleri gibi... Açıklamasalar da, gerekçeleri “tarihsel hak” anlayışıydı. 1000 yıl önce Anadolu’da Türkler yoktu. 2000 yıl önce Filistin’de Araplar yoktu. Dolayısıyla Türkler ve Araplar buraların “asli” sahibi değillerdi. Onların kafası işte böyle işliyor.

Sevr Antlaşmasının açıktan işaret ettiği bölgesel etnik temizlik süreci ancak bir başlangıç olacaktı. Osmanlı Devletinin dişleri söküleceği, Antlaşmanın askeri ve mali hükümleriyle kurbanlık bir koyun durumuna düşürüleceği için, Sevr sürecinin çok kısa zamanda Türklerin bütün Anadolu’dan silinmesiyle sonuçlanacağı açıktı.

Demek ki ortada zor bir durum var. Nesnel etkenler dolayısıyla Türkiye ile Avrupa arasında mutlak bir benzemezlik vardır. Öznel etkenler ise çelişik durumdadır. Türklerden hiç hoşlanmıyorlar (hatta çok kez düpedüz nefret ediyorlar) ama ülkelerini (Anadolu ve Rumeli’yi) elde etmeyi çok istiyorlar. Bu çelişik durumu çözmenin iki yolu var. Ya Anadolu ve Doğu Trakya’da etnik temizlik yapmak ya da Türkleri Hıristiyanlaştırmak, daha da iyisi Rumlaştırıp Ermenileştirmek... Türklere etnik temizlik uygulamak için savaşmak gerek. Bu da kolay değil. Ama AB’ye alacağız diyerek Türkiye’yi parçalamak, halkı da Hıristiyanlaştırmak daha kolay. Bu arada Türkiye’ye Rumlar, Ermeniler ve tabii Avrupalıları yerleştirmek de başvurulacak yollardan biri gibi gözüküyor. Onlarda çok olan paranın gücüyle ve Türkiye’yi AB’ye alacağız iğvasiyle mesafe almak için sabırlı, bilinçli bir kararlılıkla çalışıyorlar.

* Prof. Dr. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, emekli öğretim üyesi ve Atatürkçü Düşünce Derneği’nin Bilim Danışma Kurulu üyesi.



1 “Yüz Yıl Boyunca Bir Fransız Dergisinde Türk İmgesi", Atatürkçü Partiyi Kurmanın Sırası Geldi içinde., İmaj, Ankara, 2002.

2 Burçoğlu, Türk imgesindeki dalgalanmalara karşın, asıl imgenin Avrupalıların zihinlerinde hep var olduğunu belirtiyor. Nedret Kuran-Burçoğlu, "A Glimpse at Various Stages of the Evolution of the Image of the Turk in Europe". Mustafa Soykut, ed., Historical Image of the Turk in Europe içinde., Isis, Istanbul, 2003, s. 36.

3 Ümit Gürol, İtalyan Edebiyatında Türkler, İmge, Ankara, 1987, s. 9 -15, 198.

4 Robert Schwoebel, The Shddow of the Crescent, B De Graaf, Nieuwkoop, 1967.

5 Buna karşılık, Osmanlı'nın öteden beri Avrupa diplomasisiyle bütünleşmiş olduğu görüşü için bkz. A. Nuri Yurdusev, Ottoman Diplomacy, Palgrave Macmillan, Basingstoke, 2004.

6 Mustafa Soykut, "The Turk as the 'Great Enemy of European Civilisation' and the Changing Image in the Aftermath of the Second Siege of Vienna", Soykut, age, s. 50. 17. yüzyılda Marchesi de bir saldırı savaşı istiyordu (75). Bessarion eski Yunan ve Roma’yı uygarlık ve Hıristiyanlık'la, eski Yunan'ın hasmı olan Persleri de Türkler’le ilk özdeşleştirenlerden biriydi (s. 52).

7 Onur Bilge Kula, Alman Kültüründe Türk İmgesi, c. II., Gündoğan, Ankara 199.3, s. 72.

8 V.J. Parry, Richard Knolles History of the Turks,ed. Salih Özbaran (İst.,Tarih Vakfı, 2003)

9 Fiona Tomkinson, "Images of the Turk in Seventeeth Century England", Soykut, age, s. 221.

10 Johan Soenen, "The Images of Turkish Literature in Flanders", Nedret Kuran Burçoğlu. ed. The Image of the Turk in Europe from the Declaration of the Republic in 1923 to the J 990s içinde., Isis, İstanbul, 2000, s. 38-9.

11 Ş. Tahir-E. Türker, "The Man from East-West", Burçoğlu, age, s. 70.

12 Christopher Brewin, “The Image of the Turk in Europe", Burçoğlu, age, s. 94.

13 Soykut, age, s. 105.

14 Roumen Yanovski, "The Image of the Turks in the Bulgarian Press", Burçoğlu, age, s. 315.

15 Nevide Akpınar Dellal, Alman Kültür Tarihi’nden Seçme Tarihi ve Yazınsal Ürünlerde Türler Kültür Bakanlığı, Ankara 2002, s. 24-5.

16 Herkül Milas, Türk Romanı ve “Öteki" Sabancı Ü., İstanbul 2000.

17 Yurdusev, Osmanlı’nın Roma İmparatorluğu ve Çin gibi bir "İmparatorluk sistemi" olduğunu, dünya egemenliği (cihan imparatorluğu) iddiaları taşıdığını yazıyor, (s. 17 v.d.) Acaba cihan imparatorluklarının "öteki”ye gereksinimi olmaması mı söz konusudur?

18 Örneğin, S. Akşin, Türkiye Tarihi, c. 5., Cem Yayınları, İstanbul.

19 Soykut, age s.45-6.

20 Herman De Ley, "Imagining the Muslims in Belgium", Burçoğlu, age, s. 56.

21 İslam ülkelerinde Htristiyan misyonerlerin sayısı 1982’den sonra yaklaşık iki kat artmış: 15000’den 27000’e. Bunlardan üçte biri Protestan, yarısı Amerikalı’ymış. Yaklaşımları sözü edilen ırkçıların tersineymiş. Müslümanlar’ı seviyorlarmış fakat dinlerini "çok kötü ve habis" buluyorlarmış. David van Biema, Time, 4 Ağustos 2003.

22 Hanne Straube, "Images of Turkish Migrant Workers", Burçoğlu, age, s.146. Romanya’da ders kitaplarının bir bölümü Osmanlı'ya karşı savaşımın yalnız Romanya değil, bütün Hıris¬tiyanlığın adına yapıldığım, çünkü Osınanlıların Hıristiyanlık düşmanı olduklarını belirtiyor- muş. Mirela-Luminita Murgescu, "The Turk in Romanian History Text Books", Burçoğlu, age, s. 274-5.

23 Süheyla Artemel, "The View of the Turks from the Perspective of the Humanists in Renaissance England", Soykut, age, s. 170.

Yüklə 38,14 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə