Selçuklu ve osmanli anadolu’sunda


Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Döneminde Ahiler



Yüklə 240,5 Kb.
səhifə2/4
tarix07.08.2018
ölçüsü240,5 Kb.
#60975
1   2   3   4

Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Döneminde Ahiler

Osmanlı tarih yazımının ilk örneklerinden olan Derviş Ahmed eserinde kuruluşta etkili olan dört grup arasında Ahiyan-ı Rum diye anılan Anadolu Ahileri de saymaktadır. Bunun dışında kalan ve Bacıyan-ı Rum, Gaziyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum olarak belirlenen gruplar aynı kaynakta anılan diğer unsurlardır.63 Moğol darbesi sonrasında Anadolu’nun batısında oluşan uc toplumu renkli bir kültürel ve toplumsal yapı ortaya koymaktaydı. İnalcık’ın deyişiyle; “uc hayatı büyük tehlikelerle dolu olup şahsi teşebbüsü istiyordu. Zira serhaddin öte tarafında aynı ruhla hareket eden Hıristiyan serhad teşkilatı, batı ucunda Bizanslı akritai vardı. Etnik bakımdan uc cemiyeti çok karışıktı. Buraya hareket kabiliyeti büyük göçebelerle merkezden kaçan siyasi muhalifler, rafıziler, maceracûlar, kaçıp sığınmışlardı. Hinterlandda hakim muhafazakar yüksek medeniyet şekilleri (teoloji, saray edebiyatı, şer’i hukuk) karşısında ucda mistik ve eklektik henüz kalıplaşmamış bir hak kültürü (rafızi tarikatlar, mistik ve epik bir edebiyat, örfi ve milli hukuk) hakimdi. Hayat görüşü tamamıyla şövalereks ve romantikti.”64 Uc toplumunda en önemli sorun güvenliği sağlayabilmenin yanı sıra toplumsal ve ekonomik yaşamı düzene sokabilmekti. Ahi birlikleri bu noktada gazi ve abdal toplulukları gibi toplumsal dokunun onarılması işlevini üstlenmişti.

Selçuklulardan kalma ananeyi devam ettiren Ahiler boş alanlara yerleşerek zaviyeler kurmuşlardır. Ertuğrul Gazi’nin arkadaşları arasında Fütüvvet ehlinden Gazi Abdurrahman, Akça Koca, Konur Alp, Turgut Alp, Hasan Alp, Ak Timur, Kara Mürsel, Samsa Çavuş gibi isimlerin bulunması bey ailesiyle Ahilerin yakın ilişkilerini ortaya koymaktadır.65 Ertuğrul Gazi’nin 1281’de ölümü üzerine yirmi üç yaşında beyliğin başına geçen Osman Gazi’nin Ahi reislerinden olup Eskişehir’in itburnu mevkiinde tekkesi bulunan Şeyh Edebali’nin kızı Mal Hatun’a talip olması, akrabalık bağıyla bunların gücünden yararlanma niyetinde olduğunu göstermektedir.66 Geleneğin aktardığı biçimiyle Edebali’nin Osman Gazi’den bir meslek öğrenmesini istemesi üzerine Osman’ın kösele yapmayı öğrenerek Fütüvvete girmesi ilişkiyi geliştirmiştir.67 Özellikle Ahi şeyhleri daima saygı görerek, siyasi konularda görüşlerine başvurulmuş, fetihler sırasında kırsal kesimde bulunan Ahilerin desteği alınmıştır.68 Aşıkpaşazade’ye göre Osman Gazi’nin ölümü üzerine Orhan Gazi’yi beyliğe getirenlerin başında Edebali’nin kardeşi Ahi Şemseddin’in oğlu Ahi Hasan bulunmaktaydı.69 Aynı şekilde Bursa’nın fethi sırasında Orhan Gazi’ye destek olan Ahi Hasan adına bu kentte bir mescit ve zaviye yaptırılması dikkat çekicidir. Saltanat iddiasıyla ortaya çıkan Düzmece Mustafa’yı saf dışı bırakan Ahi Yakup ve Ahi Kadim Ahilerin onayıyla I. Murat’ı hükümdarlığa getirmişlerdir. Ahilerin elinden şed ve kılıç kuşanan Murat bir yoruma göre Ahi liderliğini de üstlenmişti. Sultanın Ahi Musa’ya verdiği 1366 tarihli icazetnamede yer alan “...Ahilerimden kuşandığım kuşağı Ahi Musa’ya kendi ellerimle kuşadup Malkara’da Ahi diktim...”70 ifadesi bunu göstermekteydi.

Osmanlı padişahları Selçuklulardan kalma haklarını “ayende ve revendeye” hizmet etmek karşılığında Ahilere vermişlerdi. Ayrıca Ahilerin fethettikleri yerlere yerleşmelerine olumlu yaklaşılmaktaydı. Örneğin, Ahi Mahmut Aydın taraflarında İsa Bey nişanıyla bir takım araziye mülkiyet üzere tasarruf etmekteydi. Saruhan’da Ahi Aslan, Ahi Farkun, Ahi Şaban, Ahi Çarpık, Ahi Yahşi, Ahi Yunus, Kandırmış Şeyh, Duruca Baba, Nusrat Şey, Saru İsa, Kutlu Bey zaviyeleriyle, Menteşe’de Ahi Yusuf, Ahi Feke, Ahi Debbağ, Ahi Ümmet, Ahi İsmail zaviyelerin varlığı bu savı destekler niteliktedir.71 Kuruluş döneminde yönetimin Ahilere desteğini göstermesi açısından Gelibolu ve Rumeli’deki uygulamalar önemlidir. 1368 yılında Gelibolu’da Ahi Musa ve ailesine verilen imtiyazlardan başka Malkara’da bir başhaneyle dükkan ve değirmenlerin bulunuşu izlenen politikanın işaretidir. I. Bayezid’in Dimetoka’da bir zaviye yaptırarak şehir içinde inşa ettirdiği bir başhanenin gelirini zaviyeye vakfettiği bilinmektedir. Yenice Zağra’da Kılıç Baba zaviyesi, Çirmen’de Musa Baba zaviyesi bu döneme ait olup, yalnız Paşa livasında çoğunluğu bu şekilde kurulmuş bulunan 67 zaviye mevcuttu.72

Ahilerin erken dönem Osmanlı tarihi içindeki fonksiyonlarını toplumsal yardım müessesesi olarak şehir ve kasabalarda faaliyetleri, emniyet ve asayişi bazı bölgelerde mahalli idareyi sağlama meselesi, iktisadi işleri düzenleme işi ve nihayet çeşitli sanat ve hirfetlerle mesuliyet olmak üzere dört başlık altında değerlendirmek mümkündür.73 Fütüvvetnamelerde sıkça rastlanan cömertlik ve yoksullarla paylaşma öğüdü Ahiliğin toplumsal dayanışma yönüne işaret etmektedir. Özellikle Rumeli gibi yeni yerleşim alanlarında kolonizasyon faaliyetlerinde Ahi zaviyeleri önemli pay sahibi olmuştur. Toplumsal dayanışmaya yönelik çalışmaların yanında Ahileri bulundukları bölgede ayrıcalıklı kılan bir diğer vasıf merkezi otoritenin zayıfladığı dönemlerde şehirlerde emniyet ve asayişi sağlayıcı bir örgüt olmalarıydı. Daha çok Ayyaran, Zanatıra, Fityan veya Fütüvvetdaran Runud isimleriyle anılan bu topluluklar toplumsal ve ekonomik bunalım dönemlerinde Anadolu köy ve kasabalarında mahalli teşkilatlar olarak asayişi sağlamışlardı. Ahilerin diğer toplumsal gruplara göre bu görevi üstlenmiş olmaları boşuna değildi. Her şeyden önce şehirlerde yaşayan cemaatler arasında bu konuda en elverişli koşullara sahip olanlar Ahilerdi. Zira ortak bir yaşam alanı oluşturan Ahilerin herhangi bir gelişme karşısında derhal örgütlenerek savunma oluşturmaları sorun olmuyordu. Sahip oldukları silahların yanı sıra mal ve servetleri diğer gruplara göre belli şeflerin etrafında toplanmış Ahi birliklerinin yaşadıkları şehir ve kasabalarda asayişi teminlerinde etkili oluyordu. Örneğin Battuta’nın yazdıkları Ortaçağ’ın Yakındoğu toplumlarında şehir hayatındaki mahalli inzibat ve otoritenin ne şekilde kurulmuş olduğu hakkında ayrıntılı bilgiler sunmaktadır. Kayseri’deki Ahi Emir Ali’den söz ederken “Bu biladın âdâtınca bir mahâlde Sultan bulunmadığı takdirde, hakimi Ahi olup ayendegâna at ve libas igta ve kaderine göre ihsan eder. Emir-üs nehi ve rükûbi ayniyle müluke müşabihtir...” demesi 14. yüzyılda Anadolu’daki duruma dikkat çekmektedir.74

Erken Osmanlı kroniklerinde görülen Ahilerin yerleşimiyle ilgili bilgilere vakıf belgelerinde de rastlanmaktadır. Aktepe’nin tespitleri yalnızca Anadolu’da değil Rumeli’deki bölgelerde de Ahilerin yerleştiğini ve sosyo-ekonomik yaşamı canlandırdıkları anlaşılmaktadır. Fatih dönemine ait Gelibolu sancağı tahrir defterinde kayıtlı “vakıf, merhum Süleyman Paşa zamanında Hacı İzzettin Hüdavendigâr başı sadakası Kavak Ahi’sine ümit viranını...vakfetmiş ve mezkur Kavak Ahi’si....” kaydıyla 922 tarihli Biga evkaf defterindeki “Nefs-i Ezine bazarı ki merhum Süleyman Paşa Ahi Yunus’a vakfetmiş....zikrolan şehrin sahibi mezbur Ahi Yunus’un şehirde olan zaviyesine sarf olunur...” ifadesi Rumeli’deki en küçük kasabalara kadar Ahilerin teşkilatlandıklarını göstermektedir. Rumeli’de herhangi bir yerde bir ya da birkaç Ahi zaviyesinin açılması o bölgenin organizasyonunda, toplumsal ve idari sorunlarında, mahalli asayiş ve güvenliğin sağlanmasında ilk adım atılması anlamına geliyordu. Bu durum elbette beylik geleneklerinin evrimi ve imparatorluğa dönüşüm sürecine değin sürecektir. Çelebi Mehmet ve II. Murat dönemlerinde de Ahilerin idari konulardaki müdahalelerine rastlanıyor olması onların güçlerini 15. yüzyılın ilk yarısına kadar koruduklarına işarettir. Örneğin Tokat Ahilerinden Ahi Bayezid’in oğlu Hacı İvaz Paşa’nın Ankara Savaşı’ndan sonra Bursa şehrinin subaşısı olması, Karamanoğlu Mehmet Bey’e karşı Bursa kalesini bir aydan fazla müdafaa etmesi, diğer taraftan II. Murat’ın cülusu sırasında, teamül gereği katlinden endişe eden Hamideli sancak bey Mustafa’nın Karamanoğlu Mehmet Bey’in yanına sığınması ve onun desteğiyle saltanat davası güderek Bursa’yı kuşatması üzerine Bursalıların Sultan Murat’a biat ettiklerinden ondan geri dönemeyeceklerini şayet ısrar ederlerse şehri savunmaya hazır olduklarını bildirmek üzere Ahi Yakup ile Ahi Hoşkadem’i elçi olarak göndermeleri ve bu isimlerin Bursa’nın tahrip edilmesini önlemede başarılı olmaları 15. yüzyıl ortalarında dahi Ahilerin nüfus sahibi şahsiyetler olduğunu ve şehirlerin idaresinde rolleri olduğunu gözler önüne sermektedir.75

Ahilerin kuruluş sürecinde Osmanlı toplumu içinde önemli bir yer tuttukları yönetici sınıfla kurdukları ilişkiden anlaşılmaktadır. Bu topluluk Osman ve Orhan dönemlerinde hanedanla yakın ilişkiler kurmuşlardır. İçlerinden seferlere katılanlar olduğu gibi vezirlik yapanlar da bulunmuştur. Edebali’nin kardeşi Ahi Şemseddin ve Orhan Bey’in Bursa seferinde yanında götürdüğü oğlu bu kişinin oğlu Ahi Hasan, nihayet ilk vezirler arasında bulunan Alaeddin Paşa, Şeyh Edebali’nin Ahi Mahmut namındaki oğlundan olan torunu Nizameddin Ahmet Paşa, Sinaneddin Yusuf Paşa, Cendereli Halil Hayreddin Paşa ve sonraki devirlerde Hacı İvaz Paşa gibi 15. yüzyıl başına kadar yetişmiş bulunan birçok vezirin Ahi geleneğinden olması güçlerini ortaya koymaktadır.76 Bu durumdan hareket eden Friedrich Giese gibi Osmanistler Osmanlı hükümdarlarının iktidarlarının temellerini Ahi teşkilatıyla attıkları sonucuna ulaşmışlardır. Giese, ilk dönem kronikler üzerinde yaptığı değerli araştırmasında Edebali hakkındaki “O bir derviş idi, fakat dervişlik batınında idi, sahib-i çerağdı; daim misafirhanesi hali olmazdı” şeklindeki ifadelerden yola çıkarak Osman’ın çevresinin büyük ölçüde Ahilerden oluştuğunu ileri sürmüştür. Yine ilk dönem kaynaklarında Osman’ın hükümdarlığına dair anlatılanlar arasında çevresinde “çevik genç adamların” toplandığı ve onunla birlikte seferlere çıktıkları yolundaki kayıtlara rastlanması bu genç çevik adamların fityan oldukları sonucuna ulaşmasını sağlamıştır. Gerçekten de seferlerde Osman’ın yanında olanlara “yoldaş” denilmesi Ahilik teşkilatı üyelerinin birbirlerine “yol gardaşı” hitabını andırmaktadır. Benzer şekilde yeniçerilerin başlarına taktıkları serpuşun Ahilerin kullandığı beyaz başlığı andırması Osmanlı ordusunun temelini atmış oldukları ihtimalini gündeme getirmektedir. Buradan yola çıkan Giese, genel kabulün aksine yeniçerilerle Bektaşiler arasında değil, Ahiler arasında organik bir bağ kurulabileceğini iddia etmektedir.77

Elbette Giese’nin görüşleri tartışmaya açıktır. Her şeyden önce ilk dönem kaynakları birçok bilgiyi aktarırken birçok konuda da sessiz kalmaktadır. Kuruluşa dair bilgiler içeren kaynakların önemli bölümü 15. yüzyıla ait olup bir takım ideolojik yaklaşımların da etkisiyle kaleme alınmışlardır. Aşıkpaşazade’nin eseri başta olmak üzere hepsinin eleştirel gözle ve diğer kaynaklarla karşılaştırılarak ele alınması gerekmektedir.78 Bununla birlikte söz konusu endişe saklı kalmak kaydıyla ilk dönem tevarihlerin neredeyse bütününde 14. yüzyıl Anadolu’sunun kültürel ve toplumsal unsurları arasında tıpkı Gaziler ve Abdallar gibi Ahilerin de etkinliği öne çıkmaktadır.79 Jennings’in ifadesiyle 14. yüzyıl hükümdarlarının her biri, büyük olasılıkla zamanın sosyal, ekonomik ve dini ortamında oldukça merkezi bir yer tutan ve Anadolu’da devletlerin sınırlarına bakmaksızın kasabalarda hakim olan Ahi topluluklarıyla yakından ilişkiliydi. Dini olarak çoğulcu bir topluma karşı yükümlü olan Ahiler toplumsal yaşamda hem hukuk ve düzen hem de dayanışma için gerekli bir güçtü. Bütün davranışlarını etkileyen hizmet ve kardeşlik ideallerine sahiptiler. Toplumsal etkinlikleri bu iki amaca yönelik olan Ahilerin desteğini almak konusunda hiç şüphe yok ki Osmanlı sultanları talihliydiler.80

Kuruluş devrinde anlatıldığı şekilde gelişen Ahilik 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren güç ve nüfuzunu kaybetmeye başladı. Özellikle İstanbul’un alınışıyla ileri bir aşamaya ulaşan merkezileşme çabalarına uygun olarak Ahi birlikleri siyasi güçlerini yitirerek esnaf birlikleri durumuna geldiler. Aslında bu gelişim süreci Batıdaki benzerlerinin akıbetiyle paralellikler taşıyordu. Merkezi krallıkların güçlenmesiyle Batıda da söz konusu birlikler hükümetin kontrolüne girmiş, kapitalizmin gelişmesi sonucunda ise bazıları tasfiye olup, bazıları zanaat odaları biçiminde hükmi şahsiyet kazanmışlardı.81 Osmanlı deneyiminde yaşanan dönüşümde II. Mehmet’in imparatorluk anlayışını yaşama geçirirken izlediği siyasetin büyük etkisi oldu. Patrimonyal devlet anlayışı iktidar üzerinde baskı gücü olan tüm odakları safdışı bıraktı. Bu gerçek yalnızca Ahiler için değil, devlet yönetimi içinde baştan beri etkin rol üstlenen Türkmen gruplar açısından da geçerliydi. Nitekim vezir-i azam Çandarlı Halil Paşa’nın idamının arkasında yatan sebep Bizanslı Tarihçi Kritovoulus’un ihanet iddiasının aksine Sultanın iktidara tek başına sahip olma isteğiydi. Siyasi iktidar çevresinden uzaklaştırılan Ahi örgütü özellikle 16. yüzyılla birlikte esnaf korporasyonları duruma dönüştü.82



Ahiliğin siyasi gücünü yitirmesinde merkezi-bürokratik devletin güçlenmesinin yanında başka gelişmeler de etkili olmuştu. Medresenin kuvvetlenmesi ve Sünni ideolojisin devletin meşruiyet örgüsü içinde gücünü artırması sonucu Ahilik devletten kopmuş ve II. Mehmet sonrasında Şii unsurların etkisiyle karşı karşıya kalmıştır. Özellikle bazı grupların Osmanlı Safevi mücadelesinde heteredoks Türkmenler gibi İran yanlısı tavır almaları Türkmenler gibi Ahilerin de devletin takibine uğramasına neden olmuştur. Bu durumdan Bektaşilik ve lonca teşkilatlarında gizlenerek korunabilmişlerdir. Söz konusu mücadelede ulema da taraf olarak Fütüvvet geleneğine karşı eserler kaleme almışlardır. Bunlardan birinde, Belgratlı Münîrî’nin (ö. 1627) Nisabu’l-İntisâb ve Âdâbu’l-İktisâb adlı eserinde Fütüvvet ehlinin inançlarına, Safevi Devleti’ne ve Şii geleneklerine bağlılıklarına değinilmiştir. Kitabında Kalenderiyye, Hurufiyye, Hamzaviyye ve Melamiyye gibi tasavvuf ekollerini sapık olarak değerlendiren Münîrî, Fütüvvetnamelerde görülen şedd bağlama, tıraş, tuğ ve alem verme gibi unsurların uydurma ve biat olduğunu ileri sürmüştür. Devletin takibatı sonucu esnaf teşkilatı kontrol altına alınmış, Ahi babalarının esnaf şeyhlerinin şeyhlikleri devletçe onaylanması şartı getirilmiştir.83

  1. Merkezi Devletin Lonca Sistemi ve Dayandığı Gelenek Olarak Ahilik

Tarihi gelişim çizgisinin ortaya koyduğu üzere Ahilik başlangıçta bir esnaf kuruluşu olarak ortaya çıkmamıştı.84 Aksine 9. ve 10. yüzyıllarda Horasan’da yaşayan Hafs-i Haddad (ö.883) ve Hamdun-i Kassar (ö.884) gibi ilk Melameti Fütüvvetçileri esnaf tabakasından oldukları için Ahilik bu gelenek üzerinde gelişmişti.85 Fütüvvete dayalı Melametilik sayesinde bâtınî hallerini gizleme ve halkın teveccühünden uzak olma amacıyla herhangi bir özellik göstermeyen kimseler doğrudan iş hayatının içinde yer almışlardı.86 Üretim Ahiler için başlangıçta ticari gayelerden çok ihtiyaçları karşılamak üzere yapılan bir uğraştı. Letaif-i Hikmet adlı öğüt kitabında Ahi Evren söz konusu gerçeğe şu şekilde dikkat çekiyordu: “Tanrı insanları yemek, içmek, evlenmek, mesken edinmek gibi çok şeylere muhtaç olarak yaratmıştır. Hiç kimse tek başına bu ihtiyaçları karşılayamaz. Durum böyle olunca demircilik, marangozluk gibi çeşitli meslekleri yürütmek için çok insan gerekli olduğu gibi demircilik, marangozluk ve diğer bütün meslekler ve sanatlarda bir takım alet ve edevatla yapılabileceği için bu alet ve edevatı tedarik için de ayrıca çok sayıda insana ihtiyaç vardır. Bu bakımdan insan için gerekli olan bütün sanat kollarının yaşatılması ve bu işe yeterli miktarda insan yönlendirmek lüzumludur.”87 Benzer şekilde Fütüvvetnamelerde sanat ve hirfet konusunda öğütlerde bulunulmaktadır: “Ahi’ye ve Şeyh’e gerektir ki helal kesp kazana, elbette ve elbette Ahi’ye ve Şeyh’e gerektir ki bir sanatla meşgul ola. Eğer sanatı yoksa ona Fütüvvet değmez. Zira Fütüvvet ona helaldir kim helalden kesb kazana ol sanatları olmayan bestelere yedire ve dahi sual olunsa ki ol kişiler ki ehl-i tarik ve ehl-i Fütüvvet ideler, bir sanatları var mı idi yok mu idi...” şeklindeki ifadelere sıkça rastlanması Ahilik geleneğinin esnaf ahlak ve adabına dair ilkeleri erken devirlerden itibaren içinde barındırdığı göstermektedir.88 Nitekim Batılı araştırmacılar arasında Ahiliği İslam şövalyeliği olarak nitelendirenlerin yanında bunun ekonomik bir örgütlenme olduğuna kesin gözüyle yaklaşanlar vardır. Hatta bunlardan W. M. Ramsay gibi bazıları Ahilikle Xenoi Tekmoreioi arasında bağlantılar kurmaktadır. Her iki örgütlenme de özgün dinsel bağlara ve cemaat bütçesine sahip olup, konukseverliği önde gelen görevlerinden biri olarak benimsemişlerdir.89 Ancak belirtmek gerekir ki Bizans loncaları hükümetin yakın denetiminde olup ilk dönem Ahilik örgütlenmesinden farklı bir yapı ortaya koymaktaydılar.

Necm-i Zer-Kûb Fütüvvetnamesinde Fütüvvet ehli üç sınıfa ayrılmıştır. Birincisi asker olmayıp doğruluk, sebat ve vefa dolayısıyla Fütüvvete katılmış olan kimselerden oluşan Kavli, ikincisi nefisleriyle ve kafirlerle savaşan Seyfi ve üçüncüsü ise Şürbi’dir.90 Tüm bu kollar titiz bir hiyerarşik düzen içinde örgütlenmişlerdir. İlk dönemlerde Ahi esnaf teşkilatında yönetim hiyerarşisi aşağıdan yukarı olmak üzere yiğit, Ahi, nakip, halife, şeyh ve şeyhü’l meşayih biçiminde sıralanırken, Osmanlı uygulamasında sıkı bir kontrol altına girmiş ve bazı kademelerin çıkarılmasıyla yiğitbaşı, kethüda, nakip ve şeyh olarak düzenlenmişti. İdarenin üzerinde ise hükümetin temsilcisi durumunda olan iki merci vardı. Bunlar muhtesiplik ve kadılıktı.91 Evliya Çelebi’nin aktardığı gibi her Ahi birliği kendisine yapmış olduğu işle ilgili birisini pir olarak seçerdi.92 Çoğu kez sahabe ya da evliyalar arasından seçilen pirler genellikle o sanatın mucidi değillerdi. Fütüvvetnamelerde belirtildiğine göre sanatın mucidi doğrudan doğruya peygamberler arasından belirlenirdi. Bunlar Ulu Ata olarak görülmelerine rağmen pir sayılmazlardı. Çoğunlukla peygamberin ve onun görevlendirdiklerinin şed kuşattığı kişilerden seçilen pir bu açıdan ulu atadan farklıydı. Örneğin, Adem rençber, Şid hallaç, İdris terzi ve yazıcı, Nuh neccar, Hud tacir, Salih deveci, İbrahim sütçü, İsmail avcı, İshak çoban, Yusuf saatçi sanatlarının Ulu Atası olarak kabul olunur; ancak pir sayılmazlardı.93

Ahilik hiyerarşisi içinde sıkı bir işbirliği ve dayanışma olduğu gibi yöneticilerin özel görevleri bulunmaktaydı. Kethüdanın yardımcısı olan ve seçimle işbaşına gelen yiğitbaşı esnafın şikayetlerini ilettiği ilk merciiydi. Bunun yanında esnafı kethüda ile birlikte mahkemede temsil etmek, ceza verilen esnafın cezasını infaz etmek, usta olacak kalfaları belirlemek ve törenlerde kethüdaya yardımcı olmak gibi görevleri vardı. En az üç usta yetiştirmiş kıdemli ustalar arasından seçilen ve kadının onayıyla işbaşına gelen kethüda ise esnafın tüm işlerine nezaret etmek, esnaflık ruhsatının intikalini sağlamak, ihtilafları çözmek, gerekli durumlarda ceza vermek, hükümet emirlerini yiğitbaşı aracılığıyla esnafa bildirmekle görevliydi. Fütüvvet geleneğinden gelen ve şeyhin temsilcisi olan nakip ise esnafı denetlemenin dışında, törenlerde şeyhi temsil etmek, dua okumak, peştamal kuşatmak, zaviyenin hizmetine bakmakla yükümlüydü.94 Birlik içindeki en üst otorite olan şeyh esnafa başkanlık eder, esnafın hükümete karşı temsilini gerçekleştirirdi. Türkçe kaleme alınan Fütüvvetnamelerden Seyyid Hüseyin’e ait olanında Ahi şeyhinin nitelikleri; insan gönlünü aydınlatan, donatan ergin, insanların yardımına koşan, eli, kapısı ve sofrası açık olmak şeklinde sıralanır. Töreye göre; her hangi bir sanat dalına katılan genç bir süre sonra peştamal kuşatılır ve böylece ustalık yolunda ilk adımı atmış olurdu. Genel kabule göre Şeyhlerinin Ahi Baba unvanını aldığı Kırşehir’deki Ahi Evran Zaviyesi, Osmanlı zanaat erbabının manevi merkezi olduğundan yine Ahi Baba unvanını taşıyan Ahi teşkilatı reisleri, çıraklara şed bağlamak hakkına sahipti. Zaviye şeyhlerinin zaman zaman bu yetkinin kendilerine ait olduğu konusunda devletten güvence almaları Ahilikle esnaf örgütlenmesi arasındaki sosyo-kültürel bağa işaret etmektedir.95

Fütüvvet ehlinden her esnaf zümresi bir loncayla birleşmişti. Ana parası ihvanın bağışlarından oluşan orta sandığından gerektiği durumlarda esnafa borç verilmekteydi. Her birinin sancağı ve alemi bulunur, genel toplantılara, eğlentilere toplu olarak ve bayraklarla gidilirdi. Özellikle Evliya Çelebi’de İstanbul’daki esnaf alaylarıyla ilgili renkli anlatımlar bulunmaktadır.96 Esnaf örgütü belli amaçlar doğrultusunda belirli aralıklarla toplantılar yaparlardı. Esnaf mütevellilerinin bir araya gelmesiyle her ayın son cuma günü toplanan kahyalar meclisi, senede bir kez olmak üzere şehir dışında bir mesire yerinde dahili ve harici tüm üyelerin katılımıyla gerçekleşen ziyafet toplantısı, yine senede bir kez olup üç gün süren yıllık genel toplantılar dışında olağanüstü durumlarda yapılan toplantılar bulunmaktaydı.97

İçişlerindeki serbestliklerine rağmen loncalar özellikle 16. yüzyıl sonrasında devletin sıkı denetimiyle karşı karşıya kaldı. Başkent İstanbul’dan taşra şehirlerine gidildikçe azalan bu denetimin dört temel nedeni bulunmaktaydı. Bunlardan ilki provizyonizm ilkesiyle ilişkili olarak kent nüfusunun iaşesinin sağlanmasıydı.98 İkinci olarak sarayın, ordunun ve donanmanın temel gereksinimlerinin düzenli ve istikrarlı bir biçimde sağlanması devlet için büyük önem taşıyordu. Üçüncü neden ise loncalardan toplanan vergi gelirlerinin önemine dayanıyordu. Son olarak loncalar, devletin kent nüfusunu ve ekonomisini denetleyebilmek için önemli araçlardı.99 Bunun dışında devletin bir diğer denetim aracı ihtisab uygulamasıydı. Üretilen malların kalitesine ve fiyatına yönelik bu düzenlemelerle (narh) devlet şehir halkını fiyat artışlarına ve dalgalanmalarına karşı korumayı, böylece toplumsal ve siyasal istikrar sağlamayı amaçlıyordu.100

Ortaçağın dış pazardan daha çok içeriye yönelik üretimi esas alan küçük şehir ekonomisi Osmanlı esnaf teşkilatı ve etnik koşullarını belirlemiştir. Üretimin ayarlanması talebe göre gerçekleştirilirken talep fazlası ya da üretimdeki noksanlık toplumsal sarsıntılara neden olabilmekteydi. Bu durum birçok şehir ve kasabada teşkilatlanan her sınıf mal üreticisinin sayısının dahi talebe göre belirlenmesine neden olmaktaydı. Örneğin Beypazarı’nda 10 fırın ustasına izin verilmişken, bu sayı İstanbul’da 150 olarak tespit edilmişti. Talep arttığı zaman koltuk denen kaçak ustaların ortaya çıkması beratlı esnafın şikayetlerine neden olurdu. 15. yüzyıldan önce esnafla ilgili sorunlarda şehirde esnafın lideri durumunda olan güçlü Ahi babalar yetkiliyken Merkezi devletin gelişimiyle bu yetki devletin eline geçti. Esnaf üzerindeki denetimi devletle bu birlikler arasında işbirliğini ortaya çıkardı. İşçilerin ahlaki-sosyal disiplini, Fütüvvetnameler ve Ahi zaviyelerince sağlanırken, üretim koşulları esnaf teşkilatıyla devlet arasındaki işbirliği sayesinde ayarlanırdı. Söz konusu durum siyasi otoritenin esnaf üzerinde müdahaleci bir tavır takınmasına neden olmuştur.101



6. Loncaların ve Ahilik Geleneğinin Dönüşümü

İlk başlarda Ahiler sadece debbağlık işiyle uğraşırken, bu sanat kolları daha sonra 32’ye ulaşmış söz konusu organize yapı zamanla Osmanlı sınırları içindeki bütün sanatkârları, Ahi babalarından ya da onların yetki verdiği kişilerden aldıkları yeterlilik ve izin belgeleriyle iş görür duruma getirmiştir.102 17. yüzyıla değin süren bu durum Osmanlı devletinin gayr-ı Müslimler üzerindeki egemenlik alanı genişledikçe, sanat ve sanatkârlar çoğalıp dalları arttıkça üretim içinde Müslüman ve zımmi ayrımını daha fazla sürdürülememiş, böylelikle farklı dinlere mensup kişiler arasında ortak bir çalışma zorunluluğu meydana gelmiştir. 1727’den sonra din farkı gözetilmeksizin oluşturulan; ancak eski mahiyetinden büyük farkı olmayan ve “Gedik” adı verilen yeni bir örgütlenme doğmuştur. Tekel, imtiyaz gibi anlamlara gelen ve terim olarak ilk kez III. Ahmet devrinde kullanılan gedik, sahiplerinin işleyeceği işi başkalarının işleyememesi ve satacağı şeyi başkalarının satamaması şartıyla hükümetin verdiği senedin içindeki hükümlerin kullanılması ve yürütülmesidir. 1860’a kadar süren gedik uygulamasına göre bir kişi çıraklık ve kalfalıktan yetişip ustalık derecesine erişmedikçe, başka bir deyişle gedik sahibi olmadıkça dükkan açarak, üretim yapamazdı. Gedikler müstakar ve havai olmak üzere ikiye ayrıldığı gibi toplumsal ihtiyaçlarla doğru orantılı olarak çoğaltılıp, azaltılabilirdi. Tanzimat’ın ilanının sonrasında Batılı devletlerle giderek artan ticari ilişkiler hükümetin tekelci siyasetini olumsuz etkileyince Sultan Abdülmecit’in irade-i seniyesiyle 8 Zilhicce 1277 (17 Haziran 1861) gedik usulü kaldırılıp tekel yönetimi bırakıldı. 1912 yılına gelindiğinde ise çıkarılan bir kanunla loncalar ilga edildi.103



Yüklə 240,5 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə