Klazomenai’lı Anaksagoras gibi bir düşünür, güneşin kızgın bir maden kütlesi
olduğunu söylediği için cezalandırılır.
İ.Ö 6. ve 5. yüzyıl boyunca akılcı bir yaklaşımla evreni ve dünya görüngüsünü
açıklamaya çalışan hemen her düşünür de, Miletos’lu Thales’in açtığı yoldan yürüdü.
Kolofon’lu Ksenofanes; Efesos’lu Herakleitos; Elea’lı Parmenides; Klazomenai’lı
Anaksagoras; Akragas’lı Empedokles; Elea, Abdera ya da Miletos’lu Leukippos ile
yine Abdera ya da Teos’lu Demokritos, us temelinde bir dünya görüşü
temellendirmeğe çalışıp, bu görüşlerini kimi zaman düzyazı ile kimi zaman
söylevlerle ve kimi zaman da yazdıkları şiirlerle yaymağa çalıştılar.
Ancak şunu da vurgulamak gerekir ki; çok erken bir dönemde doğan bu usçu
düşünceye rağmen, Antik Yunan dünyasında antropomorf tanrı olgusu, halk arasında
yaşamağa devam etti. Bunun kökeninde yine Homeros dünyasını buluyoruz. Öyle ki;
tanrılar, yalnız şehirlerin değil ama bireylerin kaderinde de söz sahibiydi. Aslında, o
dönemin gündelik yaşamını düşündüğümüzde, insanların kolay kolay inançlarını terk
etmelerini beklemek de mümkün değil. Hemen her yerde karşılaştığı -açık alanlar da
yontularla doluydu- tanrılarını nasıl inkâr edebilirdi ki?
Homeros’un tanrılar evreninin hemen yanında yer alan kahramanlık
söylenceleri de, Antik dönemin toplumsal yaşamında hatırı sayılır ölçüde bir öneme
sahipti. Öyle ki; ister bir savaşta ister bir spor müsabakasında olsun, onur, kişinin
gösterdiği cesaretle bir tutuluyordu. Homeros kahramanlarının onuru, daha çok
bireyin kendisi yanında ailesine de ait iken; Arkaik Çağ’la beraber, savaşta ve
tanrıları onurlandırmak adına yapılan spor müsabakalarında kazananların gururu tüm
toplumca paylaşılıyordu. Kahraman askerlerin ve sporcuların heykelleri dikiliyor;
160
onlar da zaferlerinin mutluluğunu çeşitli adak heykelleri yaptırarak toplumla
paylaşıyorlardı. Kahramanlık demek, savaşıma ve mücadeleye yatkın olmak demek
olduğundan, bedensel güzellik de gerektiriyordu ve bu yüzden kahramanın güzel bir
vücuda sahip olması bekleniyordu. Yani kahramanlık kültü, beraberinde bedensel
güzellik olgusunu da getirmişti. Özellikle spor yarışmalarında çıplaklığı doğal ve
uygar bir durum olarak gören Antik dönem kültürü, çıplaklıklığından utanan
kimsenin ancak bir barbar olabileceğini düşünmüştü.
Halk arasında böyle bir gurur kaynağı olarak görülen kahramanlık olgusu,
dönem dönem kimi filozofların -bedensel üstünlükten ziyade düşünsel üstünlüğü
yeğleyen- eleştirisine maruz kalmıştı. Ancak ilginç olan; özellikle Platon ve
Aristoteles’in halkın görüşünü yansıtan fikirler öne sürmüş olmalarıydı. Platon,
savaşta ardına bakmadan kaçan bir askerin cezalandırılması gerektiğini söylerken;
Aristoteles, mutluluğu oluşturan parçalar arasında atletik bir yapıya sahip olmayı ve
beden güzelliğini saymaktadır.
Antik Dönem uygarlığı; aidiyet ya da kimlik bilincine sahip bir toplumun
ürünüdür aslında. Roma Çağ’ına dek, siyasi bir birliğin olmadığı ve yalnızca şehir
devletlerinin varlığını sürdürdüğü böyle bir ortamda, Antik Yunanlı’lar, kendi
aralarında kültürel bir birlik olduğunu düşünmüşlerdi. Ortak bir ataya, dile, dine ve
kültüre sahip bir ırk olarak kendilerini Hellen; yabancı ırktan olanları ise barbaros
olarak nitelendirmişlerdi. Siyasi bir birlik kuramamış olsalar da, yılın belli
zamanlarında bir araya geldikleri ve birliklerini kutladıkları dini törenler, spor
yarışmaları ve tiyatro festivalleri vardı.
161
Antik Yunan kültürü, içinde doğduğu coğrafyanın da etkisiyle biçime ve
güzelliğe olan sıra dışı bir eğilimi yansıtır ve bu tutku özellikle sanatta zaman zaman
yeni güzellik ideallerinin aranmasına neden olmuştur. Özellikle Klasik Çağ’la
beraber, felsefenin yanında (Sokrates, Platon) sanatta da (Phidias ve Polykleitos)
ideal insanı arayış çabaları göze çarpar. İdeal insanı; Sokrates gibi bir düşünür
erdeme sahip olarak tanımlarken; Polykleitos gibi bir heykeltraş, onu sayısal
düzenlemeler temelinde biçimlendirmiştir. Onun bu yaklaşımı ise; her şeyin
sayılardan ibaret olduğunu söyleyen Samos’lu düşünür Pythagoras’ın görüşlerinden
başka bir şeyi yansıtıyor olamaz.
Güzellik, doğruluk, ölçülülük ve iyilik gibi kavramların birbiri içinde eridiği
yani etik ve estetik değerlerin birbirinden ayrılmaz ögeler olduğu kabul edilen Antik
düşüncenin Klasik Çağı’nda; ideal olan, sanatta sayısal örgüler ve oranlamalar
yoluyla hedeflenirken; felsefede Sokrates; insanı, erdemli ve ölçülü olmağa davet
eder. O, bireyin iradesinin her şeyin üzerinde olduğunu savunur ancak tanrı
tanımazlıkla suçlanıp ölüm cezasına çarptırıldığında, iyi bir yurttaşın, kentin
kanunlarına karşı gelmemesi gerektiğini söylereyek kaçmayı reddeder.
Platon ise; gerçeği, olması gerekeni ya da ideal olanı, idealar evreni diye
adlandırdığı ve soyut kavramların oluşturduğu bir dünyada bulmuştur. Yaşadığımız
dünya, üzerindeki canlı- cansız her şey ile ideaların gölgesinden ya da yansısından
başka bir şeyi içermez. Yani Platon’a göre; sanat eserleri, gerçekliğin kopyası
olmaktan da öte, görüntünün görüntüsünü yansıttığından gerçeğin ikinci derecedeki
kopyalarıdır.
162
Aristoteles’e baktığımızda; onun bir filozof olmanın yanında bir doğa bilimicisi
de olduğunu ama tıpkı Platon gibi, yazılarında hemen her zaman sanata değindiğini,
kuramlarını anlaşılır kılmak için sanat ürünlerinden örnekler verdiğini görüyoruz.
Gerçekçi bir düşünür olduğundan, ona göre; evreni ancak algıladıklarımız sayesinde
bilebiliriz ve bu yüzden sanat, bir taklit ürünü değildir. Çünkü örneğin; güzeli, ancak
güzel nesneleri temaşa ederek tanıyabiliriz.
Hellenistik Çağ’da; Yunanistan’ın siyasi yapısında meydana gelen karışıklıklar
ve toplum yapısındaki değişiklikler, düşüncede ve sanatta realist bir anlayışın
doğumuna neden olmuştur. Bu çağda kentin refahından ziyade bireyin mutluluğu
önem kazanmış, dönem felsefeleri de -Stoa ve Epiküros- bu amaçla kuramlar
geliştirerek bireyi kendi kendine yeter olamağa davet etmişlerdi. Haz temeli üzerine
kurulan bu öğretiler, bu nedenle hazcı felsefeler olarak da nitelendirilmişlerdir.
Realist anlayışı yansıtan tasvir sanatının ürünlerinde, sıradan insanların günlük
yaşamlarından kesitler sunulduğunu, gerçekçi portreler yapıldığını ve mimaride daha
az gösterişli yapılar inşa edildiğini görüyoruz.
Antik dönemde filozofların sanatsal faaliyetlere eleştirel yaklaştığından söz
ettik. Ancak en azından Sokrates, Platon ve Aristoteles’in sanata ilgi duyduğunu;
hatta bir dönem sanatsal faaliyetlerle uğraşmış olduklarını görmekteyiz. Sokrates’in
gençliğinde heykel ustası olarak çalışmış olduğu ve tiyatroya da yalnızca, yazmasına
yardım ettiği Euripides’in oyunlarını izlemek için gittiği rivayet edilirdi. Platon ise;
hemen tüm yazılarında sanata değinmesi yanında, felsefeye başlamadan önce şiirle
uğraşmıştı. Aslında onun diyalogları da zaten birer edebi eser niteliğindedir.
163
Dostları ilə paylaş: |