Frankfurt Okulu ile, popüler kültürün özgül alımlanma biçim
lerini incelemeye koyulan ve burada özgürleştirici potansiyel
ler de keşfeden Britanya kökenli Kültürel Çalışmalar Okulu
arasındaki ezelî ihtilâf var. Yazar, ikinci tarafa yakın. Popüler
kültürün, onunla temas halindeki zihinlerde yol açtığı, farklı
referanslar ve anlam dünyaları arasında gidip gelen çok metin
li, çok anlamlı akışları önemsemek gerektiği kanısında. Medya
eğlencesi ile politika arasında gitgide sıkılaşan simbiyotik iliş
kiyi “yozlaşma” diye kestirip atmamaktan, bu ilişkinin somut
etkilerini ciddiye almaktan yana.
Politainm ent’in “fa y d a la r ı”
hakkında, hayli iyimser vargılar
ileri sürüyor. Özetle diyor ki:
Politainment,
yurttaşların çoğunun politikanın karmaşık me
kanizmalarına nüfuz edemediği bir çağda, politikayı görünür
ve algılanabilir kılar.
Politainm ent
, kıt hale gelen “dikkat” kaynaklarını kendine
çekerek birçok konuyu kamusal alana maleder.
P olitainm ent
, gündelik hayatta geçerli olacak tasavvur ve
açıklama şablonlarını inşa eder.
Politainment,
bir politik kültürün entegrasyon sağlayıcı poli
tik değerlerini takdim eder, güçlendirir, popülerleştirir.
Politainm ent,
politik eyleme ilişkin somut modeller (veya,
özendiriciler) sunar.
Politainment,
profesyonel ustalıkla sergilediği estetizm vası
tasıyla, politikaya duyusal ve duygusal bir ilgi uyandırır.
Bu ilkesel iyimserliğinin berisinde, Politainment’in farklı isti
kametlere gidebilecek bir potansiyel teşkil ettiğini de unuttur
muyor, Dörner. Örneğin tartışma şovlarının, “izleyicilerin de
kendi aralannda, bulundukları yerlerde çoğaltabileceği bir po
litik müzakere forumu mu, yoksa eğlence endüstrisi ve bu en
düstriyle hemâhenk olmuş politik prezentasyon profesyonelle
ri için bir pazarlama platformu mu?” olduğunu sormadan ede
miyor. Veya, TV de Politainment izlerken oluşan yârenlik ve ce
maat simülasyonu, sahici bir toplumsallaşma ve kamusal tartış
ma etkisi yaratmaya elverir mi, yoksa salt uyuşturucu mudur...
tartışmaya sunuyor. Biz de sorular ekleyebiliriz: Politainment’in
meşru politikanın sınırlarını çizen müthiş gücü (“televizyon
da görünmeyen politik söz, meşru değildir”), anti-demokratik
akımlara karşı “eğitsel” bir fayda sağlayabildiği, asıl, sistemi sa
vunmaya matuf aşılmaz bir veto duvarı yükseltmiyor mu?
Her halükârda, Politainment faydalı bir eser, faydalı bir kav
ramdır. Memleketimizin politik kültüründe ve medya ortamın
da Politainment’in özgül biçimleri ve tesirleri üzerine düşünme
ye değer. (Bir vakitler B irikim ’de “Siyaset Meydanı” örneğin
den hareketle hazırlanan dosya [sayı 68/69, Aralık 1994/Ocak
1995], bu yönde bir çabaydı.) iletişim Fakülteleri personelinin
dikkatine...
Medyakronik, 25 Haziran, 25 Temmuz,
10 Ağustos 2000, Haziran 2001
TV'ye Kim Niye Çıkar?
Bütün krizleri katlayan son krizden sonra, televizyon ekranları ekonomist
lerle dolup taşıyor. Günün uzmanları, onlar. Peki hangi ekonomistler? Ço
ğunlukla yine, krizden önce "ekonomi tıkırında" sohbeti eylemiş ekono
mistler. Ekonomiye insanların hayatlarına tesir eden kararlar/tercihler
manzumesi olarak değil de bir tabiat olayı gibi bakan (ki gösterecekleri
azamî "sosyallik" belirtisi, sosyal-Darwinistliktir), hayranlıkla piyasanın si
hirli elçabukluğu marifetlerinin seyrine dalmış, bilgisayar oyunu oynar gi
bi borsa ve malî spekülasyon hareketlerinden fal tutan... hakikaten de fe-
levoleci ekonomistler. "Ekonomi tıkırında" güzellemeleri ile "kriz var! kriz
var! bunalım vaar!"feryadı arasındaki mesafenin,Timur Selçuk'un tiyatro
şarkısındaki kadar kısa sürmesinden pek gocunmadan, ahkâm yürütme
yi sürdürüyorlar. Onlar sayesinde, "ekonomiden anlamasak"bile ekono
mistten anlamayı öğrendiğimiz kesin. Buna karşılık, "reel ekonomiciler",
yani ekonomiyi fiktif-spekülatif cambazlıkların sırtına yüklemenin nafi
le olduğunu nicedir söyleyen, üretim ve bölüşüm kavramlarını hatırlat
maya çalışan ekonomist türü, olanca haklı çıkmışlığıyla, ilk bir iki gün ba
zı kanallarda azıcık görünebildi, o kadar. Televizyonlar, bu kabil iktisatçı
ları mümkün mertebe "göstermeme", "öne çıkarmama" kararlılığını sürdü
rüyorlar. (Aynı türün örneklerinden, TV'de nispeten çok "görülebilen" iz
zettin Önder ise, "komplocu" lisanıyla cazip ama aynı nedenle galiba ye
terince aydınlatıcı değil.)
Alın size, kronik bir medya problemine yakından bakmak için vesile:
Televizyondan uzmanlık, nasıl işler? Televizyona hangi uzmanı çıkarır
lar, hangisini çıkarmazlar? Uzmanlar açısından, televizyona çıkmak iste
memek, niyedir?
"Televizyon ekonomistleri kimlerden çıkıyor?"diye bakıldıkta, ilkelde,
meselenin ideolojik- politik saflaşmalarla ilgili yüzü açık seçik gözüküyor.
Bizzat malî spekülasyon pazarındaki oyuncuların bir âleti olan televizyon
kuruluşları, tabii ki, bu "düzen"e ters konuşan ekonomistleri meşhur et
mek, onların sözünü dolaştırmak istemez. Tabii ki! Hele Türkiye'deki gi
bi, "psikolojik faktörlerle" hop oturup hop kalkan, had safhada narin ve şı
marık para piyasası, maneviyat bozucu konuşmalara tahammül edemez.
Ekonomi alanında, sanırım başka hiçbir alanda olmadığı kadar çıplak gö
rünüyor: Muhalifler, yani radikalcene olanları, sistem muhalifleri filan, te
levizyonda fazla gösterilmez, konuşturulmazlar. (Tek örnek ekonomide
değil tabii. Ne kadar tekrarlasam bıkmayacağım bir başka örnek: Son ha
pishane operasyonu sırasında, insan hakları örgütlerinden birisinin görü
şünün sorulduğunu gördünüz mü?)
Fakat bu, meselenin gerçekten de fazla çıplak, yüzeydeki veçhesi. Da
ha önemlisi, televizyonun sözü boğan, etkisizleştiren, buharlaştıran for-
matıdır. (Daha önceki "Enteltainment"yazılarının sularına giriyoruz böy
lelikle.) Televizyonun görsel telâşesi, görüş belirtecek, açıklama yapacak
kişinin bir söz bağlamı kurma inisyatifini elinden alır. Konuşturanın klişe
leriyle ve hep zaman darlığıyla, aceleyle kıstırılan "uzman", çoktan seçme
li bir soru formunu cevaplıyor gibidir çoğu kez. Yarım cümlelerle araya bir
yorum sokuşturmaya çalışırken, esasen, belirlenmiş bir sunumun, anons
edilmiş savların seslendiricisi konumundadır - buna zorlanır. Uzman sıfa
tıyla, zaten ortalama bir gazete okurunun da bildiği, söyleyebileceği stan
dart bir gözlemi tasdik eder. Burada esas olarak, "65 milyon Türkiye" de
ğilse de çok insanın izlediği, pr/Tne-f/'me'larda misafir edilen görüşverenleri
kastettiğimizi kaydedelim. Gecenin geç saatlerinde yayımlanan, daha çok
meraklısına hitap eden, geniş vakitli mütalaa saatlerinde ya da "kültür ka
nallarının" kontenjanı içinde,“söz"e nispeten insaflı davranılıyor.
"Televizyonda görünme"nin şöhret yaratıcı tesiri açık. Bir konuda çalı
şan, akıl yürüten, düşünce üreten entelektüeli cezbeden de çoğunlukla
budur. (Burada "entelektüel"i, öncü/aydınlatıcı/eleştirel bir değer atfede
rek değil, "zihinsel üretim yapan" anlamında kullanıyorum.) Zira televiz
yonda (izninizle Orta Anadolu ağzıyla söyleyelim) “görükerek" görüşveren
statüsü edinmekle, bir bulgunun, bir fikrin, bir yorumun daha geniş bir
menzile yayılacağı umulur. Hatta kitap-yazarı-olarak-entelektüel, ya saf
dillikle, ya tâcirce, televizyonda görükme vesileyle seyirci-kitlelerin onun
zihinsel emeğini döktüğü esas işlerden haberdar olacağı beklentisine gi
rebilecektir. Ama heyhat; ekranın kitaba giden yolu gösterdiği pek ender
dir, aslolan, kitabın ekran hakkı sağlamasıdır. Velhâsıl televizyonun, sözü
ikincilleştiren bir cürmü vardır.
Pierre Bourdieu, Televizyon Üzerine adlı nefis risalesinde (çev.Turhan İl
gaz, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1997), işte bu kaygılarla, entelektüelleri
televizyonun fast-food misali "fast-thinker"liğe [ayaküstü, abur cubur dü
şünce üretmek] zorlayan yapısına karşı uyarır. Hatta onları, televizyona
çıkma koşulu olacak ilkeler belirlemeye çağırır. Özünde, şu iki soruya da
yandığını söyleyebiliriz bu ilkelerin (meâlen): Söyleyecek'özel'bir şeyim
var mı? Bunu sağ salim söyleyebilecek miyim?
Örneğin Serdar Turgut'un, hiçbir zaman "ciddi uzman" kisvesi taşıma
makla beraber, "öteki Türkiye" lâfının meşhur olduğu günlerde televizyo
na çıkmakta nekes davranması ve kendi söz bağlamını orada kurabilece
ğini düşünerek Kanal 7'de Ahmet Hakan'ın programını seçmesi, dikkate
değer bir örnekti. Ya da, iki yıl kadar önce (henüz bugünkü gibi agresif bir
Galatasaray lobiciliği yapmazken), "yani şöyle diyebilir miyiz, böyle diye
bilir miyiz?"diye klişeler itelemeye çalışan spikeri "kendi klişelerinizi onay
latmak istiyorsanız niye bana soruyorsunuz?" meâlinde tersleyen futbol
yorumcusu Ahmet Çakır'ın tepkisi, manidardı.
Bazı entelektüeller/uzmanlar, bu kaygıyı taşıyor, televizyona çağrıldı
ğında kılı kırk yarıyor, dahası prensip olarak zaten ürküyor, kaçınıyorlar te
levizyondan. Beri yandan, bu çok tesirli, çok kudretli (sakın ola "araç" de
miyoruz!) dizgede gedik açma, birkaç kişinin zihnine bir tohum atma ar
zusundan geri durmak da kolay olmayabilir, doğru da olmayabilir. O za
man, söyleyeceğini televizyon diline tercüme etmek için bilhassa düşün
mek gerek: İcabında, her bir cümleyi -keski biçkiye önlem olarak- başı
sonu olan bir anlatı tutarlılığında düşünmek, indirgemeyi içini boşaltma
derecesine vardırmayan kısa ve çarpıcı lâflar akletmek... Dikkat: "Çarpıcı
söz"akletmeye fazla sardırmak da, fast-thinker'\\ğe, profesyonel görüşve-
renliğe giden yolu döşer, ki sahiden akla zarardır.
Bu eleştirel bakışın berisinde, çok daha masum bir merak: Türkiye te
levizyonları görüşverenlerini, fast-thinker personelini tayin ederken ne
derece işbilir, titiz, "profesyonel"dirler? Örneğin Nevval Sevindi'yi Siyaset
Meydanı konukluğundan kanaat oturumu/tartışma programı idareciliği
ne savuran turnike (ya da anafor) etkisi nasıl izah edilir? Veya,"Medeni Ka
nun" tartışmasından sonra sormak zorundayız: Kezban Hatemi'nin hangi
müstesna hukukçuluk müktesebatı ona bu programda sabit denebilecek
bir görüşverenlik sandalyesi sağlamıştır? (Yoksa TV bilirkişiliği tayininde
"eş durumu" da bir ölçüt müdür?)
Medyakronik
Şişman Yönetmeninki Nasıl Bir Muhalefet?
Yıldırım Türker, Radikal1de -yin e- çok önemli bir yazı yazdı: 'Moore'un
muhalefeti'. Benim Cici Silahım’ia tanıştığımız, NTVöe Korkunç Gerçek di
zisini izlediğimiz, yeni belgesel-'movie'si Fahrenheit9/17'le ABD'de -aslın
da tüm dünyada- Bush karşıtı muhalefete can veren Amerikalı yönetme
nin bu muhalefetenin nederece'salih'olduğunu tartışıyorYıldırımTürker.
Moore'un eğlendirdiğini, heyecanlandırdığını ve doğru şeyler söylediği
ni teslim ediyor; fakat'muhalifi olduğu kültürün bütün öğelerini sonuna
kadar sömüren bir şiveye dönüşen' diliyle, sistemin 'avcuna yakın durdu
ğunu'söylüyor.
Önemli bir tartışma bu. Çünkü Moore, bu gevrek sırıtışlı tombul adam,
sahiden önemli. Fahrenheitı ABD'de yetişkin nüfusun yaklaşık % 60'ı sey
retti, başka hiçbir eleştirel söze kulak vermeyen 'ortalama Amerikalı',
onun komik-dramatik ve'çıplak gerçeği fâş eden'filmleriyle gaza gelebili
yor. Moore'un 'dili' de sahiden önemli: Bu dil muhalefet açısından ön açı
cı, faydalı mıdır, yoksa aslında zihinleri ve gönülleri daraltıyor mu? Yıldı
rım Türker'inki özel bir merak değil, hemen her memlekette sol bu mese
leyi tartışıyor.
Onun Bush'un tekerine çomak sokmakla hayırlı bir iş yaptığına asla iti
razı olmayan solcu (ABD sözkonusu olduğunda:'liberal') aydınların bir
kısmı, Moore'un tarzına bozuk atıyorlar. Muhafazakâr bir seyirci ortala
masının hassasiyetlerini okşamakla... seyircinin bönlüğünü varsayan ka
rikatürleştirin, absürdleştirici, banal, çocuksu bir anlatım kullanmakla...
dolayısıyla bu bönlüğü ebedîleştirmekle... dolayısıyla 'düpedüz popülizm'
yapmakla... Bush ailesinin kimi büyük sermaye gruplarıyla ve Suudi ser
mayesiyle içli dışlılığı bahsinde komplocu bir zihniyete saplanmakla... Ay-
dınlatıcı/aydınlanmacı değil gaza getirici olmakla... sadece Bush'a odak
lanıp, hâkim düzenin 'normal' haline itiraz etmemekle... Bush'un bozdu
ğunu iddia ettiği 'özgürlükçü Amerikan değerleri' adına yine milliyetçi
lik yapmakla... hatta Texaslı iletişim profesörü Robert Jensen'e kalırsa,
'ABD'nin esas büyük yalanını, yani Amerikan ordusunun aslında özgür
lükçü olduğu ve Irak savaşının bu ordunun muzaffer tarihini lekelediği'ef-
sanesini tazelemekle... eleştiriyorlar onu.
Moore'un 'taraftarlarına'gelirsek... Bazıları, Amerikanca bir siyaset tabi
ri kullanırsak,'bizim orospu çocuğu'sayıyorlar onu.'Demagojik ama ahlâ-
ken faydalı'diyorlar. Kafası makaleye, özlü söze, serin akla basmayacak in
sanlara,'doğru'nun ancak bu dille anlatılabileceğini söylüyorlar.
Kimileri ise böyle faydacı, araçsal bir bakışla değil, solun felcedici kit-
lenmelerini aştığını düşünerek sahipleniyorlar Moore'u. Her şeyi analitik
akla emanet eden, öfkenin, hüznün, heyecanın 'bilgisini' ihmal eden eli-
tist bir aydınlanma anlayışının yol açtığı kitlenmeyi... Muhalif belgeselci-
liğin bundan önceki onyıllardaki ustası olan Günther VValIraff, Moore'un
'aydınlatma, şaka ve hınzırlığı/adiliği, kendini de fazla ciddiye almadan
harmanlayan'üslûbunda, solun uzun süredir eksik kaldığı satirik tutumun
ve halk mizahına yakınlığın ışıklarını görüyor. Ki Moore'un her şeyin'gözü
ne vuran'tarzı, Amerikan halk mizahının ruhuna uygun.
Moore'un vesile olduğu bu tartışma, açılıp saçılmayı hak ediyor. Bir'sol
popülizmin imkânları ve faydaları-zararları nelerdir? 'Popülerlikle 'popü
lizm' arasında bir açı olmamalı mı? Solun'halk mizahı' ile alışverişi nasıl ol
malı? Türkiye'de de, mesela Leman&Penguen hattında, üstünde düşünül
mesi gereken şeyler değil mi bunlar?
BirGün, 3 Eylül 2004
"Solda ric 'a t sü rüyor. M a ğ lu biy et h issi d erin leşti, n ered ey se
k a n ık s a n d ı - a m a a ç ık y ü rek li b ir m u h a s e b e s in in y a p ıld ığ ı
nı s ö y lem ek zor. Sağcılığın ve k a p ita liz m in kötü lü ğ ü , s o ld a
d u r m a k için y eter şa rt, b ir ç o k la n için. B az en b ira z in a d ı
n a , n a m u s b e lâ s ın a . S a h id e n d e y e te r ş a r t o la b ilir , o n a
şü p h e yok. M ızm ız o ls a b ile, 'yapıcı' o lm a s a b ile, s o l itiraz,
v icd a n ın sesidir.
F a k a t so lu n , so sy a liz m in , d ü n y a y ı d eğ iştirm ek d erd i var.
B u n u n b ir p a r ç a s ı d a k e n d in i d eğ iştirm ektir. S osy a liz m in
zengin m ir a sın ın n a d id e m ü cev h eri, d ü n y a y ı-top lu m u k u r
ta r m a d a v a sın ı, özgü rlü k d a v a sın ı in s a n la r ın k e n d i k e n d i
lerin i k u r t a r m a d a v a s ıy la , özg ü rleşm e d a v a s ıy la b irleş tir
m es i, k ı s a c a s ı k u r t u lu ş d a v a s ın ı d ış s a l k u r t a r ıc ıla r d a n
k u r ta r m a s ı değ il m i? K e n d in e h ep y en id en d ö n ü p b a k m a k ,
özeleştiri, b u n u n için s o sy a list d ü şü n cen in a ş ıs ıd ır ."
T
a n ıl B o ra 'n ın S ol, S in izin , P r a g m a t iz m ’d e b ir aray a
g e tirile n y a z ıla rı, so lu n d a rlık b u h ra n la rın ı sin iz m
k a v ra m ı e tra fın d a ta rtışıy o r. K a p ita liz m in ve sa ğ cı
la r ın k ö tü lü k le r in i say ıp d ö k e re k ra h a t ed e n k o n fo rm iz -
m in ele ştirisi... A len i b ir m u h a fa z a k â rlığ a d ö n ü şe b ile n bu
sin iz m e k arşı, m ü tev a z ı h e d e fle rd e n y ü k sü n m e d e n taş taş
ü stü n e k o y m a k ( " iy i " p ra g m a tiz m ), y e n i b ir y o l a ç a b ilir
m i? K ita b ın a n a e k se n in i, b u so rg u lam a o lu ştu ru y o r.
Bu ek sen e tra fın d a , sol m u h a le fe tin g e le n e k le ri, m e c ra la rı
ve y ö n te m le ri ta rtışılıy o r: '6 8 , b a rış h a re k e ti, şid d et, a n ti-
k a p ita liz m , p ro testo ve g ö steri ta rz la rı, y o k su llu k ve sosyal
d a y a n ışm a ... K ita b ın b ir b a şlığ ı da, so lu n "sö z ''le ve a k ılla
iliş k is i h a k k ın d a ; g e n e l o la r a k z a m a n ım ız d a e n te le k tü e l
e tk in lik , söz, m ed y a ve p o litik a ü zerin e...
B i r i k i m
Y a y ı n l a r ı
45
ISBN-13: 978-975-S16.043-6
Dostları ilə paylaş: |