Tarihin Zaferinden,Günümüzün Meşalesine Türk Ordusu



Yüklə 234,25 Kb.
səhifə3/4
tarix25.06.2018
ölçüsü234,25 Kb.
#51150
1   2   3   4

MİLLET SİSTEMİ

Osmanlı İmparatorluğu, ele geçirdiği yerlerde iktisadi ilişkilerin aksamaması için ve çevreden merkeze doğru akışını korumak, sürdürmek ve artırmak için geniş kapsamlı güçlü bir siyasal kurumsallaşma gerçekleştirmiştir. Balkanlar açısından en önemli siyasal kurumsallaşma “devşirme” ve “millet sistemi” olmuştur. Bu sistem, Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’daki hâkimiyetinin temel kurumlarından birisi olarak uygulandı.

Millet sistemi, Balkanlar’ın dinsel ve siyasal yapısını derinden etkiledi ve bu etkiler, bağımsız Balkan devletlerinin kurulmasından sonra da devam etti. Osmanlı İmparatorluğu içinde yaşayan insanların tamamı padişaha bağlı “tebaa” olarak adlandırılıyordu. Devlet yönetimi, bu tebaayı “Müslüman tebaa” ve “gayrimüslim tebaa” olarak ikiye ayırıyordu. Osmanlı devlet anlayışına göre gayrimüslim tebaa, Osmanlı İmparatorluğu topraklarında yaşayan, devletin belirlediği kurallara uyan, Müslüman olmayan ama devlet tarafından “korunan” insanlardı.

16. yüzyıla kadar Osmanlı nüfusunun çoğunluğu gayrimüslim idi. 16 yüzyıldan sonra Osmanlı İmparatorluğu’na ait Avrupa topraklarında çoğunluğu Ortodoks Hıristiyanlar oluşturuyordu.

Bu durum, millet sisteminin uygulanmasını zorunlu kıldı. Osmanlı Devleti’nde Millet, “ahlaki ve dini temellere dayanan ancak imparatorluk yasalarına da ters düşmeyen hiyerarşik önderlerinin sorumluluğu altında kendi kendini yöneten ve Osmanlı iktidarı tarafından tanınan dini bir topluluktur.”

Her millete, kendisini yönetebilmesi ve problemlerini çözebilmesi için okullar, hastaneler, mahkemeler, yurtlar, vakıflar kurma ve bunları işletme hakkı ve imkânı verildi. Nüfus bakımından en büyük millet; Yunanları, Sırpları, Bulgarları, Arnavutları, Eflakları ve Karadağlıları içine alan “Rum Milleti” idi.

Devşirme sistemi işlevini tam olarak yaptığı dönemde tüm dünyaya örnek teşkil etmiş, başarılı bir sistem olmuştur. 15. yüzyılın ilk yarısından 17. yüzyıl sonlarına kadar yaklaşık iki buçuk asır kadar süren devşirme işlemi kanuna uygun olarak yapıldığında iyi sonuçlar vermiştir. Küçük yaşlarda toplanıp sıkı bir eğitimden geçirilen devşirme oğlanları, kabiliyet ve biraz da talihlerine göre en yüksek mevkilere kadar çıkabiliyorlardı.

Çandarlı ailesi dışında hemen hemen bütün veziriazamlar devşirmelerden tayin edilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal kurumsallaşmasının önemli bir öğesi devşirme uygulaması idi. Devşirme uygulaması 14.-18. yüzyıllarda gerçekleşti. 17. yüzyılda azalan devşirme uygulaması 18. yüzyıl içinde sona erdirildi.



OSMANLI KARA ORDUSU

KAPIKULU PİYADE ASKERLERİ
YENİÇERİ OCAĞI

Osmanlı Devleti, büyüyüp genişledikçe daha fazla askere ihtiyaç duyuyor ve gittikçe merkezîleşiyordu. Bunun üzerine daha önceki Türk devletlerinde görülen “gulam” usulü geliştirilerek devşirme sistemi47 oluşturuldu. Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarının genişlemesi sonucunda Hristiyan çocuklarını devşirmesi ile artmaya başlanan Yeniçeri Ocağı, Padişah’a bağlı Kapıkulu Ocakları’nın piyade kısmının büyük kısmını oluşturmaktaydı.48

Batı Anadolu’nun feodal beylik yapısında ileriki zamanların Osmanlı Akıncılarını andıran nüfuzlu beylerin bürokratik bir çatıda toplanması, akınlar sayesinde asker ve sermaye akışını hızlandırarak Osman Bey önderliğinde bir hanedan yapısının oluşmasını mümkün kıldı.

Rivayete göre Orhan Gazi devşirme çocuklardan kurulu bir ordu kurduğu zaman Hacı Bektaş dergâhına gelip yeni kuracağı yeniçeri ocağı için dua istemiştir. Dergâhı ziyaret eden Orhan Gazi, orada bulunan pire, "Pir hazretleri, yeni kurduğum ocak için sizden hayır duası almaya geldim" diyerek, duasını istemişti. Hacı Bektaş’ta, elini çocuklardan birinin başına koyarak: "Bunların adı yeniçeri (yeni asker) olsun diyerek Cenabı Hak yüreklerini ak, pazılarını kuvvetli, kılıçlarını keskin, oklarını tehlikeli, kendilerini daima galip buyursun diye dua eder.49 O yüzden yeniçeriler kendi ocaklarına Ocak-ı Bektaş-î-yan, Taife-i Bektaş-î-yan, Güruh Bektaşi’ye, Zümre-i Bektaşiye gibi isimler vermişlerdir. Orhan Gazi devrinde oluşmaya başlayan ‘yeniçeri kurumu’, Yıldırım Bayezid’in Timur tarafından bozguna uğratılmasıyla tüm devlet kadroları gibi dağılma tehlikesi geçirdi.

Edirne'nin 1361 yılında fethinden sonra Rumeli'nde gerçekleşen fetihler sonucu savaş esirleri büyük artış göstermişti. Vezir Çandarlı Hayrettin, devlet elinde toplanan çok sayıda devşirme oğlanlarından merkezî bir ordu için faydalanılmasını, sultan kapısında yeni bir askeri ocak, Hristiyan esirlerden yeniçeri yapma fikrini buldu.
Bu fikir padişah 1. Murat’a iletildi ve padişah ; “Eğer Cenab-ı Hakkın emri ise şimdiden sonra alına” diyerek ferman etti.50 Vezir Çandarlı Hayreddin; “Bunları Türk üzere verelim, hem Müslüman olsunlar, hem Türkçe öğrensinler, yeniçeri olsunlar” dedi. Orada bulunan Âlimler de bunların başarıları için dualar ettiler.51 Akıncı beylerine ferman iletildi ve Hristiyan esirlerin beşte birinin padişah için alınması emredildi.

Gazilerden Sultan için esir başına beşte bir pencik52 alınmaya başlandı. Bu yeni uygulama bir kısım askerin hiç hoşuna gitmemiş ve bu uygulamadan kaçmak için esirleriyle Anadolu'ya başka yollardan geçmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Evrenos Gazi'ye, pencik'in sınırda toplanması için emir gönderildi ve dini niteliği göstermek üzere tahsil işi için de bir kadı atandı.

Dünya ordusu içerisinde Yeniçeri Ocağı, modern anlamdaki ilk daimi ordudur53

Oğlanlar Bursa civarında Türk köylerine gönderildi ve Türkçeyi öğrenip Müslüman olmaları sağlandı. Herhangi bir sakatlığı olmayan ve ileride yeniçeri olması hedeflenen erkekler ‘Pençik oğlanı’ olarak altı sınıfa ayrılmıştı;

Şirhor: 0-3 yaş arası süt çocukları

Beççe: 3-8 yaş arası yavrular

Gülamçe: 8-14 yaş arası oğlancıklar

Gülam: 14-18 yaş arası tüysüz erkekler

Sakallı: tüylenmiş, olgun erkekler

Pir: ihtiyarlar

Anadolu’da dönemin güç odağı olan Sofilerin önemli desteğiyle devleti toparlayan 1. Mehmet oldu.54 Bu süreçte Bektaşiliğin Osmanlı topraklarında, özellikle de devlet katında güçlenerek gelişmişti.55 1416’da 1. Mehmet kul sistemini genişleterek yeniçerilerin sayısını 6 bine çıkardı. Savaşlarda kaybedilen yeniçeriler, acemioğlanlardan takviye alırlardı. Acemi oğlanların sayıları azaldığında pençik 56 oğlanları kadroya eklenirdi.

Osmanlı siyasi, sosyal, askeri ve ekonomik hayatında fevkalade önemli ve değişik roller üstlenmiş Yeniçerilik kurumunun nasıl ve ne zaman teessüs ettiği hususunda bilgiler çeşitlilik göstermektedir. Ancak Sultan 2. Mehmet’in 1453 yılında İstanbul’u fethiyle beraber bu kurumun da klasik hususiyetlerine kavuştuğu bilinmektedir. Devşirme yöntemi kullanılarak oluşturulan ve bahsedilen tarihe kadar Osmanlı ordusu içinde küçük bir grubu teşkil eden yeniçerilerin, bu tarihten sonra sayı ve etkileri artmaya başlamıştır.

14. yüzyıl ortalarına kadar yaya bölükleri veya daha sonra cemaat adı verilen bir sınıftan ibaret iken Fâtih Sultan Mehmed zamanından itibaren, "Sekban" bölüğünün de katılımıyla iki sınıf haline gelmiştir. 16. yüzyıl başlarında ise "Ağa" bölüğü denilen üçüncü bir kısım daha teşkil edilmiştir. Yaya bölükleri peyderpey artarak 101 bölüğe kadar yükseltilmişti. Yeniçeri Ocağı, 1. Bayezid döneminde 10.000, 2. Murad zamanında 11.000, Fatih devrinde 12.000, Kanunî Sultan Süleyman döneminde ise 20.000’e kadar sayıya çıkmıştı.

Yeniçeriler zorlu bir eğitime tabi tutulurdu. İlk önce kılıç kullanmayı ve gergin yayları kurup ok atmayı öğrenirlerdi. Kuvvetlerini arttırmak için antrenman yaparlardı. Kılıç talimlerinde keçeden yapılmış mankenlere kılıç çalarak parçalamaya çalışırlardı. Ok talimlerinde hiç durmadan üç yüz dört yüz ok atabilecek seviyeye ulaşırlardı. Yağlı mermerleri tokatlayarak ellerinin sertleşmesini sağlarlar, sürat koşuları ve güreş müsabakaları yaparlardı.

Mehter takımları kışlada talim görürler, özel olmayan günlerde de belirli aralıklarla kışla içinde müzik yaparlardı. Her ortanın bir ‘kat’ mehterhanesi vardı. Her kat mehterde 1 davul, 1 zurna, 1 borazan, 1 zil ve 1 çift dümbelek bulunurdu. Mehterlerin katları yerine göre artardı. Padişah bandosunda 9 kat mehter vardı. Mehterhane durarak çaldığı zamanlarda hilal şeklini alırdı. Tuğlar, flütler, trampetler, trompetler ve borazanların yanı sıra Anadolu icadı olan büyük ziller mehter müziğinin vazgeçilmez çalgı aleti olmuştur.

Yeniçeriler, başlarına Börk giyerlerdi.57 Bunun arkasında ise yatırma denilen ve omuza kadar inen bir parça yer alırdı. Bu kısım enseyi soğuktan koruduğu gibi, arkadan gelebilecek düşman hamlelerine karşı da bir tedbir niteliğindeydi. Ayakkabıları seferde yandan kopçalı çizme, şehirde ise ökçesiz yemeni idi. Dizlerinin altına kadar inen elbise ve şalvar giyinirlerdi. Savaş vakti hafif örme zırhlar da giyerlerdi. Silahları kılıç, pala, yatağan gibi kesici aletler ve ok ile yaydı. Sonraları ok ile yayın yerini daha çok tüfek aldı. Savunma için de sağlam kalkanları vardı. Her Yeniçeri bölüğüne "Orta" denirdi. Her ortanın da komutanı olan ve "Çorbacı" denilen bir subayı bulunurdu. Sekban ve Ağa bölüklerinde bu komutana "Bölükbaşı" denirdi.

Her ortanın ayrı bir flaması ve uzmanlık alanı vardı. Örneğin 60., 61., 62., ve 63., Ortalar merasimlerde, merasim kıtaları olarak görev yaparlardı. Bazı Ortalar sınır bölgelerinde ve kalelerde muhafız olarak görev yaparlar, bazıları da İstanbul’un güvenliğini sağlarlardı.58

Tarihin bu dönemlerinde devletin askeri gücü aynı zamanda şehirlerin polisi olabilirdi. Dünya’nın hiçbir ülkesinde, henüz kesin çizgileriyle bir ‘polis-asker ayrımı’ söz konusu değildi. Bu sebeple İstanbul’un polis gücü devletin kuvveti olan yeniçerilerden temin edilirdi. Şehrin asayişi ve esnafın güvenliği yeniçerilerden sorulurdu. Şehrin her semtinde bir yeniçeri karakolu vardı. Amirleri, ocağın en kıdemlisi sayılan Yeniçeri Ağasıydı. Yeniçeri Ağası, savaşa katılmaz, şehir güvenliğini sağlardı. Savaşa Sekbanbaşı Ağa gönderilirdi. Ancak Sadrazam komutan olarak savaşa katıldığında Yeniçeri Ağasının da savaşa gitmesi kuraldı. Padişah’ın katıldığı seferlere tüm yeniçeri kadrosunun katılması kanundu. Bu gibi durumlarda İstanbul’un asayişi Acemioğlanlar’a ve İstanbul Ağasına bırakılırdı.

Yeniçerilerin flamaları kırmızı ve altın renkteydi. Altın rengi egemenliğin sembolü kabul edilirdi. Sancak işlemeleri Moğollara benzer altın bir küreden aşağı sarkan bir atkuyruğu, altında hilal şeklindeydi. Sancak direğinin tepesine gelenekten ötürü minyatür bir Kuran-ı Kerim asılırdı.59 Bir generalin veya sancak beyinin rütbesi, otağının üstüne dikilen atkuyruklarından belli olurdu. Sultan’ın 9 atkuyruğu vardı. Bu sayı sonraları 12’ye yükseltilerek iki sancakta 6’şar tane olarak sergilenir oldu.

Kanuni 1526’da Macaristan’ın Mohaç seferinde sadece 7 atkuyruğu taşımıştır. Yerel yöneticilerin 1 veya 2; beylerbeyinin 2; dört saray vezirinin 3; Baş vezirin 5 atkuyruğu taşıma hakkı vardı. 18. Yüzyılda serasker Emin Paşa’nın 6 atkuyruğu sembolü taşıma hakkı vardı.

Yeniçeri ocağının en büyük komutanı "Yeniçeri Ağası" idi. Yeniçeri Ağası, ocağın kuruluşundan 1451 yılına kadar ocaktan seçilirken bu tarihten sonra Sekbanbaşılardan tayin edilmeye başlandı. Bununla beraber bu kanun daha sonra değiştirilerek ocağın dışından olan kimseler de tayin edilmiştir. Yeniçeri Ağası, Yeniçeri Ocağı ile Acemi Ocağı işlerinden sorumlu idi. Bundan başka İstanbul'un asayişi ile de ilgilenir ve yanında bulunan bir heyetle kol dolaşıp güvenliği sağlardı. Bu sebeple hükümdarlar, bunların güvenilir ve sadık kimselerden olmasına dikkat ederlerdi.

Yeniçeri Ocağı'nın en büyük kumandanı olan Yeniçeri Ağasından sonra Sekbanbaşı gelirdi. Ocak kethüdası veya kul kethüdası, zağarcıbaşı, sansoncubaşı, turnacıbaşı, başçavuş ve muhzır ağa derece sırasıyla ocağın büyük ağalarından idiler. Yeniçeri Ağası ve Sekbanbaşından sonra ocakta en itibarlı olarak yeniçeri efendisi denen ocak kâtibi vardı.

Ocak teşkilatının omurgasını ise aşçılar oluşturuyorlardı ve aşçıbaşılar yeniçerilerin ahlaki eğitimleri ve disiplinlerinden sorumluydular. Kazan-ı Şerif 60 başta olmak üzere her birliğin sahip olduğu kazana atfedilen kutsallık, karakollara kazanlarla yemek dağıtan karakollukçuların komutanı olan baş karakollukçuya kepçeci, her orta-bölük komutanı olan yayabaşına çorbacı denirdi. Her ortanın kışla mutfaklarında bir kazanı vardı.

Yeniçeriler okullarda Arapça, Farsça ve Türkçe öğrenirlerdi. İleri düzeyde olmayan matematik, geometri ve coğrafyanın yanı sıra kaligrafi ve şiir eğitimi alırlardı. Okçuluk, at sürme, cirit, vb. derslerle de askerlikleri geliştirilirdi. Öğrencilere ayrıca hukuk dersleri verilerek kanunnameler öğretilirdi ve zamanı gelince kanunları uygulamaları beklenirdi. Barutun kullanıma geçmesiyle savaş bilimleri derslerine Harkebüs, tüfek ve topçuluk talimleri de eklendi. Okullara alınmayan acemiler yaşı geçene kadar yeniçeri seçilmediği takdirde yerleştirildikleri köylerde ikamet ederlerdi. Nerede olursa olsun bütün yeniçerilerin iyi beslenmesi kuraldı.61

Kapıkulu ocaklarının en itibarlısı olan Yeniçeri Ocağı savaşlarda padişahın bulunduğu merkez kolunda bulunur, savaş esnasında padişah onların arkasında ve ortasında at üzerinde dururdu. Sefere gidişlerde ve konaklarda yeniçeriler padişahın etrafında bulunup onu muhafaza ederlerdi. Osmanlı devletinin farklı bölgelerinde yeniçeri birlikleri de vardı.62

Ünlü kazan kaldırma deyimi devlet politikalarından duydukları memnuniyetsizliğin bir belirtisi, bir isyanın başlangıç işareti olarak kabul edilirdi. Ortalar sefere giderken kazanlarını yanlarında götürerek çadırlarının önüne yerleştirirlerdi. Bir ortanın kazanını kaybetmesi bayrağın düşman eline geçmesinden daha kötü bir durum olarak kabul edilirdi.

Yeniçeriler kazanları olmadan hiçbir hücumun başlamaması gerektiğine inanırlardı. İnanışa göre ocak kurulurken Hacı Bektaş-ı Veli yeniçerilere bu kazanda çorba pişirmiş ve kendi elleriyle dağıtmıştı. Yeniçeriler, Kazan-ı Şerifi63 yerinden kaldırılacak ve altına bir kova su dökülecek olursa dünyanın ters düz olacağına inanırlardı.

Yeniçeriler, Osmanlı ordusundaki oranları az olmasına rağmen düşmana karşı oldukça etkili olmuşlardı. Küçük yaştan itibaren aldıkları profesyonel eğitim sayesinde, savaş meydanlarını kasıp kavuran askerî makineler haline gelmişlerdi. Savaş meydanlarındaki etkinliklerini, zaman zaman yönetim üzerinde de hissettirmiş ve etkili siyasi güce kavuşmuşlardı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun genişlemesinde büyük rol oynamış olan Yeniçeri Ocağı, iki yüzyılı aşkın bir süre sorunsuz bir şekilde idare olunmuştur. 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ocakta, teşkilat nizamının ihlal edilerek, dışarıdan esnaf ve köylülerin asker olarak alınmasıyla bozulma başlanmıştır.64 17.yy’dan itibaren Müslümanlardan da Acemi Ocağı’na alım yapılmaya başlandı.

Devletin ilk yüzyıllarında çok yararlı olan ve Türklerin Rumeli’ye yerleşmesinde etkili olan bu sistem, daha sonra bozulması ile değişik sorunları birlikte getirdi. 16. yüzyılın sonlarından itibaren Padişahın sefere çıkmaması neticesinde ganimet geliri azalan Yeniçeriler, sakat ve yaşlı yoldaşlarına bakmak ve kendi hayatları ile savaşa gidenlerin ailelerinin geçimini ikame etmek için gelir elde etme çabasına girmişlerdir65. Neticesinde; askerlikle ilgisi olmayan ticaret, kahvehane işletmeciliği, hamam işletmeciliği, kayıkçılık, depoculuk, odun ve yakacak işleri gibi sektörlere el atmışlardır.66

18. yüzyıla gelindiğinde İstanbul’da 40 bin kadar, Yeniçeri askerini barındıracak olan 60 odaları mevcuttu. Yeniçeriliğin kaldırıldığı 19. yüzyılda yeniçerilere ait neredeyse her şey yok edildiğinden yeniçeri odalarının tam planları bilinmemektedir67

Yeniçeriler, maaşlarını üç ayda bir alırlardı. Bu konuda ocağın en büyük âmiri olan Yeniçeri Ağası ile herhangi bir nefer arasında fark yoktu. Onun için Yeniçeri Ağası da bu ulûfe işine dâhil edilirdi. Ulûfe, padişahın nezaretinde büyük bir törenle her ortaya torbalar halinde verilirdi. Dağıtılan ulûfenin Salı günü verilmesi kanundu. Üç ayda bir, ulufe denen aylıklarını almak için Topkapı Sarayı, Babüsselam ile Babüssade kapıları arasındaki ikinci avluda toplanan kapıkulu askerlerine, Has fırında pişirilen pide ile saray mutfağında hazırlanan çorba, zerde ve pilavdan oluşan kuşluk yemeği dağıtılır; bu sırada askerin padişaha bağlılığının işareti olmak üzere birde “akide” merasimi yapılırdı.

Yeniçeri ocağının büyük subaylarından kul kethüdası ile muzhırağa Kubbealtı’na gelerek sadrazamın başkanlığındaki divan üyelerine ellerindeki tablalardan mangır biçimindeki akide şekerlerini sunardı. Bu ocaklıların padişaha bağlı olduklarının kanıtı sayılır divandakiler rahatlardı.

Akide töreninin ardından Kubbealtı önünde Fetih suresi okunur, ocaklılar gülbank çeker, Birinci Ağa Bölüğü’nden başlanarak ulufe torbaları dağıtılırdı. Törenden sonra konaklara, evlere, dükkânlara da akide şekerleri giderdi. Akide şekerinin dağıtılması68 Yeniçerilerin bir eylem yapmayacağını, sulh üzerine hayatlarını sürdüreceği mesajını veriyorlardı.

Ramazan ayının ortasında, padişahın askere iltifatı olarak, Saray’dan Yeniçeri Ocağı’na baklava giderdi. 17. yüzyılın sonlarında veya 18. yüzyılın başlarında ortaya çıkmış olan baklava alayı, Ramazan’ın on beşinci günü yapılan Hırka-i Saadet ziyaretinden sonra, Yeniçeri Ocağı neferlerine baklava dağıtılmasıyla gerçekleşirdi. Matbah-ı Amire’ de, Yeniçeri, sipahi, topçu ve cebeci gibi kapıkulu askerinin her on neferine bir tepsi hesabıyla hazırlanan baklava sinileri, örtülere sarılmış olarak Matbah-ı Amire önüne dizilirdi.69

Silahtar Ağa, padişah adına ilk siniyi teslim aldıktan sonra, diğer ortalardan gelen ikişer nefer birer siniyi herhangi bir kargaşaya mahal bırakmadan yüklenirdi. Her bölüğün usta, saka, mütevelli, odabaşı gibi amirleri önde, baklava sinileriyle yürüyenler arkada, açılan kapıdan dışarı çıkarlar, baklava alayını seyretmek için Divan Yolu’nda sıralanmış halk, padişaha ve askere sevgi gösterilerinde bulunurdu. Sini ve futalar ise, ertesi gün Matbah-ı Amire’ ye iade edilirdi. Padişahın askerlerine güzel bir ikramı olan ve belirli bir teşrifatla yapılan baklava alayı, uzun bir süre devam etmiştir.

Yeniçeri Ocağı, 16. yüzyıldan sonra Padişaha veya Hanım sultana yakın bazı liyakatleri kısıtlı kimselerin ocağa alınmasından sonra bozulmaya yüz tutmuştu. Çünkü eğitimsiz ve başıboş kimselerin ocağa girmeleriyle bu askerî teşkilatın disiplini bozulmuştu. Doğrudan siyasete katılan, devlet adamlarını tayin veya azlettiren, padişahları tahttan indiren veya tahta çıkaran bir kuvvet halini almıştı. Diğer taraftan Yeniçerilerin kendileri gibi Bektaşî olan Ahi esnaf ocaklarıyla iç içe olması ve Sultanın aldığı bazı ekonomik ve siyasi tedbirlere Ahi Esnaf Ocaklarıyla birlikte karşı durması Sultanın ve Ulemanın tepkisini çeker olmuştu.

Yeniçerilerin; özellikle İstanbul’da bulunan Yeniçeri Ortaları mensuplarının ticaret hayatına atılması; Yeniçeri Ocağının bozulması gibi lanse edilse de; gerçek bundan farklıdır. Avrupalı imparatorlukların deniz ticareti ile birlikte sömürgeciliğe yönelmesi ve savaşların uzayıp gitmesi, devletin mali sistemini bozmuştu. Anadolu ve Rumeli eyaletlerinde Ayan sınıfının ortaya çıkması ile savaştan geri dönen veya savaşa katılmayan yerel beylerin sayısı artmıştı. Padişahın savaşa katılmaması neticesinde kendisine bağlı Kapıkulu Ocağı'nın da savaşa katılmayışı, savaş esnasında Osmanlı Ordusunun vurucu gücünü azaltmıştır. Yeniçeriler çeşitli neden ve bahanelerden dolayı; 17. ve 18. yüzyıllarda sık sık ayaklanmışlardır.

Talimli askerlerden ziyade mevsimlik paralı askerlerden oluşan bir ordunun savaş alanında modern taktik biçimlenmesine uygun manevralar yapması da imkânsızdı. Zaten İstanbul’da yeni yeni kurulmaya başlanan harp okullarından herhangi bir şekilde mütefennin70 subay çıkmamış olması da bu problemi çok daha derinleştirmekteydi. Paralı askerlerin itaatle ilgili sorunları da bir diğer önemli problemi işaret etmekteydi. Çünkü bunlar modern neferin aksine haklarını alamadıklarını düşündükleri durumlarda isyan etmekte, Sadrazam çadırını basmakta veyahut da en basitinden firar etmekte hiçbir beis görmüyorlardı.

Osmanlıların keskin kılıcı olarak tabir edilen bu ocak, güçsüz padişahlar döneminde devletin kendi elini kesen bir kılıca dönüşmüştür. Ocağın gücü dengelenemediğinde usulsüzlükler ortaya çıkmış ve disiplin bozulmuştur. Esnaf ya da zanaatkâr oldukları için de 18. yüzyıldan itibaren artık yavaş yavaş askeri özelliklerini kaybetmişlerdir.

1790’ların başından itibaren kesintisiz bir şekilde yeniden yapılandırılmaya çalışılan Osmanlı ordusunun savaş performansında büyük bir değişiklik göze çarpmaz. Nitekim Bâb-ı Âli’nin elinde her zaman savaşa hazır bir ordunun bulunmaması, var olan ordunun yapılan “reformlara” rağmen gittikçe artan oranla paralı askerlere dayanması, sefer mevsiminin kısalığı ve lojistik imkânların darlığı, savaşı Osmanlı ordusu açısından içinden çıkılmaz bir kargaşa haline dönüştürmekteydi.

Birçok alanı kapsamasına rağmen özellikle askerî alanda kendini gösteren Nizam-ı Cedid devrinde 3. Selim, 1793’te kapıkulu ocaklarının içerisinde “Bostancı Tüfenkçisi” adıyla Nizam-ı Cedid askeri toplamaya başlamıştır. İçerisinde başta Fransa olmak üzere İsveç, Prusya ve İngiltere’den önceki dönemlerle kıyaslanmayacak kadar fazla uzmanın yer aldığı bu birliklerin erlerinin çoğu, Anadolu’daki Türk köylü ailelerinden seçilmiştir. Nizam-ı Cedid ordusunun kurulmasıyla aynı işi yapan iki askerî sınıf oluşmuş; biri İstanbul ve birkaç vilayette kurulan Padişah’ın gözdesi ve disiplinli birlikler olan Nizam-ı Cedid Ocağı, diğeri ise köklü ve ülkenin her tarafına yayılmış olan Yeniçeri Ocağı idi.

3. Selim, mevcut askerî ocaklardan bilhassa Topçu, Humbaracı ve Lağımcı Ocakları’nın yenileştirilmesi ile de yakından ilgilenmiş, bu ocaklar için kanunnameler yayınlayarak Avrupa’dan çeşitli mühendis ve dökümcüler getirtmiştir. 3. Selim, askerî teknik eğitimi de ele almış ve 1795’te Mühendishane-i Berri-i Hümayun’u kurdurmuştur. Tüm kısıtlılığa rağmen bu okulun orduya önemli katkıları olmuş, Fransa’nın Mısır’ı işgali sırasında buradan mezun olan subaylar başarılar elde etmişlerdir. Ancak Nizam-ı Cedid askerlerinin başarı ve disiplinleri, yeniçerilerin tepkilerine neden olmuş, 1807 Kabakçı Mustafa İsyanı ile bu birlikler tarihe karışmıştır.

3. Selim’den sonra tahta çıkan 4. Mustafa, Nizam-ı Cedid’i tamamen ortadan kaldırmış; ancak 1808’de tahta çıkan 2. Mahmud, batılılaşma tarihimizde yeni bir devri başlatmıştır. 2. Mahmud, Ekim 1808’de “Sekban-ı Cedid”, Mayıs 1826’da da doğrudan doğruya yeniçerilerden vücuda getirilen “Eşkinci” adlarıyla yeni ve modern birlikleri teşkil ettirmiştir. Yalnız bu ocaklar da Nizam-ı Cedid’in durumuna düşerek, talime başlamalarından kısa bir süre sonra yeniçerilerin ayaklanmalarına neden olmuştur.




Yeniçeri Ocağının Kaldırılması:

Yeniçeriler 2. Mahmud’un kendilerine alternatif olarak kurduğu Nizam-ı Cedid ordusunun talimli, düzenli ve disiplinli askerlerini istemiyor71 ve bu ocağın kurulmasına sebep olanlarında kellesini istiyorlardı. Modern ordunun teşekkülü ve çağın teknolojik silahlarını ret ediyorlardı. Bilek gücü ile kılıçlarını sallayarak düşmanı perişan edeceklerini sanıyorlardı Bunun üzerine 2. Mahmud yumruğunu sıktı, ulemadan fetva aldı ve Sancak-ı Şerifi çıkartarak halkın desteğini topladı.72

14 Haziran 1826 yılında yeniçeri ocağının bulunduğu yer olan Et meydanında73 kazan kaldırarak74 isyan eden yeniçerileri, 2. Mahmud’un askerleri ve halk, yeniçerileri kuşattı. 15 Haziran günün sabahında 2. Mahmud yeniçerileri son kez uyarmış ve bu uyarıya saygı göstermeyen yeniçeriler itiraz etmişlerdir.

Bunun üzerine 2. Mahmud; Humbaracı, Lağımcı ve Topçu ocaklarına ateş emri vererek yeniçeri ocağını büyük bir top ateşine maruz bırakmış ve hiçbir yeniçerinin kurtulmasına imkân vermemeye çalışmıştır. Kaçabilen yeniçeriler ise yakalandıkları yerde öldürülmüştü.75

Fatih Sultan Mehmet döneminden bu yana kurumsal olarak 360 yıl kadar Osmanlı Devletine hizmet etmiş olan bu ocak, bir daha doğmamak üzere tarih toprağına gömülerek çekildi. Vaka-yi Hayriye olarak tarihe geçen bu olaydan sonra, onların yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediyye76 adlı ordu kurulmuştur.

Kanunname gereği, başlangıçta 12.000 kişiden oluşturulması düşünülen Asâkir-i Mansure, 1.500’er erden ibaret olup “tertip” denilen sekiz birliğe ayrıldı. Tertip, “kol ve saftan oluşturuldu. Her birliğin komutası “binbaşı” rütbesinde bir subaya verildi.

1828’de kuruluş geliştikçe değişiklikler yapılmaya başlandı. Tertip yerine alay, kol yerine tabur ve saf yerine de bölük terimleri benimsendi. Her alayın üç taburdan kurulması uygun görüldü.

Alay komutanına “miralay”, tabur komutanına “binbaşı” ünvanı verildi. Bir süre sonra alaylar, “hassa” ve “mansure” olmak üzere ikiye ayrıldı ve başlarına “ferik” getirildi. 1832 yılında önce hassa ferikliği sonra da mansure ferikliği “müşirliğe” yükseltilerek; askerî rütbeler, Osmanlı Devleti’nin son zamanlarına kadar devam edecek biçimini aldı.77

Askeri eğitime de önem veren 2. Mahmut, mevcut Mühendishane ’ye yeniden şekil verdiği gibi, bunun yanında Mekteb-i Harbiye ve Tıbbiyeyi kurdurdu. Bir tıp mektebi açılması yolundaki ilk teşebbüsler, 1827 yılında ordunun tabip ve cerrah ihtiyacını karşılamak maksadıyla Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’nin önderliğinde “Tıphane-i Amire’ nin açılmasıyla başladı. Bu mektebin ilk programını hazırlayan Behçet Mustafa Efendi, Türkiye’de modern tıp mektebinin de kurucusu oldu. Tıphane-i Amire’yi 1828’de açılan “Cerrahhane” takip etti.78 Tıphane-i Amire’ de öğretim Fransızca, Cerrahhane’de Türkçe yapılıyordu. Tıphane’de Avrupa’dan gelen hocalar ders veriyordu79


Yüklə 234,25 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə