Türk idari yargi tariHÇESİ


II.Modern İdarenin Oluşması



Yüklə 6,28 Mb.
səhifə7/29
tarix19.07.2018
ölçüsü6,28 Mb.
#56546
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   29

II.Modern İdarenin Oluşması


Türkiye’de idari yargının tarihi, Osmanlı modernleşmesinin tarihidir. İdarenin denetlenmesinin modern araçlarının geliştirilmesi, Osmanlı’da kapitalizmin gelişmesi veya kapitalizmin Osmanlı topraklarına girişiyle bağlantılıdır. İdari yargının varlığı için gerekli olan temel unsur “idare”, yöneten-yönetilen ilişkisinde ilkinin etkinliğini ifade etmek için tarihin her dönemi için kullanılabilecek anlamda idare değil de “yasal-ussal bürokrasi” anlamında idare Osmanlı’da Tanzimat ile oluşturulmaya başlanmıştır.

Osmanlı modernleşmesi Tanzimat, aynı zamanda, kapitalizmin hukuki kuruluşunu da anlatır. Bu nedenle, “modernleşme şablonu” ile açıklanamayacak bir zenginlik barındırır. Modernleşme kapitalizmin toplumsal ve siyasal yapıya yerleşmesidir. Kapitalizmin girdiği coğrafyada yaşacağı eşitsiz gelişme, yani o coğrafyanın en geri toplumsal özelliklerini tamamen tasfiye etmeden kapitalist üretim ilişkilerini yerleştirebilme özelliği, kendisine eşlik eden modernleşmenin de hep eksikli ve çelişkili yaşanması sonucunu doğurur. Bu nedenle gerek Osmanlı ülkesinde kapitalizmin gelişimini ve gerekse Osmanlı modernleşmesini, çizgisel bir tarih anlayışını benimseyerek Avrupa kapitalizminin kalıpları ile okumaya çalışmak ve bu kalıplara uymadığı için şaşırmak veya eleştirmek doğru olmayacaktır.

Aynı durum, Türkiye’de idari yargının tarihi için de geçerlidir. Osmanlı ülkesine giren ve yerleşen kapitalizm toplumsal ve siyasal yapıyı dönüştürmesi ile kamu hizmetleri ile kurulan devlet örgütlenmesi, yasal-ussal idare, yasal statüleri işgal eden kamu görevlileri, düzenli ortak yargı, vatandaşlık bağı, yasama sürecinden geçirilerek oluşturan kanun (nizamname) anlayışı vb.’leri Osmanlı tanzimatının temel yenilikleri olmuştur. İdarenin yargısal denetimi de bu tarihsel bağlam içinde yer alır.

Osmanlı coğrafyası dünyada gelişen kapitalizmin etkisinden uzak kalmamıştır. “Osmanlı 16. yüzyılda başlayan ve adım adım gelişen bir süreç içinde Batı Avrupa merkezli dünya pazarı ile bütünleşmiştir. Başlangıçta tahıl ve hammadde ihracatı biçiminde ortaya çıkan bu bütünleşme, 19. yüzyılla birlikte aynı zamanda Osmanlı ülkesinin yükselen sanayi kapitalizminin mamul ürünlerinin bir pazarı haline gelmesiyle ileri bir evreye ulaşmıştır.”123

Bu süreçte devletin mali bunalımı ve bunu aşma arayışı dönüştürücü müdahalelerin (örn. reformların) tetikleyicisi olmuştur. Devletin mali bunalımı, Batı Avrupa’da ticaret sermayesinin yükselişi ve bunun sonuçlarından biri olarak Ortadoğu/Akdeniz transit ticaretinin gerilemesiyle bağlantılıdır. Ticaret gelirleri zayıfladığı oranda daha masraflı fetihlere girişme arayışı ve ateşli silahlara dayanan merkezi ordunun askeri başarılar için zorunlu olması devletin giderlerini artırmıştır. Ayrıca ticaret yollarının değişmesi nedeniyle devlet gelirlerinde önemli bir azalma yaşanmıştır. Bunun yanısıra, ülke coğrafyası dünya pazarı ile bütünleştiği oranda, devletin doğrudan üretici ile ilişkisinin yerini, üreticinin tüccar ile ilişkisi almış ve bu da devletin doğrudan üreticinin ürettiği artı ürünün gittikçe daha küçük bir bölümüne el koymasına dolayısıyla gelirlerinin azalmasına yol açmıştır.124 Bu nedenlerle devleti yönetenlerin 19. yüzyıldaki temel arayışı, coğrafyayı yeni ve düzenli bir örgütlenme ile denetleyerek gelirlerini artırmak olacaktır.

Kapitalist bütünleşmenin sınıfsal aktörleri tüccar, mültezim (1840’ta kaldırılmakla birlikte ilk sene sonunda vergi gelirlerindeki düşüş nedeniyle hemen geri dönülmüştür) ve bürokratlar olarak saptanabilir. Uluslararası ticaretteki aracı rolünü oynayan (komprador) tüccar, ticaret burjuvazinin çekirdeğini oluşturmuştur. Tüccar ve mültezimin elinde bir parasal sermaye birikimi oluşmuş ve tefeci sermaye ortaya çıkmıştır. Bunlar, Osmanlı’nın kapitalist dünya sistemi ile bütünleşmesinin aracılarıdır. Bürokrasi de bu süreçte bir bölünme yaşamış ve bir kesimi ile gelişen sınıflarla ittifak içine girmiştir. Bölünme, Batı Avrupa’da yükselen kapitalizm karşısında Osmanlı Devletinin yaşadığı iktisadi, siyasi ve askeri bunalıma değişim yoluyla çözüm üretmeyi düşünen yöneticiler ve muhafazakarlar arasında gerçekleşmiştir. Bunun sonucunda bürokrasinin belirli bileşenleri Batılılaşma olarak adlandırdığımız bu sürece maddi çıkarlarla bağlanmıştır.125

Osmanlı tanzimatı, siyasal ve hukuksal alanın, gelişen kapitalist ilişkilere uygun olarak kuruluşudur. Örneğin, “Tanzimat fermanı ilk kez Padişah’ın tebaasına (en başta kapitalist güçlerin koruması altındaki gayrimüslim ve yabancı tüccara ) müsadereye karşı güvence vererek özel mülkiyeti güvence altına almıştır. Arazi Kanunnamesi, belirli sınırlamalara rağmen toprakta özel mülkiyeti tanıyarak yüzyıllara yayılan bir süreç içinde fiilen oluşmuş olan özel mülklere yasal bir kılıf sağlamıştır.”126 Yine örnek vermek gerekirse, Padişah’ın yetkilerini sınırlama yolundaki girişimler, “yeni yükselmekte olan mülk sahibi sınıfların ve politik temsilcilerinin siyasal iktidara adımlarını atma yönündeki eğilimler”127 çerçevesinde de değerlendirilebilir.128 Osmanlı’da kadılık mahkemelerinin yanısıra kurulan ilk modern mahkemelerin, ticaret mahkemeleri (1846) olması da dikkat çekicidir. Şer’i hukuku uygulayan kadılıkların yanısıra modern mahkeme kurulması ihtiyacı Osmanlı topraklarının kapitalist dünya sistemine bağlanmasının sonuçlarından biridir. “Avrupa ülkeleriyle gelişen ticari ilişkiler, ortaya çıkan yeni ekonomik anlaşmazlıklar, İmparatorluk bünyesinde yeni bir örgütlenmeyi zorunlu kılmıştır.”129

Osmanlı’nın 19. yüzyılda yaşadığı bu değişim iki yönlüdür.130 Kapitalist gelişme aynı zamanda yarı-sömürgeleşme olarak yaşanmıştır. Sömürge, siyasal bir kavramdır ve siyasal olarak bir merkez ülke tarafından yönetilen ülke veya bölge anlamına gelir. Yarı-sömürge ise, “politik bağımsızlığına sahip olmakla birlikte, modern devlete özgü bazı işlevsel alanlarda yetkileri emperyalizme devretmiş ülke demektir (Savran:30).” Ulusal paranın yönetimi ve devlet maliyesinin düzenlenmesi, modern devletin ekonomiye ilişkin zorunlu olarak yerine getirmesi gerekli temel işlevlerindendir. 19. yüzyılda Osmanlı, bu iki işlev üzerindeki denetimini de yitirmiş ve emperyalizmin yarı-sömürgesi haline gelmiştir. “Kapitülasyonların yanısıra 1838’de İngilizlerle ve öteki kapitalist güçlerle imzalanan Ticaret Anlaşmaları sonucunda Osmanlı devletinin kendi gümrükleri üzerindeki denetimini yitirmesi ile ilk belirtileri ortaya çıkan bu süreç, ardıl yüzyılın ikinci yarısında dev adımlarla gelişmiştir. 1856’da yabancı sermaye tarafından kurulan Osmanlı Bankası, 1862 yılında ülkenin Merkez Bankası rolünü üstlen[miştir]. Böylece ulusal paranın yönetimi dış güçlere devredilmiş, yarı-sömürge statüsüne doğru büyük bir adım atıl[mıştır]. Süreç, 1854’te başlayan dış borçlanmanın yarattığı bunalım sonucunda Osmanlı maliyesinin yönetiminin yabancı devlet temsilcilerinden oluşan bir idareye, Düyun-u Umumiye’ye devredilmesi ile tamamlanmıştır (Savran:30-1).

Osmanlı tanzimatının bir yandan kapitalizmin hukuksal-siyasal kurumlarını yaratır ve bu anlamda Cumhuriyeti öncelerken yarı-sömürgeleşme süreciyle de yeni gericilikler yaratmış olduğu da bu dönem gelişmeler değerlendirilirken gözden uzak tutulmamalıdır. Savran’ın saptamasıyla “emperyalizm çağında kapitalizmin yeni gelişmeye başladığı ülkelerde, kapitalizm bir yandan da yepyeni türden gericiliklerin kaynağı olur. İleri bir atılıma gerici bir biçim kazandıran bu yeni dünya durumu, Türkiye’nin tarihine damgasını bütün gücüyle vurmuştur (Savran:31).”

Tanzimat, Osmanlı Devletinde modern bürokrasinin ve idareden ayrı bir yargı işlevinin kuruluşudur. Ancak bunun basitçe bürokratik yenilenme veya modernleşme olarak anlaşılmaması gerektiğini, yukarıda kısaca vermeye çalıştığımız maddi dönüşümlerle birlikte düşünülmesi gerektiğini hatırlatalım. Marx’ın saptamasıyla “bürokrasi, sivil toplumun (üretim ilişkileri alanının –OK) devlet biçimciliğidir. (Bir korporasyon olarak) devletin bilinci, devletin iradesi, devletin gücüdür .... Bürokrasi gerçek devletin yanındaki imgesel devlettir; devletin ruhsallığıdır. Bunun sonucunda devlete ilişkin herşey biri gerçek, biri bürokratik olmak üzere çift anlamlıdır. Bürokrasi, devletin varoluşunu, toplumun ruhsal varoluşunu elinde tutar.”131 Osmanlı tanzimatında yaşanan bürokratik dönüşümü anlatmak aynı zamanda, gerçek devletteki ve bunun da ötesinde üretim ilişkileri alanındaki (sivil toplumdaki) dönüşümü anlatmaktır. Sorun bunlar arasındaki bağlantının her seferinde yeniden kurulmasıdır. Türkiye’de idari yargının tarihine ilişkin bir çalışmada, bürokratik yenilenme zaten konuyla bağlantısı çerçevesinde ele alınan sınırlı bir başlıkken böylesi bir girişimde bulunabilmemiz mümkün değildir. Bunun yerine, bürokratik dönüşüm ile diğerleri arasındaki bağlantının varlığını varsaymakla yetiniyoruz.

Osmanlı’da modern idarenin doğuşu, “yönetici sınıfın kalemiye diye bilinen dalının 1830’lardan sonra, mülkiye diye bilinen yeni bir oluşuma dönüşmesi”nden132 izlenebilir. Bu dönüşüm, Osmanlı modernleşmesinin rahatlıkla takip edilebileceği açık bir olgusallığa sahiptir.

Osmanlı idaresini, saray ve padişahın kulları ile tanımlayabiliriz. İmparatorluk coğrafyasına yayılmış bir Osmanlı idaresinden söz edilebilmesi güçtür.133 Bununla bağlantılı olarak da idarenin denetlenmesinde, yöneten-yönetilen ilişkisinden doğan haksızlıkların giderilmesi için kurulan, kurumsallığı zayıf bir mekanizma sözkonusudur.

Geleneksel Osmanlı idaresinde bürokrasinin boyutları hakkında fikir verebilmek için kalemiye sınıfına ilişkin sayılardan yararlanabiliriz. Findley, hem başkentteki hem de taşradaki dairelerde hizmet eden katiplerin sayısını, 1790 yılı itibariyle yaklaşık 2000 olarak vermektedir.134

Çeşitli şekillerde iktidar kullanan kişilerin sayısının bu denli az olmadığı açıktır. Ancak hükümdarla açıkça görev bağlantısı içinde olan veya açıkça onun kulu olarak görev yapan, tebaanın karşısına bu sıfatla çıkan kişilerin sayısı azdır. Tebaanın idare ile teması bu nedenle sınırlıdır. Bunun dışında devlet hizmetlerindeki sınırlılık da aynı sonucu doğurmaktadır. Bu durumda, uyrukların yöneticilerden kaynaklanan şikayetleri için, düzenli/sistemli/kurumsallaşmış bir denetim yaratılmamış olması açıklanabilir.

1800’lerden itibaren devletin, teşkilatı aracılığıyla, kendi örgütü ve adamları aracılığıyla hakimiyet alanını yönetme çabasının sonucu olarak idare oluşmaya başlamıştır. “Merkezileşmeyi, iktidarın sarayda toplanması olarak algılayan II Mahmut (1808-1839) bile kendisini uzak eyaletlerde ve dışarıda temsil edecek bir üst düzey hükümet hizmetlileri kadrosuna ihtiyaç olduğunu” görmüş ve bunu yaratmaya çalışmıştır.135 II. Mahmut, ilk nezaretleri kurmuş; memur rütbelerinde yeni bir hiyerarşi oluşturmuş; eski yüksek mevkilere yıllık tevcihat uygulamasını kaldırmış; eski tahsisat sistemi yerine maaş sistemini getirmiş; memurların eğitimi için yeni okullar açmış ve kulluğun bazı temel unsurlarını ilga etmiştir.136 Çağdaş bir mülkiye personel sisteminin temellerini atan bu yenilikler 1877 yılında personel sicil sisteminin kurulması;137 1880’lerde memurların ilerlemesi ve emekli olmasının düzenlenmesi, emekli sandığı oluşturulması ve mülkiye memurları komisyonunun kurulması ile yerleştirilmiş ve geliştirilmiştir.138 Bu yenilikler hiçbir zaman tam olarak gerçekleştirilememiştir. Örneğin maaş sistemi Cumhuriyete kadar hiçbir zaman düzgün işlememiştir. Ancak bunlar, evrim sürecini besleyen temel kanallar olmuştur.

Devlet görevlileri sisteminde, mülkiyeye, modern idareye doğru yaşanan bu gelişmeler sonucunda, memur sayısında önemli bir artış yaşanmıştır. 1877 yılı itibariyle sicil kayıtlarından yola çıkılarak yetmiş bin sayısı verilmektedir. Karal’ın saptamasıyla, “II. Abdülhamit devrinde, mülki idarede kullanılan memurlarda büyük bir artışın meydana geldiği görülmektedir. Böylece devlet idaresi bürokratik bir karakter kazanmıştır.”139 “Mülkiye memurlarının sayıca artışı, hükümet işlevlerindeki çeşitlenmeyi ve bu çeşitlenmenin tebaanın yaşamına doğrudan etkisini” de yansıtmaktadır.140 Verdiğimi sayı katiplere ilişkindir. Bunun dışında, Findley’in saptamasıyla, “İmparatorluk çapında altyapı yaratması gereken bakanlıklarda çalışan memurların sayısı çok daha fazlaydı. Âyana karşı başlatılan hareketin ardından, mülkiye memurları yerel yönetimlerde (taşrada -OK) ilk defa birincil düzeyde sorumluluk aldılar. Laik bir hukuk ve adli sistemin kurulmasıyla ilk kez önemli adli yetkilere sahip oldular. Modern nüfus sayım ve yazım sistemleri, Osmanlı uyruklarının nüfus kağıtları ve pasaport almak için devlet memurlarıyla ilişkiye girmelerini gerektirdi. Maarif Nezareti’nin denetimindeki yeni okullardaki öğretmenler köken olarak bürokrattılar. Memurlar, tüccar ve hacıların hareketlerini kısıtlayan karantinalarda da önemli bir rol oynuyorlardı. Mülkiye memurları daha önce hiçbir zaman olmadığı kadar halkla yüz yüze gelmişlerdi.”141

Aşağıda, idari yargının tarihsel evriminin başlangıcı olarak ele alacağımız, taşra meclisleri (muhassıllık meclisleri, eyalet meclisleri), modern idarenin oluşmasında önemli aşama olan Devletin taşra örgütlenmesinin yenilenmesi çerçevesinde yer alır. Devlet örgütlenmesinde, mali merkezileşme arayışıyla birlikte işlev farklılaşması da başlamıştır: Muhassıllık örgütünün oluşturulmasıyla İmparatorluğun kuruluşundan beri hem mali ve hem de idari-askeri görevler yüklenmiş olan vali, sancakbeyi daha sonraları mütesellimlerin mali yükümlülükleri kaldırılmış; sancakların her türlü vergi gelirlerinin toplatılması işi merkezden atanmış muhasıllara bırakılmıştır.142

Taşra örgütlenmesinin dönüştürülmesinde sadece bir işlev farklılaşması değil, devlet için işlev üstlenilmesi de sözkonusudur: “Eyalet Meclisleri Talimâtnamesinin (1849) altıncı bölümü (42-48. maddeler) ülkenin bayındırlık ve eğitim-öğretim işleriyle meclisin ilişkilerine ayrılmıştır. Açılmış bulunan ve açılacak okullar için belirlenmiş kuralların eksiksiz uygulanmasını meclis denetleyecektir. ... ziraat müdürleriyle Nafia Nezaretinin ziraatı geliştirmek için gerekenleri yapmaları, bağ, bahçe ve tarlalara zarar veren şeylerle savaşılması, tapu işlerinin dürüstçe yürütülmesi gibi işlerle de meclis görevlendirilmektedir. Ayrıca yapılacak binaların yönetmeliğe uygunluğunu denetlemek, yolları geniş tutmak, sokak ve caddelerin temizliğine dikkat etmek gibi belediye hizmetlerinin denetlenmesi işi de meclise verilmektedir.”143

Taşra, devletin işlevleri temelinde yeniden örgütlenmiştir. Eyalet merkezlerinde, bütün hazine gelirlerinin toplandığı ve giderlerin tek elden karşılandığı sandıklar (önceleri sandık emininin yönetimindeki memleket sandıkları, daha sonra sarrafların yönetimindeki mal sandıkları) oluşturulmuştur. Eyalet sınırları içinde görev yapan bütün memurlara ve askerlere maaşları buradan ödenmiştir.144

Çadırcı, Tanzimat’ın ilk döneminde eyalet merkezlerindeki görevlileri belirlemiştir. Bunların incelenmesi, devlet hizmetlerinin henüz çok sınırlı olarak örgütlendiğini, egemenliğe ilişkin temel hizmetlerle sınırlı olarak teşkilatlandırıldığını göstermektedir. Bu görevliler, kamu hizmetleriyle bağlı modern idari teşkilatın oluşumuna işaret etmektedir. Çadırcı bu bürokratik yapıyı belirginleştirmek için 1848 yılı Ankara Eyalet merkezinde görev almış memurları ve maaşlarını listelemiştir. Maaşları bir kenara bırakarak, oluşmakta olan idare hakkında fikir vermesi amacıyla Ankara Eyaleti merkezindeki devlet görevlilerini aktaralım: Ankara Eyaleti mutasarrıfı, defterdarı, mal katibi, iki mal katibi refiki, tahrirat katibi, tahrirat katibi refiki, defteri katibi, sandık sarrafı, beş karantinahane memuru, nüfus nazırı, on dört nüfus mukayyidi, posta müdürü, üç posta memuru, süvari ve piyade zaptiye askeri.145

Taşrada yerleştirilmeye çalışılan yeni örgütlenme doğal olarak işgücüne ihtiyaç duymaktadır. İşlev yenilenmesi/yaratılması, yeni beceriler ve hukuki güvenceler ile donatılmış işgücü arayışına da yol açmıştır. Memur sistemine ilişkin düzenlemelere yukarıda değinmiştik. Mu işgücü ihtiyacını yeni usullerle karşılayabilmek için özetle “memurluğun, devletçe bir meslek olarak kabul edildiğini”, maaş, disiplin, sicil emeklilik gibi hususların düzenlendiğini söyleyebiliriz.146

Memur hukukunun tarihini ilgilendiren bu düzenlemeler bir yana, konumuz bakımından öneli olan nokta, yetki ve görev alanları düzenli kurallarla belirlenmiş eğitimli, profesyonel ve görevlerinden sorumlu memurların ve dolayısıyla idarenin ortaya çıkmasıdır.



Taşrada, şahısa bağlı olmayan, kurallar ve işlemler üzerine kurulu modern idarenin ortaya çıkmasından önemli bir aşama görevlilerin sorumluluklarının belirlenmesi olmuştur.

“Meclis-i Ahkâm-i Adliye 22 Eylül 1858’de ‘Vali, mutasarrıf ve kaymakamların vazifelerini şamil talimat’ başlığı ile mülkiye memurları için bazı esaslar tesbit ve tamim etmiştir.”147 Bu esaslarda, kanuna bağlılık tüm memurlar için zorunluluk haline getirilmiştir. “Büyük, küçük bütün devlet memurları, halk gibi, kanuna saygı göstermeye mecburdurlar.” Görevlinin yasaya bağlılığı anlayışı benimsenmiştir. Henüz, idarenin yasallığı değil, görevlinin yasaya bağlılığı sözkonusudur. Aşağıda ele alacağımız gibi, idarenin denetlenmesinde de bu ayrım eksikliği belirgindir. Görevli ile görev arasında henüz tam bir ayrım yapılamamaktadır.

“1869’da neşredilen (Dairei Umumiyei Vilâyet Nizamnâmesi) ile mülkiye memurlarının validen nahiye müdürüne ve hattâ muhtara kadar olan kademelerine göre yetki ve sorumluluğu tesbit edilmiştir.”148 Ayrıca, 1849 düzenlemesinde, görevlinin kişisel olarak ceza sorumluluğu anlayışından, emri altındakiler tarafından yerine getirilse de “görev”den sorumluluk anlayışının gelişmeye başladığının izleri bulunmaktadır. 1849 Eyalet Meclisleri Talimatnamesi’nin eki niteliğinde olan yönetmelikte valilerin görevleri belirlenmiştir. Buna göre, örneğin, “hiç kimseye zulmedilmeyecek, işkence ve eziyet yapılmayacaktır. Yapıldığı anlaşılırsa valiler sorumlu tutulacaktır. ... Hukuk davalarında vali ve diğer görevliler, belli vergiler dışında, cerime, rüşvet, buyruldu harcı, hediye ve başka adlarla para ve eşya almayacaklar; aksi takdirde özel sorumluluk valinin olacaktır.” 149

Devletin görevlilerine ilişkin olarak Tanzimat döneminde gerçekleştirilen yenilikler, 1876 Anayasasında, genel anayasal ilkelere dönüşmüştür (Anayasa, m.39, 40, 41).

Anayasanın Memurin başlıklı bölümünde yer alan 39. madde memuriyete girişte “ehil ve müstahak” olma koşulu ve memuriyet güvencesi getirmiştir. Konumuz bakımından 40. madde önemlidir: “her memuriyetin vezayifi nizamı mahsus ile tayin olunacağından her memur kendü vazifesi dairesinde mes’uldür.” Memuriyet, memurdan ayrılmaya başlamıştır. Memuriyetin, kanunla belirlenmiş bir görev ve yetki alanı vardır. Memur, kendi görev alanında sorumludur. 1876 Anayasasının 41. maddesinde, idarenin yasalar çerçevesinde tutulması için ek düzenleme getirilmiştir: “Memurun âmirine hürmet ve riayeti lâzımeden ise de itaati kanunun tâyin ettiği daireye mahsustur. Hilâfı kanun olan umurda amire itaat mes’uliyetten kurtulmağa mesar olamaz.” Bu hüküm, günümüzdeki kanunsuz emir kurumunu hatırlatmaktadır. Ancak daha önemli olan nokta, “kanunun tâyin ettiği daire”nin idare (memur) için bir sınır olarak konulmasıdır.

Memurun (idarenin) yasalar çerçevesinde hareket etmesi anayasal bir kural haline gelmiştir. Bu tarih için “idarenin yasallığı” ilkesinden söz edilemez. Ancak, “memuriyetin yasallığı” bir anayasal kural haline gelmiştir. Devlet görevlilerini, bu çerçevenin dışına çıktıklarında denetlemek üzere ceza kanunu çıkarılmıştır. Ayrıca, taşrada ve merkezdeki meclislere idare aleyhindeki şikayetleri halletme yetkisi verilmiştir.

İdari yargının tarihi, Osmanlı’da modern idarenin ortaya çıkışı sürecinde yer alır. Tanzimat, taşra örgütlenmesini yeniden kurmuş ve bununla eş zamanlı olarak da merkezde danışma, yasama, yargılama ve denetleme için kurumsal yapılar oluşturmaya çalışmıştır. İlerleyen bölümlerde idari yargının tarihi, bu yeniden örgütlenme sürecinin içinden kurulmaya çalışılacaktır.


Yüklə 6,28 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   29




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə