TüRKİye selçuklulari döneminde biLİmsel ortam ve ahiLİĞİn doğUŞuna etkiSİ prof. Dr. MİKAİl bayram[1] GİRİŞ



Yüklə 79,5 Kb.
tarix07.08.2018
ölçüsü79,5 Kb.
#60974

TÜRKİYE SELÇUKLULARI DÖNEMİNDE BİLİMSEL ORTAM
                             VE AHİLİĞİN DOĞUŞUNA ETKİSİ

                                PROF. DR. MİKAİL BAYRAM[1]

GİRİŞ

Ünlü Osmanlı Tarihçisi Aşıkpaşazade, Tarih-i al-i Osman adlı eserinde Türkiye Selçukluları za­manında Anadolu'da Türkmen çevrelerde ku­rulan sosyal, kültürel ve siyası kuruluşlardan biri olarak Ahi teşkilâtını (ahiyan-ı Rum) anmaktadır. Bu yazar Ba­cıyan-ı Rum (Anadolu Bacılar) diye Türkmen kadınlara mahsus bir örgütten de bahseder.[2] Bu örgütün Ahi teş­kilatının kadınlar kolu olduğu anlaşılmış bulunmakta­dır. Esasen bu iki teşkilat Selçuklu Sultanı I. Gıyaseddin Keyhüsrev'in ikinci saltanatı yıllarında Selçuklu Devle­ri'ni yeniden yapılandırma çalışmalarının bir parçası ola­rak devlerin destek ve himayesinde kurulduğu görül­mektedir. Bu Sultan'ın Ahi ve Bacılar için Kayseri'de bir sanayi sitesi inşaa ettiğini de biliyoruz. Araştırmalar, Türkiye Selçukları Dönemi'nde Ahi teşkilâtının ilk ola­rak Orta Anadolu'da (Kayseri) XIII. yüzyılın başlarında ortaya çıkrığını ve bu asır içinde bürün Anadolu'ya ya­yıldığını göstermektedir. Özellikle Türkmenlerin Uluğ Sultan diye andıkları I. Alaeddin Keykubad zamanında bütün Anadolu'ya yayılmış ve devlerin yapısı içinde yer almıştır. O dönemde belediye ve emniyet hizmetleri bu iki kuruluşa gördürülmüştür.

Anadolu’da Ahi Teşkilatı'nın zuhu­rundan önce Azerbaycan'ın muhtelif şe­hir ve kasabalarında Türkmenler arasın­da Ahilik mesleğine mensup, kendileri­ne Ahi denilen esnaf ve sanatkar insanlar vardı. Fakat bunların bir örgüt hiyerarşi­si içinde bulunmadıkları, münferit mes­lekî faaliyetleri icra edenler oldukları gö­rülmektedir. Bilhassa Ahlatşahlar (Sök­menoğulları) Devleri dönemi'nde Ahile­rin Sökmenler ülkesinde yaygın oldukla­rını biliyoruz. Vakıa Anadolu'daki ilk ahilerin hemen hepsi Azerbaycan'dan ve bahusus Sökmen ilinden gelmiş kişiler oldukları görülmektedir. Anadolu Ahi Teşkilatı 'nın baş mimarı sayılan debbağların (derici esnafının) piri olup, Ahi Evren diye ünlenen Hace Nasırüddin Mahmud, Hoyludur. Ahi Türk ve kardeşi Ahi Başara Urmiyelidir. Hoy ve Urmiye o dönemde Sökmen iline dahil idi. Tacir Mevdud'un oğulları Ahi Şihabeddin Çoban ve Ahi Bed­reddin Yaman Ahlatlıdırlar. Ahi Ahmer Nahcevanlıdır. Ahi Yusuf Sürmarlıdır. Velhasıl Merendli, Tebrizli, Zen­canlı, Merağalı Ahiler bulunmakradır.

34. Abbasi Halifesi en-Nasır Li dinillah'ın kurduğu Fütüvvet teşkilâtının üyeleri olan bu ilk Ahiler Anado­lu’da örgütlenerek esnaf ve sanatkarları içine alan bir ku­ruluş olarak ortaya çıkmıştır. Başlangıçta Ahilik Fürüv­vet teşkilatının içinde teşekkül ermiş ise de bilahare ay­rı bir biçimde yapılanmış, Fütüvvet teşkilatı ortadan kalktıktan sonra da Ahilik Anadolu’da varlığını uzun süre devam ettirmiştir. Bugüne kadar Ahilik üzerinde yapılan çalışmalarda genel olarak Ahi teşkilatının yapısı, kültürel, sosyal ve ekonomik yönü üzerinde durulmuş­tur. Ahi teşkilatının bilimsel temeli ve Anadolu Ahiliği­nin bilimle ilişkisi üzerinde durulmamış ve araştırmala­ra konu olmamıştır. Burada Selçuklular Dönemi'nde Anadolu Ahi Teşkilatı'nın bilimsel alt yapısı ve Ahilerin bilime yaklaşımları, bu yöndeki düşünce ve anlayışları ele alı­nacaktır.

A. AHİLİĞİN KURULOUĞU DÖNEMDE ANADOLU'DA BİLİMSEL ORTAM

Türkiye Selçukluları ve Orta Anado­lu’da 100 kûsûr yıl iktidar olup, bilaha­re Selçuklular tarafından ortadan kaldırı­lan Danişmend oğulları Devleti Döne­mi'nde Anadolu'da yoğun bir bir bilim­sel faaliyet göze çarpmaktadır. Danişmend Oğulları Devleri ortadan kaldırıldıktan sonra da Danişmendlilerin koyduğu bilimsel gelenek Danişmend ilinde devam etmiştir, Anadolu Selçukluları Devleri'nin kuruluşunu rakip eden ilk 150 yıl ve Danişmendoğulla­rı Dönemi'nde Anadolu'da telif edilen eserlerin hemen tamamı tıp, astronomi (heyet) matematik, felsefe gibi aklî ve tabiî ilimlere dairdir. Bu dönemde Anadolu'da bulunan bilim adamları bu yönde faaliyet göstermişler­dir. O dönemlerde Anadolu'ya gelip Kayseri'ye yerleşen Ömer b. Muhammed b. Ali es-Savî ''Akaid-i Ehl-i Sün­net'' adlı eserinin önsözünde; ''Diyar-ı Rum'a geldim. Her­kesin ilm-i nucûm (Astronomi) ile uğraşmakta olduğunu dini ilimlerden bi-haber olduklarını gürdüm'' diyerek bu gerçeği ifade etmekte ve dini ilimlere olan ihtiyacı karşılamak amacıyla eserini yazdığını bildirmektedir.[3] Anadolu.da felsefeye ve tabiat bilimlerine yönelişin sebebi ilk devir Selçuklu sultanlarının ve Danişmendli devler adamları­nın Mu'tezile mezhebi eğilimli olmalarından kaynaklan­maktadır.

Bilindiği gibi Mu'tezile Mezhebi İslâm'ın doğuşun­dan bir asır sonra ortaya çıkmış, İslâm dinini, akıl ölçü ve kurallarına göre yorumlayan dini ve felsefi bir harekettir. Mu'tezile mezhebi mensuplarına İslâm dünyası rasyonalistleri (ak­liyeciler) tabir edilir. Bir dönem­de Abbasilerin Mu’tezile'yi resmi mezhep olarak kabul ettiler. Fa­kat IV. Hicri asırda Eş'ari ve Ma­turidî mezheplerinin devletler ta­rafından desteklenmesi ve tasav­vufî düşüncenin rağbet kazanma­sı sonucu Mu'tezile mezhebi geri plâna itildi. Hatta mensupları ta­kibe uğradı. Büyük Selçuklu Devleri kurulduktan sonra Tuğrul Bey'in Veziri Amidü'l-Mülk Ebu Nasr el-Kün­dürî Mu'tezile mezhebinden olduğu için bu mezhebi ye­niden ihya etmek istedi. Eş'arilere karşı savaş açtı.[4] Böy­lece Abbasiler zamanında bir dönemde başlayan Mu’te­zile-Eş'ari mezhebi mücadelesi yeniden gündeme geldi. Bu durum, Eş'ariler arasında büyük bir huzursuzluk ya­rattı. Vezir el-Kündürî aleyhtarı büyük bir siyasî ve dinî mücadele başlatıldı. Eş'ari mezhebinden olan meşhur mutasavvıf Ebü'l-Kasım el Kuşeyrî ''şikayetu ehli's-sünne ma nalehum mine'l-mihne'' adlı bir eser yayınlayarak bu şi­kâyetleri dile getirdi Bu şikâyetlerin Tuğrul Bey'e de ulaştırıldığı anlaşılmaktadır.[5] Abbasi Halifesi el-Kaim bi-Emrillah ünlü Eş'ari mezhebi siyaset bilimcisi Maver­dî'yi diplomat olarak Tuğrul Bey'in yanına göndererek el-Kündürî aleyhtarı şikayetleri Türk sultanına iletmiş olmalıdır. Bu şikâyetler Kündürî'nin azline ve tutuklanmasına daha sonra da idamına sebep olan en önemli olay­lar arasında yer aldığı muhakkaktır.

Selçuklu hanedan ailesinden bazı şehzadelerin Ebu Nasr el-Kündürî'nin yürüttüğü dini, siyasi politikadan yana oldukları anlaşılmaktadır. Yani bazı hanedan men­subu kişiler ve bunlara yakınlığı olanlar arasında Mu'te­zile eğilimli kişiler ve şehzadeler vardı. Bu Mu’tezile fi­kirlerin hanedan üyeleri arasında taraftar bulması Sel­çuklu ailesinin muallimi olarak nitelendirilen Türkmen Danişmend Ali Taylu'dan (Danişmendoğullarının ceddi) kaynaklandığı sonucuna varmak imkan dahilindedir. Ta­rihçi Beyhaki'nin anlattıklarına bakılırsa Buharalı olan bu Türkmen Danişmend Ali Taylu başlangıçtan itibaren Selçuklu ailesi ile temas halinde bulunmuş ve Selçuklu Devleri'nin kuruluşunda pay sahibi olan bir kişidir. Kız vererek Selçuklu ailesiyle akrabalık da tesis etmiştir. Kaynakların bildirdiğine göre Kutalmış'ın kayınpederi olmuştur.)[6]

Süryani tarihçi Ebu'l'Ferec, Danişmend Ali Tay­lunun oğlu ve Danişmendoğlu Devleti'nin kurucusu Melik Ahmed Gazi'den Anadolu fatihi Süleyman Şah'ın dayısı diye söz ederken bu gerçeği dile getirmektedir.[7] Kutalmış'ın bu Danişmend Ali Taylunun damadı ve ta­lebesi olduğu anlaşılıyor. Kutalmış ile Vezir Kündürî arasında da ilişki bulunduğu açıktır. Bu durum Kutal­mış'ın Kündüri gibi Mu’tezile mezhebinden olduğunu gösteriyor. İbnü'l-Esir'in Kutalmış hakkında verdiği bil­giler bunu te'yid etmektedir. Ba­kınız İbnü'1 Esir ne diyor: ''Şaşıla­cak şeydir ki Kutalmış, Türk olması­na rağmen astronomi ilmini çok iyi biliyordu. Bundan başka felsefe gele­neği ile ilgili bilimleri de biliyordu. Kendisinden sonra oğulları ve ahfadı da felsefe geleneğinden gelen ilimleri öğrenmeye devam ettiler. Ve bu alanda isim yapmış olan bilim adamlarını himayelerine aldılar. Bu durum on­ların dini inançlarında pürüz mey­dana getirdi''.[8] Burada görüldüğü üzere bu bilgileri veren Eş'ari mezhebinden olan İbnü'1 ­Esir, Kutalmış'ın astronomi ve felsefe bilmesini tuhaf bulmakta bu felsefi bilgilerin onun dini inanışında yer tutmasını da hoş bulmamaktadır. Bu yorum Kutalmış'ın Mu’tezile mezhebine eğilimi bulunduğunu gösteriyor. İşte İslâmda bu bilimsel geleneği yaratan da Murezile mezhebidir.

Danişmend Oğullannın Kayseri şehir muhafızı ol­duğu bildiren İbnü'l-Kemal diye ünlenen Kayserili İlyas b. Ahmed adlı bir zat Danişmendoğlu Melik Ahmed Gazi'ye sunduğu ''Keşfü'l-akabe'' adlı astronomiye dair olan eserinin önsözünde Melik Ahmed Gazi hakkında şöyle diyor: ,, Pek çok filozoflar ve faziletli kişiler ve dünya­nın dört bir yanından akliyeciler ( ehl-i ukul ) o yüce zata yö­neldiler ve her biri sahip oldukları ilimlerini yaymaları ve ilimlerini uyguladıkları ölçüde o Hazretin cömertlik denizin­den pay almaktalar''.[9]

Görüldüğü üzere Melik Ahmed Gazi de aynen eniştesi Kutalmış gibi felsefe geleneğinden gelen bir kişidir. Kendisine Danişmend denmesi de bundandır.

Kutalmış'ın oğulları ve ahfadı olan Türkiye Selçuk­lularının ilk sultanları, dini ve ilmi konumları hakkında fazla bir bilgi mevcut değildir. En azından Anadolu’nun fatihi Süleyman Şah-ın babasının yolunda ve onun anla­yışında olduğu rahatlıkla söylenebilir. Türkiye Selçuklu­ları sultanlarının da atalarından gelen geleneği sürdür­düklerini İbnü'l-Esir bildirmektedir. Bununla beraber II. Kılıç Arslan'ın felsefi konulara ilgi duyduğunu ve bu konudaki ilmî tartışmalara katıldığını Süryani Mihail bildirmektedir.[10] İbn Bibi 1. G. Keyhüsrev'in İbn Si­na 'nın hayranlarından olduğunu bildirmektedir.[11] Mu­taassıb bir şafii olan İbnü'l-Esir II. Kılıç Arslan'ın diğer oğlu II. Süleymanşah için şöyle diyor: ''Ancak onun itika­dının bozuk olduğu felsefi inançlar taşıdığı bu inançta olan kimseleri himaye ettiği onlara destek verdiği bildirilmekte­dir''.[12] Demek oluyor ki bu bilimsel ve felsefi gelenek Anadolu'da devam etmiştir. İşte buna benzer haberler Selçuklular zamanında (ilk bir buçuk asırda) Anadolu'da devlet adamlarının Mu'tezile mezhebine yatkın oldukl­arını ortaya koymaktadır.



B. BİLİMİN İŞE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ VE UYGULAMASl

Türkiye Selçukluları Dönemi'nde devlet adamları­nın tabiat bilimlerine ve felsefeye ilgi duymaları bilim adamlarını bu alanda eserler vermeye ve fikir üretmeye yön­lendirmiştir. Yukarıda da ifade edildiği üzere bu dönemde te'lif edilen eserlerin hemen tamamı bu bilimlere dairdir. Bu alandaki çalışmalar bilimin iş alanında uygulanması ve insanların bilimden ya­rarlandırılması düşüncesinin doğması­na vesile olmuştur. Bilimin işe dönüş­türülmesi ön plâna çıkmış ve bunun uy­gulaması için çaba sarf edildiği görül­mektedir.

II. Kılıç Arslan zamanında Kayse­ri'de yaşayan Tiflisli Hubeyş bin İbra­him ''Beyanü's-sınaat'' adlı eserinde san'at alanında bilimden yararlanmanın yollarını göstermeye çalışmakta ve san'at alanında bilim­den geniş ölçüde yararlanılabileceğini savunmaktadır.[13] Aynı dönemde Diyarbekir Artukluları Devri bilgini Ciz­reli Ebu'l İzz İsmail b. er-Rezzaz (602/1205) ''el-Cami' beyne'l-ilm ve'l-amel'' (ilim ile amelin birleştirilmesi) adlı eserinde pek çok otomatik makinelerin projesini çizerek ilmin amele dönüştürülmesi yollarını göstermektedir.[14] Yukarıda adı geçen Keşfü'l-akabe adlı eserde de bilim adamlarının bilimi uygulamaları ölçüsünde değer kazan­dılar derken bu hususu ifade etmiş olmaktadır.

Gene XIII. yüzyılın başlarında bir Kübrevî Şeyhi olan Necmeddin Daye de Sultan Alaaddin Keykubad'a sunduğu Mirsadü'l-ibad adlı eserinde sanatı ilmin insan ruhunda meydana getirdiği gücün neticesi olarak gör­mekte ve san'atı insanın sahip olduğu ilmi sayesinde ak­lın direktifi ile kullandığı birtakım alet ve edavat vasıta­sı ile ruhunu eşya üzerinde göstermeye çalışmasıdır şek­linde tarif ederek ilim ile san'at arasındaki ilişkiyi belirt­meye çalışmaktadır.[15]

Bu düşüncenin Anadolu'da bir süre gelişme göster­diği ve uygulama alanı bulduğu görülmektedir. O devir­de bu zihniyetin uygulayıcıları Anadolu'nun hirfet ve zenaat erbabı olan Ahiler idi. Anadolu'da Ahi teşkilatı­nın kurucusu olarak tanınan Ahi Evren'in bu konuya özel bir önem verdiği görülmektedir. O eserlerinde sık sık ilmi iş ve sanat alanında kullanmak gerektiğini ifade eder.[16] İlmin amelden önce geldiğini ilimsiz amelin fay­da saylamayacağını kişi ilmini uyguladığı ölçüde mak­bul insan olacağını savunmaktadır.[17] Bir başka yerde de insan ruhunda teorik (nazarî) ve pratik (amelî) güçler bulunduğunu bu iki gücün birlikteliğini vurgulayarak ilimle oluşan ruhtaki irade ve kudretin pratik gücü mey­dana getirdiğini ve bunun iş ve üretime yönlendirilmesi fikrini savunmaktadır.[18]

Zaten Anadolu'da Ahi teşkilatının kuruluş amaçla­rından biri de ilmi çeşitli san'at alanında uygulamaya koyarak ve toplumu bundan yararlandırma ülküsünün pratiğe dönüşmesidir. Yukarıda arz etmeye çalıştığım zihniyetin Anadolu Ahi Teşkilatı'nın kurulmasına vesile olduğunu söylemek istiyorum. Demek oluyor ki Ahi teşkilatı Anadolu'da tabi­at ilimleri alanındaki çalışmaların ışı­ğında kurulmuştur.

Burada şunu da belirtmek duru­mundayım: Selçuklular zamanında Ahi­lik bilimsel bir temele dayanmakta iken ve bilimin verilerinden pratik hayatta yararlanmayı esas almış iken Osmanlılar döneminde Ahiliğin bu bilimsel yönü­nün algılanamadığı veya bu yönüyle Ahiliğin Osmanlılara intikal etmediği anlaşılmaktadır. Nitekim Ahiliğin fikir babası olan Ahi Evren'in ve eserlerinin Osmanlı uleması tarafından bilinmeme­si ve tanınmaması ve hatta Selçuklular Dönemi'ndeki Ahi çevreleri ile ilgili bilgilerin Osmanlılara intikal etmemesi de bunu göster­mektedir. Bunun da en önemli sebebi Kösedağ yenilgi­sini takip eden bir asır boyunca (1243/1335) Anadolu'da hüküm süren Moğol iktidarının Ahi Evren Hace Nasi­rüddin Mahmud ve arkadaşları üzerindeki ağır şiddetli ve zalim baskı ve takipler sonucu onların eserlerinin ya­yılamaması ve okunamaması, onların yarattığı bilimsel geleneğin Anadolu'da devam etmesini engellemiş oldu­ğunu düşünüyorum.

Ahi Evren Şeyh Nasirüddin Mahmud ''Letaif-i Hik­met'' adlı eserinde Ahiliğin kuruluş felsefesini şöyle ifade etmektedir: “Allah insanı medeni tabiatlı yaratmıştır: Bu­nun anlamı şudur: Allah insanı yemek içmek giyinmek evlen­mek mesken edinmek gibi çok şeylere muhtaç olarak yaratmış­tır. Hiç kimse kendi başına bu ihtiyaçları karşılayamaz. Bu yüzden demircilik, marangozluk gibi birçok meslekleri yürüt­mek için çok insan gerekli olduğu gibi demircilik ve marangoz­luk da birtakım alet ve adevatla yapılabildiği için bu alet ve adevatı tedarik için de çok sayıda insana ihtiyaç vardır. Böylece insanın (toplumun) ihtiyaç duyacağı bütün san'at kolları­nın yaşatılması gerekir. Bu halde toplumun bir kesiminin san'atlara yönelmesi ve her birinin belli bir san'atla meşgul ol­ması gerekir ki toplumun bütün ihtiyaçları görülebilsin.[19] İş­te Ahilik bu duygu ve düşüncelerin sonucu olarak orta­ya çıkmış olduğunu söylemek istiyorum. Gene Ahi Ev­ren san'atkarların iş ortamındaki çalışma düzenleri hak­kında da şöyle bir fikir beyan etmektedir: '' Bir çok insan­ın bir arada çalışması san'atkarlar arasında rekabet ve mü­nazaaya sebep olabilir çünkü bunların her biri kendi ihtiyacı­na yönelince menfaatler çatışması ortaya çıkar. Karşılıklı hoş­görü ve affetme olmadığı zaman münazaa ve ihtilaf zuhur eder. O halde bu insanlar arasındaki ihtilafı halledecek ka­nunlar koymak gereklidir. Bu kanun şeriata uygun olmalı ki ona uyulsun ve insanlar arasındaki ihtilafın halline vesile ol­sun. İhtilafsız bir ortam yaratılınca herkes rahatça umduğunu elde eder. İhtilaf zuhu­runda ise bu kanuna müracaat ederek ihti­laflar ortadan kaldırılabilir. Peygamberle­rin şeriat koymaları bundandır. ''[20]

Öyle görünüyor ki, Ahi Evren Hace Nasiryddin Mahmud'un bu fikirleri doğrultusunda tarih boyunca Anado­lu' da Ahi işyerlerinin yönetmelikleri olan Ahi şecerenameleri Ahi Fütüv­vetnameleri meydana getirilmiş ve ahile­rin çalışma ortamındaki düzenleri bu eserlerde tespit edilen kurallar çerçeve­sinde sağlanmıştır. Ahiler de bu kuralla­ra kuvvetli bir iman ile bağlı olmuşlar­dır. Tarih boyunca Ahi iş yerlerinde bir gelenek halinde sürdürülen töreler bu kurallara dayanmaktadır.

İbn Haldun sanatı ve sanat kollarını uygarlığın gereği olarak görmektedir.[21] Anadolu Selçuk­luları Devri'nin en güçlü filozofu olan Ahi Evren Şeyh Nasirüddin Mahmud da toplumun mutluluk ve refahı için bütün sanat kollarının yaşatılmasının gerekli oldu­ğunu savunmuştur. Onun, İhvanü's-safa'nın bu konuda­ki görüşlerini tercih ettiği görülmektedir.[22]

Ahi Evren'in İhvanü's-safa risalelerini çok iyi muta­laa etmiş olduğu görülmektedir. Bu da Ahinin tabiat ilimleri alanında derinleşmiş olduğunu ortaya koymak­tadır. Ahi teşkilatının piri olan zatın bu bilimsel kişiliği Ahi teşkilatının kuruluşunda bilimin ne kadar önemli bir yeri bulunduğunu göstermektedir.

Ahi Evren bütün san'at erbabının belli bir yere toplanmalarını ve orada sanatlarını icra etmelerini de öğüt­lemektedir. Bu konuda aynen şöyle diyor: ''Toplum çeşitli sanat kollarını yürüten insanlara muhtaç olduğuna göre bu sanatların her birini yürüten çok sayıda insanların belli bir yerde toplanmaları ve sanatkarların her birinin kendi sanat­larıyla meşgul olmaları sağlanmalıdır ki toplumun bütün ih­tiyaçları görülebilsin. ''[23]

Ahi Evren'in bu sözlerinden şehirlerinde sanayi çar­şılarının kurulması fikrinin ortaya atıldığını görüyoruz. Ahilik ve Ahi teşkilatı işte bu düşüncelerin uygulamaya koyulmasının tabii bir sonucu olarak doğmuş ve geliş­miştir. Ahi Evren Şeyh Nasiruddin Mahmud'un bu dü­şünceleri, devrin sultanları ve yöneticileri tarafından be­nimsenmiş olduğu ve uygulandığı anlaşılmaktadır. Zira Ahi Evren ilk yerleştiği yer olan Kayseri'de Ahilere mahsus büyük bir sanayi sitesinin kurulmuş olduğunu bazı kaynaklardan öğrenmekteyiz. Ahi Evren'nin kayın pederi Şeyh Evhadüddin Hamid el Kirmani (635/1237) adına Muhammed es Sivasi tarafında kaleme alınan Me­nakıb-ı Şeyh Evhadü'd-din-i Kirmani adlı eserde bildirildi­ğine göre Kayseri' de bir dericiler çarsısı, bunun bitişi­ğinde de Külah dûz1ar çarşısı bulunuyordu.[24] Aynı ese­rin bir başka yerinde de Kayseri'de bakırcılar çarşısından da söz edilmektedir.[25] Bu eserde Kayseri'de dokumacılar ve örgücüler çarşısından da bahsedilmek­te, Evhadüd-dini Kirmani'nin müridleri­nin buradan İstanbul'a ve diğer Rum bel­delerine halı ve kilim ihraç ettikleri bil­dirilmektedir.[26] Devrin tarihçisi İbn Bibi de buradaki Debbağlar (dericiler) çarşı­sından bir vesileyle bahsetmektedir.[27] Debbağların piri olan Ahi Evren'in evi de bu debbağlar çarşısında bulunan Hani­kah'a bitişik idi ve bir kapısı Hanikah'a bir kapısı da camiye açılıyordu.[28] Ahi teşkilatının lideri Ahi Evren Hace Nasi­rüddin'in burada faaliyetini sürdürdüğü tespit olunmaktadır.

Selçuklular zamanında Kayseri ' de te­şekkül eden Ahi teşkilatının yanında Türkmen hanımlarında kendi aralarında örgütlendikleri ve onların kurduğu örgü­te de Bacıyan-ı Rum (Anadolu Bacıları) dendiği tespit olunmaktadır. Kayseri'deki bu sanayi si­tesinde bulunan örgücüler ve dokumacılar çarşısında Ahilerin kızları ve hanımları da el sanatlarını burada ic­raa ediyorlardı. Hatta Yeniçerilerin başlarına giydikleri Akbörk'ün ilk defa Kayseri'deki Külah dûz1ar çarşısında Bacılar tarafından imal edildiğini tespit etmekteyiz. Türkmen Şeyh Evhadüd-din Hamid el Kirmani'nin kızı ve Ahi Evren'in eşi olan Fatma Bacı (Fatma Hatun) da bu örgütün lideri konumunda olduğu anlaşılmaktadır.[29] Bu konuda müstakil bir eser yayınlamış olduğumu da burada hatırlatmak isterim.



C. AHİLİĞİN SELÇUKLULARDAN OSMANLILARA İNTİKALİ

Yukarıda açıklamaya çalıştığım Selçuklular zama­nındaki fikri ve ilmi gelişmenin birtakım siyasi, sosyal ve kültürel gelişmelere bağlı olarak tedricen zayıf1adığı özellikle de Moğolların 1243 yılında Anadolu Selçuklu­ları Devleti'ni hakimiyetleri altına almalarından sonra bu alandaki çalışmaların tamamen yok edildiği gözlen­mektedir. Bu dönemde Selçuklu ümerasından Pervane Muinüddin Süleyman, Vezir Taceddin Mu'tez, Sahip Ata Fahrüddin Ali ve Nuruddin Caca'nın Orta Anadolu'da Ahi ve Türkmen çevreler üzerindeki ağır siyası ve fikrî baskıları ve birçok vilayetlerde gerçekleştirdikleri katli­amlar sonucu Ahi ve Türkmen çevreler büyük kalabalık­lar halinde uc bölgelere göç ermek zorunda kaldılar. Bu emirler sultandan aldıkları bir fermana istinaden Ahi ve Türkmen çevrelerin ellerindeki işyerleri medrese, tekke ve zaviyeleri müsadere ediyorlardı.[30]

Bu durumda Ahiler, Ekberîler, Bektaşî ve Babaî der­vişler, Haydarî ve Evhadî dervişler gibi dinî-tasavvufî zümreler yanında bunlarla iç içe olan Kayılar, Germiyan­lılar, Bozoklar, Salutlar, Avşarlar gibi millî unsurlar da uc bölgelere göçüyorlardı. Özellikle Danişmend ilinden daha kalabalık gruplar göç ediyorlardı. Nitekim, Man­zum Hacı Bektaş velayetnamesinde Hacı Bektaş'ın zaman zaman halife ve mürid­lerine uc bölgelere göçmelerini ya em­retmekte veya öğütlemektedir.[31] Velayetnamenin diğer bir nüshasında[32] Hacı Bektaş'ın dost-ı sadık'ı olarak tanıtılan Şeyh Sadrüddin-i Konevî de ''vasiy­yet'' inde gençlerin ve gücü yetenlerin şu Diyar-ı Rum'u (Anadolu'yu) terk etmele­rini öğütlemektedir.[33] Yüz sene aralıksız devam eden bu göçler, uc beyliklerin ve Osmanlıların insan potansiyelini oluştu­ruyordu.

Osmanlı Devleti'nin kuruluşunu ve yapılanmasını sağlayan fikrî dinamikle­rin başında Ahi Evren diye tanınan Kır­şehirli Hace Nasirüddin Mahmud el Ho­yî'nin (1261) baş mimarı olduğu Ahilik hareketi ve Hacı Bektaş-ı Horasanî (1271) mektebinden neş'et eden Bektaşilik hareketi ve Şeyh Saruddin-i Konevî (1275) ve talebelerinin Anado­lu'da başlattıkları ekberiye hareketi bulunmaktadır. Bu üç dinî-fikrî hareket Orta Anadolu orijinlidir. Her üç hareketin pirleri olan Ahi Hace Nasıreddin Mahmud Hacı Bektaş-ı Veli Sadrudin-i Konevî çağdaş olup arala­rında sıkı bir dostluk, gönüldaşlık ve ülküdaşlık bulun­maktadır. Zaman zaman bir araya gelip görüşmeleri ol­muş ve mektuplaşmışlardır.[34] Anadolu Selçukluları za­manında ortak bir dinî ve siyasî düşünüş ve anlayış için­de bulunmuşlardır. Bu pirler o dönemde Anadolu'yu iş­gal eden Moğol iktidarı ve bu işgalci güç yanlısı olan yö­netici ve çevrelere karşı menfi bir tavır içinde bulunmuş­lardır. Bu üç pirin dini ve siyasî birlikteliği onlara bağlı olanlar arasında da kendisini göstermiş ve bu üç fikrî ha­reketin mensupları Osmanlı Devleti'nin hizmetinde bir­birleriyle uyum içinde faaliyet göstermelerine vesile ol­muştur. Bu durum Osmanlı Devleti'nin sağlıklı bir şe­kilde yapılanmasına güçlü bir birlik ve beraberliğin oluşmasına ve devletin hızlı büyümesine güç katmıştır. Bu zümreler devlete hizmeti dinî bir heyecan ve iman halinde yürütmüşlerdir.

Bu devrede Anadolu'da aklı ilimlerle ve bilimle uyumlu ve hatta tabiatı ve eşyanın sırlarını inceleyip araştırmaya esas alan tasavvufi bir duyuş ve düşünüş bi­çimi (âfakîlik) oluşmuş iken.[35] Moğol istilasından sonra bu duyuş ve düşünüşte olan Ahi ve Türkmen ve çevrele­rin teşkilat ve tarikatları dağıtılmış aklı ilimlere muha­lif olan çevrelerin meşrepleri ön plâna çıkmıştır. Bu du­rumda Anadolu'da tabii ve aklî ilimler tamamen hima­yesiz kalmıştır. Moğol istilasından sonra Anadolu' da hızlı bir mistikleşme görülmektedir. Bunun sonucu ola­rak bu dönemde telif edilen eserlerin büyük ekseriyeti tasavvufî-dinî ve edebî eserlerdir. Bunda Moğol iktidarı­nın yanında İranî çevrelerin de büyük rolü görülmekte­dir. Anadolu'daki bu fikrî ve ilmî gelişim ve değişimin sebeplerini maddeler halinde açıklamak gerekirse;

I. XIII. asrın ilk çeyreğinden itibaren çok sayıda mutasavvıf ve dervişler Moğol istilası önünden kaçıp Anadolu'ya sığınmışlar­dır. Bu tasavvufi zümrelerin Anadolu'da faaliyet göstermeleri sonucu Anadolu'da fikrî denge tasavvuf lehine bir gelişme göstermiştir.

II. Moğol iktidarının Anadolu halkı üzerinde yarattığı şiddetli fikrî ve siyasî baskı ve gerçekleştirdiği acımasız katli­amlar Anadolu halkını bezginliğe ve ümidsizliğe sevk etmiştir. Bu durum me'yus ve çaresiz insanlara umut ve hu­zur kaynağı olan tekke ve zaviyelere rağ­beti arttırmıştır. Bu hızlı gelişme aklî ve tabii ilimlere karşı ilgiyi azaltmıştır.

III. Moğolların Anadolu'da gerçek­leştirdikleri katliam ve zulümle de pek çok aydın, kültürlü ve bilge kişilerin telef olmasına veya Moğol zulmünden kaçıp Anadolu'yu terk etmelerine, Ahi teşkilatının baş mimarı Ahi Evren ve arkadaşları da Kırşehir' de katliama uğramalarına se­bep olmuştur.

IV. Moğol hakimiyeti, Anadolu Selçuklu Devle­ti'nin siyasi otoritesinin ve ekonomik gücünün zayıfla­masına sebep olmuştur. Bu durumda ilim adamlarının himayesiz kalmalarına ve Anadolu'dan göçmelerine yol açmıştır. Ancak XIII. asrın sonlarında istiklallerini ilan eden Türkmen beylerin -sınırlı da olsa­ bazı ilim ve fikir adamlarını himayelerine aldıkları görülmektedir.

V. Moğol iktidarının himayesini kazanan Mevlana Celaleddin-i Rumî ve etrafındakilerin Anadolu'da fikri üstünlük kurmaları da aklı ilimlerin gerilemesine se­bep teşkil etmiştir. Zira Mevlana Celaleddin-i Rumî, babası Bahaüddin Veled hocaları Seyyid Burhaneddin­i Tirmizî ve Şems-i Tebrizî, oğlu Sultan Veled genel olarak akla ve akılcılığa muhalif kişilerdir. Bunların Anadolu' da akılcılığa aklı ilimlerle uğraşanlara karşı savaş açmaları ve Moğol iktidarının desteği ile fikrî üs­tünlük kurmaları Anadolu'da akılcılığın gerilemesine felsefe ve pozitif ilimlerin horlanması zihniyetini do­ğurmuştur.

Bütün bu hususlar, Ahiliğin kuruluş döneminde Anadolu.da mevcut olan bilimsel zihniyetin Osmanlılara intikal etmesine engel olmuştur. Moğol iktidarı döne­minde Ahi ve Türkmen çevreler üzerinde yaratılan şid­detli baskı ve yok etme siyaseti bu çevrelerin tanınama­masına ve eserlerinin yayılamamasına sebep olmuştur. Osmanlı ulemasının Ahi Evren, Taptuk Emre, Yunus Emre, Evhadüddin-i Kirmanı, Baba İlyas-i Horasanı, Hacı Bektaş-ı Veli ve daha pek çok Türkmen çevreler hakkında sahih bilgiye sahip olamamaları bundan kay­naklanmıştır. Ahi Teşkilatı, Osmanlı Devleti'nin yapısı içinde yer almış olmasına rağmen bu teşkilatın piri olan Ahi Evren Hace Nasıruddin'in eserlerinin Osmanlılar döneminde okunmadığı ve bilinmediği gözlenmektedir. Bu durum da Ahiliğin bilimsel temelinin Osmanlılara intikal etmediğini göstermektedir.

-------------------------------------------------------------------------

[1] Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi / Türkiye

[2] . A.g.e, İstanbul 1332, s 205

[3] Fatih (Süleymaniye) Kütüphanesi, nr. 5426, yp. 193a.

[4] İbnü.l-Esir, el-Kamil fi’t-Tarih, Beyrut 1966, X. 33; M. Şerefeddin Yaltkaya, ''Selçukiler Devrinde Mezahib'', Türkiyat Mecmuası, İs­tanbul l925, I, 102-105

[5] İbn Tağriberdi, en-Nucumu'z-zahire, V, 54, ''Selçukiler Devrinde Mezahib'', s. 104

[6] Beyhakı Tarihi, neşr. Ekber Feyyaz, Tahran 1371 , s. 641 ve 660.

[7] Ebü'I-Ferec Tarihi, Terc. Ö. Rıza Doğrul, Ankara 1950, I, 331-332. Arap tarihçilerinden Bağdatlı İbn Hamdun'da bu bilgiyi teyit etmektedir Bkz. Tevarihü's-sinîn, Topkapı Krp (III Ahmed) nr. 2981, yp. 156a

[8] el-Kamil fi't-tarih, X, 36-37.

[9] Fatih Süleymaniye Krp. nr. 5426, yp. 250a.

[10] O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971, s. 230­-233

[11] .el Evamirü'l-alaiyye, neşr. A. Sadık Erzi, Ankara 1956, s 25.

[12] el-Kamil, XII, 196

[13] Karib Çelebi, Keşfu'z-zunun, I, 261. Bu eserin bir nüshası Tokat, Zile İlçe Kütüphanesinde bulunuyor. Eser Türkçeye de tercüme edil­miştir. Türkçe tercümesinin bir nüshası Bağdatlı Vehbi Ef. (Süleyma­niye) Krp nr. 2253'de kayıtlı olup 954 (1548) istinsah tarihlidir.

[14] Topkapı Sarayı Müzesi (III Ahmed Kısmı) Krp. nr 3472 ve 3350. Topkapı Sarayı Müzesi (III Ahmed Kısmı) Krp. nr 3472 ve 3350.

[15] Mirsadü'l-İbad, neşr. M Emin Riyahi, Tahran 1366, s 532-533

[16] Ahi Evren, Tabsiretü'l-mübredi ve Tezkiretü'l-müntehî, Nuru Os­maniye Krp nr. 228, yp. 72a-73a.

[17] Ahi Evren, Letaifü'I-Hikme, neşr. G. Hüseyn-i Yusufî, Tahran 1340, s 259, Nâşir: bu eseri bazı yanlış bilgi ve kayırlara dayanarak Kadı Si­racüddin Mahmud el-Urmevî'ye nisbet etmiştir. Bu nisbet katiyyen yanlıştır. Aslında bu eser Ahi Evren'in ''Letaifü'l-Giyasiyye'' adlı ese­rinin hulasasıdır.

Ahi Evren, Letaifü'I-Hikme, neşr. G. Hüseyn-i Yusufî, Tahran 1340, s 259, Nâşir: bu eseri bazı yanlış bilgi ve kayırlara dayanarak Kadı Si­racüddin Mahmud el-Urmevî'ye nisbet etmiştir. Bu nisbet katiyyen yanlıştır. Aslında bu eser Ahi Evren'in ''Letaifü'l-Giyasiyye'' adlı ese­rinin hulasasıdır.

[18] .Letaifü'I-Hikme, s.138-142.

[19] A.g.e., s. 145.

[20] A.g.e., s. 145-146

[21]Mukaddime, Beyrut (Tarihsiz) s. 400-402

[22] Resailü İhvani's-safa, (neşr. Batrus el Bostanî, ) Beyrut (Tarihsiz), I, 280-292.

[23]. Letaifü'l-Hikme, s 145.

[24]A.g.e, neşr. B. Furun-fer, Tahran 1347 , s. 158.

[25] A.g.e., s. 68.

[26] 25. A.g.e., s 108 ve 118.

[27]. el-Evamirü'l-alaiyye, s. 527 .

[28] Menakıb-ı Evhadü'd-din-i Kirmanî, s. 158.

[29] Bkz. M. Bayram, Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum, Konya, 1994.

[30] . M. Bayram, Ahi Evren ve Ahi Teşkilatının Kuruluşu, Konya 1991, s. 116-127

[31] Hacı Bektaş İlçe Kitaplığı nr. 200, yp. 183b-187b.

[32]Hacı Bektaş İlçe Kitaplığı nr. 119, yp 196a'da (derkenarda)

[33] O. N. Ergin, Sadreddin Konevî ve Eserleri, Şarkiyak Mec. İstanbul 1958, II, 82-83



[34] M. Bayram, Sadruddin Konevî ile Ahi Evren Şeyh Nasıru’d-din Mah­mud'un Mekruplaşması'' S.Ü. Fen-Ed Fak. Edebiyat Dergisi, Konya 1983, Sa. 2, s. 51-75

[35] M Bayram, Evhadü'd-din Kirmanîı ve Evhadiye Hareketi, Konya 1999,s. 55-78
Yüklə 79,5 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə