TüRKİYE’NİN ÇAĞDAŞLAŞma sorunu ve EĞİTİM



Yüklə 132,45 Kb.
Pdf görüntüsü
tarix04.11.2017
ölçüsü132,45 Kb.
#8493


 

 



 

U.Ü. FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ 

 

SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ 



 

Yıl: 7, Sayı: 10, 2006/1 

 

 

 



 

 

TÜRKİYE’NİN ÇAĞDAŞLAŞMA SORUNU ve EĞİTİM 



 

Muhsin YILMAZ

*

 

 

 



ÖZET 

 

Bu  çalışmada,  Türkiye’nin  yıllardır  tartışmakta  olduğu  eğitim 



sorunları,  çağdaşlaşma  sorunu  ile  ilişkilendirilerek  irdelenmektedir. 

Yabancı  dil  eğitimi,  mesleki-teknik  eğitim  ya  da  öğretmen  yetiştirme  gibi 

eğitim sorunlarının uzun yıllardır tartışılıyor olmasına karşın, çözümlenmesi 

yerine giderek ağırlaşmasının nedenleri, eğitim politikaları ve uygulamaları 

yerine, eğitim ve bilim anlayış ve politikalarını da belirleyen çağdaşlaşmaya 

ilişkin  temel  tutumda  temellendirilmeye  çalışılmaktadır.  Tüm  sorunlarıyla 

birlikte  sistemi,  öğretime  eklenen  “asri”  nitelemesi  ile  eğitime  yüklenen 

“milli” nitelemesinin bağdaştırılamaması temelinde değerlendirirken, sonuç 

olarak söz konusu iki kavramın içeriklerinin yeniden tanımlanması gereğini 

öne çıkarmaktadır.  

Anahtar Kelimeler: Çağdaşlaşma, eğitim, “asri”, “milli”. 

 

ABSTRACT 



The Modernisation Issue of Turkey and Education 

 

The  aim  of  this  study  is  to  examine  the  source(s)  of  such  chronic 



matters  of  education  as  education  of  foreign  language,  of  vocational-

technical  education  and  of  teacher  training  of  Turkey  on  which  the 

educators have been dwelling for years and years by relating all of these to 

                                                      

*

  Yrd.  Doç.  Dr.;  Uludağ  Üniversitesi,  Fen-Edebiyat  Fakültesi,  Felsefe  Bölümü 



Öğretim Görevlisi. 


 

 

2



the issue of modernisation of Turkey. It is an attempt in this context, to base 

the  reason(s)  of  such  educational  matters  on  the  difficulty  about  the 

modernisation issue which determines also the approaches to and policies of 

education. The system with all problems it has is considered in respect to the 

incompatibility of the “modern” one describing the notion of “instruction” 

to  the  “national”  one  qualifying  the  notion  of  “training”.  As  a  result  the 

need  to  reconsider  the  senses  of  the  two  notions  under  discussion  is 

suggested. 

Key Words: Modernisation, education, “modern”, “national”. 

  

Giriş 

Kaptan  (1999)  “’Eğitim’i”  Arıyorum”  başlıklı  yazısının  sonlarına 

doğru,  mevcut  eğitim  sistemini  olması  gereken  eğitim  sistemi  ile 

karşılaştırdıktan  sonra  şunları  söylemektedir:  “Eğitim-öğretim  sistemimizle 

ilgili  yapmakta  olduğumuz  her  şeyi,  neden  böyle  yaptığımızı  yeniden 

irdelemeliyiz  ve  sorgulamalıyız.  Değişiklikleri,  yırtıkları  yamayarak  değil, 

“Değişim  Mühendisliği”  uzmanlarının  önerdiği  gibi,  mevcudu  yıkarak 

yapmalıyız.”  Mevcut  sistemin  nasıl  yıkılıp  yerine  yenisinin  nasıl  inşa 

edileceği  bir  yana,  yazarı  böylesine  radikal  çözüm  önerilerine  götüren 

sisteme ilişkin sorunlar ve şikayetler nelerdir, neler olabilir acaba? Kuşkusuz 

sorunlar  değişik  bakış  açılarından  değişik  bağlamlarda  ve  düzeylerde 

saptanabilir,  tanımlanabilir.  Ancak  Kaptan’ın  hedefi  bu  olmasa  gerekir.  Şu 

ya da bu açıdan şu ya da bu sorunlar... Ama bir eğitimciyi neredeyse isyan 

noktasına  getirmiş  olan  sorunlar...  Bu  sorunlar  nedir  ki,  yama  tutmaz  da 

kökten bir değişimi gerektirir, gerektirmektedir?  

Evet,  Kaptan’ın  değerlendirmesi  ve/veya  önerisi  herhangi  bir 

bilimsel  araştırmaya  dayandırılmamıştır.  Dolayısıyla  görüşleri  öznel  ve 

kendisini  bağlayan  görüşlerdir  denilebilir.  Ancak  benzeri  görüş  ve 

değerlendirmelerin,  farklı  zeminlerde  farklı  çevreler  tarafından  dile 

getiriliyor  olması  da,  yazarın  görüşlerini  kişisel  ve/veya  öznel  olmaktan  ne 

yazık  ki  çıkarmaktadır.  O  kadar  ki,  son  dönemlerde  Türkiye’de 

öğrencisinden  öğretmenine,  velisinden  yöneticisine,  politikacısına  kadar 

eğitim  sisteminden,  ilgili  bakana  “sistemin  çöktüğü”nü  söyletecek  düzeyde 

bir  yakınmadır  gidiyor.  Yakınmalar  o  boyutlara  ulaşmış  durumda  ki,  veli 

Milli  Eğitim’in  okullarını,  çocuğunun  yaşama  hazırlanması  için  gereken 

donanımı alacağı bir kurum olarak değil, tam tersine, kendisinden mümkün 

olan  en  kısa  sürede  kurtulunması  gereken  bir  kurum  olarak  görmeye 

başlamış.  Çünkü  o  okullarda  50-60  kişilik  sınıflarda  ders  yapıldığı  için 

öğretmen,  çocuğun  eğitimiyle  yeterince  ilgilenemiyormuş.  Yine  Milli 

Eğitim’in  okullarının  üniversiteye  giriş  sınavlarına  hazırlayamadığı 

öğrenciler  özel  dershanelere  yönelmiş,  özel  okulları  tercih  eder  olmuşlar. 




 

 



Çünkü  Milli  Eğitim’in  deneyimli  öğretmenleri  özel  dershaneler  ve  özel 

okullar  tarafından  istihdam  edilir  olmuş.  Böyle  olunca  da  Türk  eğitim 

sistemi  tıkanmış,  tükenmiş,  ya  da  yama  tutmaz  hale  gelmiş  ve  Kaptan  gibi 

eğitimcileri yukarıdaki değerlendirme noktasına getirmiş. Dolayısıyla da bu 

tıkanma, sistemde bir reform gereğini ortaya çıkarmış.  

Öte yandan, eğitim sisteminin de, tıpkı diğer toplumsal sistemler gibi 

tümden sorunsuz olması elbette beklenemez. Zira toplumsal gelişimin ortaya 

çıkardığı  yeni  koşul  ve  gereksinimler,  dolaylı  ya  da  doğrudan  eğitim 

sistemini de etkileyeceğinden, sistemin kendisini sürekli yenileme gereğinin 

ortaya çıkaracağı sorunların yaşanması kaçınılmazdır. Nitekim;  

 

“tüm toplumsal sistemler gibi, eğitim sistemi de sorunsuz değildir. 



Etkili  olmak  isteyen  bir  eğitim  sistemi,  sorunları  zamanında  ve 

etkili olarak tanımlayıp çözmek zorundadır. Bir yandan toplumun 

her 

köşesine 



eğitim 

olanaklarını 

yayma 

ve 


eğitimi 

demokratikleştirme 

baskıları, 

diğer 


yandan 

toplumun 

gereksinimlerini  karşılamak  için  eğitim  sisteminin  yenileşmeye 

zorlanması, eğitim sorunlarının her yıl katlanarak artmasına neden 

olmaktadır, olacaktır.” (Ataklı, 1999, s. 68) 

 

Eğitim  sisteminin  başka  sorunları  başka  biçimlerde  de  dile 



getirilebilir.  Ancak  hangi  sorun  hangi  biçimde  dile  getirilirse  getirilsin,  bu 

durum,  Türk  eğitim  sisteminin  tümden  yıkılıp  değiştirilmesi  ölçüsünde 

olmasa  bile,  sistemin  reformundan  söz  edilmesini  gerektirecek  düzeyde 

ağırlıklı ve acil sorunlarla karşı karşıya olduğu gerçeğini değiştirmez. Sözü 

edilen  reformdan  beklentiler  öylesine  yüksek  ki,  bu  reformla  sistemin 

ilköğretim kademesinin, yıllarca tartışıldıktan sonra, ama ilgili kamuoyunun 

kendi  içindeki  tartışmalarından  çok,  başkaca  değerlendirmeler  sonucunda 

nihayet sekiz yıl esasına göre yeniden yapılandırılmasına karşın; ortaöğretim 

kademesinde  mesleki-teknik  eğitimin  yeniden  tanımlanmasıyla  imam-hatip 

okullarının statüsünün açıklığa kavuşturulması; yine bununla ilişkili olarak, 

her yıl açık öğretim sistemi dahil yaklaşık üç yüz bin kişinin  yerleştirildiği 

üniversitelerin  önüne  iki  milyona  yakın  kişinin  yığılmasının  önüne  geçil-

mesi;  öğretmenin  saygınlığının  iade  edilmesi  ve  ilköğretimden  yüksek 

öğretime değin tüm öğretim kademelerindeki yabancı dil eğitiminin nihayet 

sorun  olmaktan  çıkarılması  beklenmektedir.  Böylece  bunlar  gibi,  artık 

kronikleşmiş  sorun  ve/veya  tartışmalardan,  en  azından  daha  yakın  zaman-

ların,  örneğin  eğitimde  küresel  eğilimler  (Lee,  2002)  ya  da  eğitim 

kongrelerinde  henüz  tartışılmaya  başlanan,  teknolojinin  gelişimiyle  birlikte 

hızla  farklılaşan  ya  da  çeşitlenen  eğitim  ortam  ve/veya  yöntemleriyle 

yerleşik  eğitim  kurumlarının  koordinasyonu  ya  da  entegrasyonu  gibi  kimi 

yeni  açılımların  (IV.  D.E.K.,  2005)  daha  çok  yer  işgal  ettiği  güncel  eğitim 

sorun  ve  tartışmalarına  geçilebilsin.  İşte  gerçekleştirilmesi  beklenen  reform 




 

 

4



çalışmalarıyla  tüm  bu  sorunların  aşılmasıyla,  değişik  platform  ve  bağlam-

larda  sıklıkla  dile  getirilen  “çağın  gereği  olan  bilgi  toplumunun  insanı”nın 

yetiştirilmesi  hedeflenmektedir.  Tıpkı  yine  Türkiye’nin  daha  genelde, 

örneğin  sosyal,  siyasal  ve  ekonomik  alanlardaki  ilgili  yasal  prosedürleri 

yerine  getirmesiyle  “çağdaş  demokratik  ve  müreffeh  Türkiye”nin  yaratılıp 

AB’ne üyeliğin gerçekleştirilmiş olacağı beklentisi gibi.  

 

Sorunların Kaynağına İlişkin Söylenenler 

Her  ne  kadar  söz  konusu  tıkanıklığı  aşmak  için  son  yıllarda  4306 

sayılı yasa ile, ilköğretimin süresi, mesleki-teknik eğitim, yabancı dil eğitimi 

ve tüm bu uygulamaların finansmanı gibi alanlarda kimi adımlar atılmış olsa 

da,  bu  adımların  sistemin  içinde  bulunduğu  sorunların  aşılabileceğine  dair, 

ilgili  kamuoyunda  ve  giderek  toplumun  genelinde  bir  umut,  bir  güven 

oluşturabildiğini söylemek ne yazık ki çok zor. O nedenle, bundan sonra da 

benzeri  girişimlerle,  neredeyse  bir  zorunluluk  haline  gelen  “eğitimde 

reform” tamamlanır da gerçekleşir mi, ya da ne kadar ve nasıl gerçekleşir ve 

böylece sorunlarından hangileri ne ölçüde aşılır bilinemez ama, Türk eğitim 

sisteminin sorunları olduğu kesin.  

Şunu sorabiliriz: Eğitim sistemi niye bu sorunlara geldi dayandı? Ya 

da  neden  böyle  eğitim  sorunları  var  Türkiye’nin?  Bu  soruya  ya  da  soruna 

Türkiye’nin siyasal yaşamının gelişiminde temellendirilen yanıtlar bulunabi-

leceği  gibi,  eğitimden  sorumlu  bakanlarının  ve  bakanlarla  birlikte  politika-

larının da sık sık değişmesinin, değiştirilmesinin yarattığı kopmalar, kaynak 

yetersizlikleri,  nüfus  yapısı  ve  baskısı  gibi  başka  yanıtlar  ve  gerekçeler  de 

sunulabilir. Ancak bu yanıtlar da şu tür soruları akla getirmekte: Türkiye’nin 

siyasal  yaşamının  gelişimi,  neredeyse  göz  göre  göre,  nasıl  oldu  da  eğitim 

sisteminin bir tıkanmaya, hatta bir “çöküş”e sürüklenmesine izin verdi? Ya 

da  eğitim  bakanları  nasıl  oldu  da  politikaların  sık  sık  değiştirilmesinin 

kopukluklara  neden  olduğunu  göremediler?  Benzer  biçimde,  Türkiye’nin 

nüfus yapısıyla ilgili D.İ.E. ve D.P.T. gibi kurumların elinde gerekli veriler, 

projeksiyonlar yok muydu da böyle bir nüfus baskısıyla karşılaşıldı? Şu da 

bir gerekçe olarak öne sürülebilir, sürülebiliyor: Ülkenin kurumsal değişimi-

gelişimi  toplumsal  dinamizmin,  gelişimin  gerisinde  kaldı.  Ya  da  toplumun 

siyasal olarak örgütlenmiş biçimi olan devlet, toplumsal değişimi izleyeme-

diğinden, bu değişimlere uyum sağlayamadığından kurumsal yapı toplumsal 

taleplerin gerisinde kaldı. O nedenle de devletin kurumları, toplumsal talep 

ve beklentilere yanıt veremediğinden işlevsiz kaldı, hantallaştı ve reformlara 

ihtiyaç duyar hale geldi. İyi ama, kurumları ve giderek devleti işletenler de 

bu  toplumun  üyeleri  olduklarına  göre,  nasıl  olur  da  bunlar  söz  konusu 

toplumsal  değişim  ya  da  gelişmelerden  uzak  kalabilirler  de  bu  gelişmeleri 

kurumsal  yapıya,  işleyişe  yansıtmazlar?  Ya  da  şöyle  soralım:  Toplumsal 




 

 



değişimi kurumsal düzeye çıkarmayı, yansıtmayı engelleyen etkenler nedir, 

nelerdir?  Bu  anlamda  sorunun  ya  da  sorunların  kaynağı  başka  yerlerde  de 

oralarda mı aranmalı?  

Örneğin bir tespite göre Türkiye’nin eğitim çıkmazı, geri kalmış bir 

toplum olmanın çıkmazı idi. Bu temel yapı değişmedikçe eğitim çabaları bir 

yerde  tıkanacaktı  (Başgöz,  1995).  Bugün  tıkandığı  gibi.  Dolayısıyla  sorun 

belki de ‘geri kalmış bir toplum’ olmamızda temelleniyordu. O halde neden 

ve  nasıl  ‘geri  kalmış  bir  toplum’  idik?  Ayrıca,  sorun  burada  nasıl 

temellendirilebilirdi? Denilebilir ki, geçmişten devir alınan miras, savaşların 

yarattığı  olumsuzluklar,  coğrafya  ve  tarihin  beraberlerinde  taşıdıkları 

kültürel  gerilim  gibi  nedenlerden  dolayı  böyle  oldu,  ancak  böyle  olabildi. 

Evet,  bunların  ‘geri  kalmış  bir  toplum’  olmamızda  belirli  ölçülerde  payı 

olabilir.  Ancak  ‘geri  kalmamış  toplumlar’  da  imparatorluk  dönemleri  ve 

savaşlar  yaşadılar,  belirli  ölçülerde  de  olsa  tarihlerinden  kaynaklanan  geri-

limler  yaşamaktalar.  Buna  karşın  onlar  nedense  ‘geri  kalmamışlar’.  Elbette 

her  ülkenin,  her  toplumun  kendi  koşulları,  kendi  tarihi  ve  kendi  gelişim 

çizgisi  vardır  ve  farklıdır.  Dolayısıyla,  değerlendirme  bu  koşullar  içinde 

yapılmalıdır. Nitekim biz de kendi koşulları içinde Türkiye’nin çağdaşlaşma 

iddiası  ve  çabalarında  ortaya  çıkan  eğitim  çıkmazını  nedenleriyle  birlikte 

irdelemeye çalışacağız.  

 

Sistemi Temellendiren İkilem 

Türkiye,  Cumhuriyet’i  ilan  ederken  kendine  “çağdaş  uygarlık 

düzeyi”ne ulaşma gibi bir hedef belirlemişti. Bunun için de önüne öncelikle 

ve  özellikle  ekonomik  kalkınma  ile  ulusal  siyasal  bilinç  yaratma,  yani  bir 



ulus yaratma hedeflerini koymuştu. Bir yandan savaştan çıkmış Türkiye’nin 

ekonomik  alt  yapısını  kuracak  ve  güçlendirecek  ekonomik  atılımlar  için 

kongreler toplanıp, temeller atılırken; diğer yandan da Misak-ı Milli sınırları 

içindeki topluluklardan bağımsız bir ulus yaratmak amacına dönük dil-tarih 

enstitüleri  kuruluyor,  yasal  reformlar  da  birbiri  peşi  sıra  uygulamaya 

konuyordu.  Bu  amaçları  gerçekleştirerek  belirlenen  hedefe  ulaşmanın  yolu 

da “sosyalleştirme üzerine uzmanlaşmış” ya da “bir ideoloji oluşturma aracı 

olarak  büyük  önem  taşıyan  okul”dan  (Doğan,  1994),  yani  eğitimden 

geçiyordu.  O  kadar  ki,  eğitim,  Türkiye  Cumhuriyeti’ni  ayakta  tutacak  üç 

sacayağından  biriydi  adeta:  1923  İzmir  İktisat  Kongresi  ile  oluşturulan 

“Misak-ı  İktisadi”ye  paralel  olarak,  eğitim  düzenlemeleri  de  “Misak-ı 

Maarif” sözü ile tanımlanarak üç önemli “misak”; bağımsızlık, ekonomi ve 

eğitim, henüz adı konmamış Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli olarak saptan-

mıştı  (Akgün  ve  Uluğtekin,  1989).  Demek  ekonomik  kalkınma  ve  ulus 

yaratma  amaçlarına  dönük  yasal  reformlarla  birlikte  eğitimde  de  bir 

“seferberlik” başlatmak gerekiyordu.  




 

 

6



Gerekiyordu  ama,  nereden  ve  nasıl  başlanmalıydı,  başlanacaktı 

eğitimde seferberliğe? İlk olarak, iki türlü eğitimin bir memlekette iki türlü 

insan  yetiştireceği,  bunun  ise  düşünce  ve  duygu  birliği  ve  dayanışma 

amaçlarına  uymayacağı  (Sungu,  1992)  düşüncesinden  hareketle,  ülkeye 

çeşitli  dünya  görüşlü  bireyler  yetiştirmekte  olan  dinsel  eğitime  dayalı 

medreseleri,  çağdaş  eğitime  dayalı  mektepleri  ve  azınlık  okullarını  (Akgün 

ve Uluğtekin, 1989) Tevhid-i Tedrisat yasası ile bir çatı altında toplayarak, 

eğitim  kurumlarını  ulus  yaratma  amacına  hizmet  edecek  biçimde  yeniden 

yapılandırmak  gerekiyordu.  Sonra  da  bir  çatı  altında  toplanmış  okulları, 

ülkenin  ekonomik,  sosyal  ve  siyasal  kalkınması  ve/veya  gelişimi  için 

seferber etmek gerekiyordu. Ancak bunun için nasıl bir eğitim verilmeliydi? 

Daha  da  somutlaştırırsak;  ülkenin  belirlenen  hedefe  ulaşabilmesi  için  nasıl 

bireyler  yetiştirilmeliydi?  Bunun  için  ulusal  eğitimle  yetişmiş  ve  çağdaş 

bilince  erişmiş  bireyler  yetiştirilmeliydi.  Yani  ulusal  eğitim  ve  çağdaş 



öğretimle  yetiştirilmiş  bireylerle  ancak  hedeflenen  ulusa  ve  bunun  da 

ötesinde çağdaş uygarlık düzeyine ulaşılabilirdi. Dolaysıyla eğitim ulusal ve 

öğretim  çağdaş  olmalıydı.  Böylece  bireyler  ve  giderek  ulus  hem  ulusal 

değerlerini,  kimliklerini  koruyup  yaşatacak,  hem  de  çağdaş  düşünceyi  ve 

bilimi  izleyebilecek,  yani  çağdaş  olanı  anlayabilecekti.  Eğitim  literatürün-

deki  anlatımıyla,  böylece  “asri”  ile  “milli”nin  (Akgün  ve  Uluğtekin,  1989) 

sentezi Türk insanında ve toplumunda gerçekleşmiş olacaktı.  

Peki  bu  “milli”  ile  “asri”nin  sentezi  nasıl  gerçekleşecekti?  Ya  da 

temellerini  kendi  tarihimizden,  geleneklerimizden  ve  kendi  yaşamımızdan 

arayıp  bulacağımız  “milli”  eğitim  üzerine,  yine  temellerini  çeşitli  gelişmiş 

ülkelerden  arayıp  tarayarak  kendimiz  için  en  uygun  ilkeleri  seçme  yoluyla 

(Akgün ve Uluğtekin, 1989) gerçekleştireceğimiz “asri” öğretim  inşa edile-

bilir  miydi?  Ya  da  tanımlanan  biçimdeki  “milli”  üzerine,  yine  tanımlanan 

biçimdeki  “asri”  nasıl  ve  ne  kadarıyla  inşa  edilebilirdi?  Ki  böylece  ulusal 

eğitimle  amaçlanan  uluslaşma,  çağdaş  öğretimle  ekonomik  kalkınma  ve 

ikisiyle birlikte de çağdaşlaşma hedefleri geçekleştirilebilsin.  

Bunun olabilirliğini görmek için herhalde “milli” olana, yani tarihi-

mizden,  geleneklerimizden,  yaşamımızdan  gelen  ve  yazımızın  proble-

matiğini  oluşturan  çağdaşlaşma  ve  eğitime  ilişkin  özelliklerimize  bakmak 

gerekir.  Bu  açıdan  “milli”yi  tanımlayan  özellikler  nedir?  Eğitimden  ne 

bekler,  çağdaşlaşmaya  nasıl  bakarız?  Örneğin  Gökalp’e  (1974)  göre  “biz 

Türkler  kaideci  fakat  ananesiz  bir  milletiz.  Türklüğe  ve  İslamlığa  ait 

ananelerimizin  tarihi  silsilelerini  aramadığımız  gibi,  çağımızı  ayırt  eden 

ilerlemelerin kaynak ve gelişmelerini de incelemeye lüzum görmeyiz. Bizim 

için  yalnızca  neticeler  lazımdır”.  Keza  Koloğlu’nun  da  (1987)  tarihimizde 

çağdaşlaşma  sürecinde  ortaya  çıkan  yayın  ve  kurumlara  ilişkin  gözlem-

lerinde  aktardığı  gibi,  bilim  bir  merak,  bir  eğlence  havası  içinde  ele 

alınmakta  ve  ilgi  çekme  daha  bir  ön  planda  tutulmaktaydı.  Gazeteler  bilim 




 

 



konusunda  ilgi  yaratmayı  başarmakla  birlikte,  bunun  nedenlerine,  temelini 

oluşturan  felsefeye  hiç  dokunmamaktaydı.  Bu  anlamda  bilimin  de  hiç 

tartışılmadan aynen aktarılması gibi çelişkili bir durum ortaya çıkmaktaydı. 

Dolayısıyla  bilim  merakı  uyansa  da,  bilim  fikri,  bilimsel  bilinç  oluşamı-

yordu.  Batı’da  sadece  “en  son  varılan  doğru”  olarak  tartışılan  bilgiler, 

Türkiye’nin  de  içinde  bulunduğu  Doğu’da  tartışılmaz  gerçekler  şeklinde 

kabul ediliyordu. Ya da benzer gözlem ya da tespitlerin bir başka ifadesiyle, 

Tanzimat’tan bu yana Türk insanının bilimi, özellikle teknolojik sonuçlarıyla 

değerlendirme eğilimi göstermesi ya da bugün de hala sürdüğü iddia olunan, 

bilimin çekirdeğini değil de, oradan kaynaklanmış sonuçları alma ve böylece 

teknolojiyi oluşturma tavrı gibi (İnam, 1994). 

Yine  “milli”nin  özeliklerini  kendi  tarih  ve  geleneklerimizden 

örneklendirmeyi  sürdürürsek;  “asri”  ile  ilişkilerin  yukarıda  tanımlandığı 

biçimde  algılandığı  okulda  eğitim  nasıl  anlaşılmaktaydı?  Bir  öğrenci 

okuldan  ne  bekleyebilirdi?  Ya  da  okulun  (ve  toplumun)  bir  öğrenciden 

beklentisi  ne  olabilirdi?  Neyi  niçin  öğrenecekti,  öğrenmeliydi  öğrenci?  İlk 

önce,  toplumda  utanmamak  için  öğrenmeliydi  öğrenci.  Sonra  da  çevredeki 

insanlardan  iltifat  görmek  için  öğrenmeliydi.  Ayrıca  kişi  bilgisiyle 

başkalarından üstün olur ve mutluluğu hak ederdi. (Doğan, 1994) Bu türden 

beklenti ya da motivlerle okula giden öğrencinin ağzından şu sözlerin dökül-

mesi  de,  okulun  (ya  da  eğitimin)  amacına  ulaştığını  gösterir:  “Çalıştığım 

mükafat  kazanmak  içindir...  Ben  çalışkan  iken  her  gün  aferin  alıyordum... 

Dersini ezberledikten sonra oynamalıdır... Hem tembel olan çocukları kimse 

sevmez...  Oysa  insanlar  sevilmek  ister...”  (Doğan,  1994).  Dahası,  hangi 

dilden olursa olsun salt, bilginin muhafaza depoları olarak görülen kitaplara 

değer  verdikleri  için  insanların  övüldüğü  (Doğan,  1994)  bir  kültürde, 

okumak olayına ve okuyana karşı her yerde teatral bir saygı gösterilmesine 

karşın,  okumanın  verimli  sonuçları  olan  farklı  düşünce  ve  eleştiriye  karşı 

ilgisizlik,  hatta  giderek  artan  dozda  bir  düşmanlığın  (Ortaylı,  1986)  olması 

çok şaşırtıcı olmasa gerektir.  

Tarihimizden  ve  geleneklerimizden  böyle  örnekleri  bulup  çıkar-

makla, “milli” olanı mahkum etmek ya da onu değiştirilemez bir paradigma 

olarak  öne  sürmek  gibi  bir  amacın  peşinde  olduğumuz  düşünülmesin. 

Yapmaya  çalıştığımız  yalnızca,  Türkiye’nin  çağdaşlaşması  için,  üzerine 

“asri”nin öğretimini inşa etme iddiasıyla yola çıkılan “milli” olana ilişkin bir 

fikir  oluşturma  çabasıdır.  O  nedenle  onaylasak  da  onaylamasak  da  “milli” 

bunlardır, ya da bunlar Türkiye’nindir, Türkiyelidir. Söylemeye çalıştığımız, 

böyle  bir  ulusal  eğitim  üzerinde,  hedeflenen  biçimde  çağdaş  öğretim,  bilgi 

ya  da  bilim  anlayışı  ancak  “milli”  bir  tarzda  kurulabilir  ya  da  gelişebilirdi. 

Tıpkı bugün eğitimden bilime, ekonomiden politikaya kadar yaşamın hemen 

hemen her alanında sergilediğimiz iki uçlu tutumlarda olageldiği gibi.  



 

 

8



Ayrıca,  “asri”ye  böylesi  yaklaşımlarla  yeniden  kurulmak  istenen, 

kurulmasına çalışılan eğitimin daha spesifik düzeydeki amaçları da yeniden 

tanımlanmak durumundaydı. Zira eğitimin önünde, ulusal değerlerle yeniden 

yaratacağı ya da yetiştireceği ulusu çağdaşlığa taşımak gibi bir hedef vardı. 

Dolaysıyla  eğitim,  programından  bilgi  anlayışına  kadar  birçok  öğesiyle 

yeniden  tanımlanmalıydı.  Ne,  niçin  ve  nasıl  öğretilecekti?  Örneğin  Misak-ı 

Maarif’te eğitimin amacı, toplum tarafından takdir edilme ya da sevilme gibi 

kişisel  tatminler  yerine,  okulu  yaşamın  küçük  bir  örneği  haline  getirerek, 

dersler  ve  derslerle  ilgili  etkinlikler  aracılığıyla  öğrenciyi  yaşama 

hazırlamak, böylece çocuklar gerçek yaşama atıldıklarında, hem kişisel hem 

de  toplumsal  görevlerini  en  iyi  biçimde  yerine  getirebilmelerini  sağlamak 

biçiminde  belirlenmişti.  Öncelikle  ve  özellikle  öğrenciyi  gerçek  yaşama 

hazırlamak  üzere  açılan  okullarda  ayrıca,  derslerin  ve  bilimlerin  bizatihi 

amaç  değil,  yaşamda  başarının  araçları  olması  gerekmektedir.  Dolaysıyla 

ders ve dersin konusu, her ne olursa olsun sahip olunması gereken bir içerik 

değil, yaşamda başarılı kılacak içerik olmalıdır. Bu nedenle çeşitli bilimlerin 

yaşamdaki  pratik  değerlerini  çocuklara  anlatmak  için,  bu  bilimlerin  ortaya 

çıkmasına  neden  olan  sosyal  gerekliliklerin  de  anlatılması  ihmal  edilme-

meliydi.  Bu  anlamda  “malumatı  insan  için  bir  süs,  bir  vasıta-i  tahakküm, 

yahut medeni bir zevkten ziyade, maddi hayatta muvaffak olmayı temin eden 

ameli  ve  kabili  istimal  bir  vasıta  haline  getirmek”  (Akgün  ve  Uluğtekin, 

1989) gerekiyordu. 

Özet  olarak,  askeri  zaferin  kazanılıp  da  Cumhuriyet’in  ilan 

edilmesinden sonra, Tevhid-i Tedrisat Yasası’ndan başlayarak, harf devrimi, 

Millet Mektepleri, Halkevleri, çeviri büroları ve girişimleri,  Köy Enstitüleri 

ve  kongreler  gibi  bir  dizi  girişimle,  sözcüğün  tam  anlamıyla  eğitimde 

seferberlik  başlatılarak,  ülkenin  neredeyse  tümü  eğitim  marifetiyle 

Cumhuriyet’in  hedeflerini  gerçekleştirmeye  yönlendirilmişti.  Ülkenin 

ekonomik, sosyal ve siyasal kalkınması ve/veya gelişimi adına ne yapılması 

gerekiyorsa,  hemen  hemen  tümünün  yolu  eğitimden,  eğitilmiş  insandan 

geçiyordu. Zira kazanılan askeri zaferden sonra gerçek zaferi kazanacak ve 

yaşatacak  yani  ulusu  kurtaracak  ve  yaşatacak  olanlar  yalnız  ve  ancak 

öğretmenlerdi. Öğretmenden ve eğiticiden yoksun bir ulus, henüz ulus adını 

almaya  hak  kazanmamış  demekti  (Atatürk’ün  Söylev  ve  Demeçleri  I-III, 

1997).  

Öte yandan hakkında bir fikir oluşturmaya çalıştığımız “milli”  olan 

üzerine  inşa  edilecek  ya  da  özümsenecek  olan  “asri”,  dinsel  inançlar  siste-

minden  başlayarak,  reform  hareketleri,  Rönesans’ı,  Aydınlanma  Dönemi, 

Sanayi Devrimi ile bilinen tarihine sahip; ve bu tarihinin sonucu ya da ürünü 

olarak  da  yine  bilinen  bilime,  teknolojiye,  hukuka,  toplum  ve  devlet 

anlayışlarına ve daha başka özellik ve niteliklere sahip bir toplum idi. Yani 

tarihi ve tarihinin getirdiği özellikleri ve nitelikleri “milli”den önemli ölçüde 




 

 



farklılıklar taşıyan bir toplum idi. Örneğin Türk eğitim tarihinde önemli bir 

yeri olan Atuf’un (1932) tanımlamasıyla, Türkiye Cumhuriyeti için tümüyle 

ulusal bir nitelik taşımasa da, en azından kültürel bir unsur diyebileceğimiz, 

dolaysıyla  belirli  ölçülerde  de  olsa  ulusal  olanı,  giderek  ulusu  belirleyen, 

şekillendiren  İslam  uygarlığının  ruh  ve  hikmeti  ile,  ulaşılması  ve  hatta 

aşılması hedeflenen “asri” olan Avrupa uygarlığının ruh ve hikmeti ayrı ayrı 

şeylerdir: “Biri ilahi diye naslara istinat eder; öteki beşeridir. Biri mücerret 

akla  kıymet  verir;  öteki  tabiat  ve  şe’niyeti  de  söyletir.  Birinin  metodu 

yukarıdandır,  naslardandır;  ötekininki  aşağıdan,  varlıklardan  ve  hadiseler-

dendir”.  Ayrıca,  yine  “asri”  olan  Batı’da  bireyci  demokrasiye  dayanan 

kurumlar, sanayi devriminin sonucu olarak ve büyük ölçüde sömürgelerden 

elde edilen gelirin desteği ile sosyal yapıya sıkı sıkıya bağlı ve bu yapı içinde 

yavaş yavaş gelişmiş kurumlardı (Başgöz, 1995). İşte bu ve benzeri değer ve 

kurumların “milli”nin de özellikleri ve nitelikleri olması amaçlanıyordu. Ki 

böylece “milli” aynı zamanda “asri” olsun. Ya da ancak böyle ya da bunlarla 

çağdaş uygarlık düzeyine ulaşılabilirdi. 

 

Sorunların Kaynağındaki Temel Tutum 

İşte bu iki kültürün okullar, öğretmenler, kısacası eğitim marifetiyle 

bir  arada  yoğrulup  topluma  kazandırılması  yoluyla  hedefe  doğru  adımlar 

atılacaktı.  Bu  anlamda  eğitim,  toplumu,  çağdaşlaşma  yolunda  biçimlen-

dirmesi ve yönlendirmesi ile bir lokomotif işlevi görecekti. Yani eğitim bir 

bakıma  çağdaşlaşmanın  temel  dinamiği  durumundaydı.  Nitekim  bunun  için 

gerekli  girişimler  de,  dönemin  koşulları  içinde  başlatılmış,  sürdürülmüş  ve 

hala  da  sürdürülmektedir.  Ancak  bugün  itibarıyla,  Cumhuriyet’in  hedefleri 

yolunda  belirli  adımlar  da  atılmış  olmasına  karşın,  çağdaşlaşmanın  temel 

dinamiği  konumundaki  eğitim  sistemimizden,  başlarken  de  belirtildiği  gibi 

yakınmayan  kesim  kalmadı  gibi.  Peki  ne  oldu  da  böyle  oldu?  Niye,  sanki 

Başgöz’ün  kehanetini  de  doğrular  gibi  eğitim  sistemimiz  çıkmaza  geldi 

dayandı?  

Bunun için en azından iki neden gösterilebilir. İlk neden, “milli” ile 

“asri”nin  dünyaya  bakışlarında  sahip  oldukları  “paradigma”ların  uzlaşmaz 

olmasalar  bile,  birbirlerinden  oldukça  faklı  “paradigmalar”  olmasında 

düğümleniyordu.  Bir  başka  anlatımla,  yukarıda  tanımlanan  “milli”nin 

üzerine,  yine  yukarıda  kısaca  değinilen  “asri”nin  özelliklerinin  kurulama-

masında,  belki  de  kurulamaz  olmasında  düğümleniyordu.  Zira  kuramsal 

olarak  akla  yakın  görünen  bir  sistem,  herhangi  bir  topluma  uygulandığı 

zaman, eğer çevreye ve topluma uymuyorsa, olumlu bir sonuç vermeyebilir 

(Levend, 1940) ya da, “bir topluma göre iyi olan bir sistem, sosyal ve ekono-

mik  yapısı  farklı  olan  diğer  bir  toplumun  ihtiyaçlarını  karşılaya-

mayacağından iyi bir sistem olmayacaktır. O toplum kendine özgü sosyal ve 




 

 

10



ekonomik  ihtiyaçlarını  karşılayacak  bir  sistem  geliştirmek  zorundadır” 

(Taymaz,  1989).  Tıpkı  Başgöz’ün,  (1995)  yukarıda  da  değindiğimiz, 

Batı’nın belirli süreçler sonunda geliştirdiği kurumsal üst yapısının, halkının 

yüzde  doksanı  okuma  yazma  bilmeyen,  din,  tarikat  ve  aşiret  liderlerinin 

etkisinde  bulunan,  sanayiini  henüz  kuramamış  bir  Türkiye’nin  gerçeklerine 

uymaması  tespitinde  olduğu  gibi.  Keza  Kansu’nun  İslam  uygarlığı  ile  Av-

rupa  uygarlığı  arasında  yaptığı  karşılaştırmayı  da  eklersek,  paradigmaların 

ne  kadar  zor  uzlaşabilir  paradigmalar  olduğu  daha  açık  görülebilecektir. 

Ayrıca şunu da eklemeliyiz ki,  modernleştirilmesi amaçlanan bir toplumsal 

sistem,  modernleşmeyen  bir  kimlik  yüzünden  istenen  değişikliği  göster-

meyebilir (Atiker, 1995). Tıpkı bugün de yaşamımızın birçok alanında yasal 

ve  kurumsal  düzenlemeleri  yapıp  da  bir  türlü  bu  yasa  ve  kurumları 

işletemeyişimiz gibi. Ki bu “özelliğimiz” de bizi, eğitim çıkmazımızın ikinci 

nedenine götürecektir. 

Eğitim  sistemimizin  sanki  bir  kadermiş  gibi  sorunlarını  biriktirip 

çıkmaza girmesinin ikinci nedeni de, eğitimimize, toplumumuza ve giderek 

kültürümüze  kazandırılması  amaçlanan  çağdaş  olanın  düşünce  tarihine, 

birikimine  ve  en  önemlisi  düşünme  tarzına  sahip  olmamaktı.  Şöyle  ki; 

çağdaşlığın  olmazsa  olmaz  öğelerinden  biri  durumundaki  bilim  düşüncesi, 

bilim  algısı,  geri  kalmış  toplumları  “geri  kalmamış”  toplumlara  yaklaştır-

manın,  ulaştırmanın  bir  yolu,  bir  aracı  olarak  algılanmış  ve  böyle  işlem 

görmüştü.  Bilimin  söylediklerini  ya  da  yöntemlerini  öğrenmeyi  bilim  yap-

mayı öğrenmek ya da bilim yapmak olarak gördük, algıladık. Okullarımızda 

bilimin  tanımını,  tarihini,  “biz  de  bilimden  haberdarız”  diyebilmek  için 

okuduk,  öğrendik.  Bilim  literatürünü  dilimize  kazandırmakla  ya  da  kazan-

dırabildiklerimizle bilimi öğreneceğimizi, bilimin sırrını keşfedeceğimizi, ya 

da  İnam’ın  deyişiyle  “bilimin  çekirdeğini  yakalayacağımızı”,  böylece  de 

çağdaş  bir  bilim  toplumu  olacağımızı  düşündük.  Ya  da  Karasar’ın  (1999) 

değerlendirmesiyle,  eğitimimize,  toplumumuza  ve  giderek  kültürümüze  de 

yansıyan  resmi  söylemlerde  sıkça  vurgulanan  araştırma  ve  bilimsellik 

kavramları, daha çok içi boşaltılmış ya da içinin ne ile doldurulacağı henüz 

ciddi  olarak  çalışılmamış  bir  “slogan  bilimselliği”  olarak  da  nitelenebilirdi. 

Tıpkı  bugün  en  son  iletişim  teknolojilerini  transfer  ederek  kendimizi 

teknolojiyi yakalamış olarak kabul etmemiz gibi. Oysa, hangi alanda olursa 

olsun,  o  alanın  bilgisini  üretmek  başka,  üretilmiş  olan  mevcut  bilgiyi  alıp 

kullanmak  başka  olsa  gerekir.  Ya  da  bir  ürünü  satın  almak,  onun  nasıl, 

nereden  ve  nelerden  üretildiğinin  bilgisine  sahip  olmak  olmasa  gerektir. 

Dolayısıyla  eğitimimizde  “asri”  olanı  öğretirken,  yine  yukarıda  da  değinil-

diği gibi, ürünleri tanımanın ya da tanıtmanın ötesinde, nereden ve niçin bu 

tür ürünlerin üretildiğini ya da ortaya çıktığını da öğrenmek, bilmek ve daha 

da önemlisi, bilginin üretilmesi gerekirdi. Bir başka anlatımla, bizatihi bilim 

denen  etkinliğin  ne  olduğuna,  nasıl  ve  niçin  yapıldığına  da  bakıp,  karşı-




 

 

11



laşılan  sorunların  çözümünde  bilim  yönteminin  kullanılması  ve/veya 

uygulanması gerekirdi. Bilimin kaynaklarına yönelmemiz gerekirdi. Özetle, 

bilimin üç temel objesi olan doğaya, topluma ve insan varlığına gözlerimizi 

çevirmemiz gerekirdi. Bunları yetesiye tanıyıp öğrenelim ki, bunları düşün-

düğümüzce işleyip biçimlendirebilelimdi.  

Çağdaşlaşmak  adına  bilimi  böyle  anlamak  yerine,  onun  üretilmiş 

ürünlerini  dilimize  ve  giderek  eğitim  programlarımıza  kazandırmakla 

yetindik.  Kuşkusuz  bunlar  da  gerekliydi.  Ancak  bunların  yanında,  hem 

yaşamımızda,  çevremizde  karşılaştığımız  problemlerin  kaynağı,  hem  de 

bilim düşüncesinde temel araştırma alanları olan doğanın, toplumun ve insan 



varlığının bilgisini üretir hale gelmemiz de gerekiyordu. Evet, bugün gerek 

yurt içinde gerekse yurt dışında, kendi alanlarına, adlarını verdirecek kadar 

önemli  katkılar  yapmış  bilim  adamlarımız  var.  Ancak  bireysel  başarıların 

ötesinde,  toplum  ve  kültür  olarak  kendimize  baktığımızda,  bilim  düşün-

cesinin  karakterize  ettiği  bir  toplum  ve  kültür  olduğumuzu  ya  da  başka  bir 

deyişle bilim düşüncesinin toplum katında bir sorun çözme biçimi ya da bir 

düşünme  tarzı  haline  geldiğini  söylemek  kolay  olmasa  gerekir.  Tıpkı 

Okurer’in  de  (1958)  yaklaşık  kırk  yıl  öncesinden  bildirdiği  gibi:  “Bizim 

eğitim ve öğretim kurumlarımız, daha ziyade yalnız bir takım ferdlerin kendi 

kendilerini  yetiştirmeleri  için  fırsat  olmuş,  fakat  Türkiye’yi  baştan  başa 

değiştirip, topyekün yükseltecek nesilleri yetiştirememiştir.” Bu arada elbette 

“biz bize benzeriz”. Bizim tarihimiz, geleneklerimiz “asri”ninkinden elbette 

farklı.  Ama  bu  farklılık,  çağdaşlaşma  iddiasında  bir  toplum  olarak  bizi 

bilimsel düşünüş ve/veya tutumdan muaf kılmıyor, kılmaması gerekir. Yani, 

biz kendi farklılıklarımızdan dolayı bilimin bu kadarıyla ya da bu biçimiyle 

de  çağdaş  oluruz,  olabiliriz  diyecek  durumda  değiliz.  Söz  konusu  farklılık-

larımız  bizi,  bilimsel  tutumu  kavrayamaz  da  kılmıyor,  kılmaz.  Zira  sorun, 

bilimsel  tutumun  ‘patent’nin  şuraya  ya  da  buraya  ait  olması  değil,  çeşitli 

biçimlerde  yaşamımızda  karşılaştığımız  sorunların  kaynağı  olan  doğa, 

toplum  ve  insanın  tanınması,  kavranması  ile  yönlendirilmesi  ve  biçimlen-

dirilmesi  sorunudur.  Dolayısıyla  bilimin,  çağdaşlaşmak  adına  çağdaş  olan-

dan  aktarılması  gereken  bir  nitelik  olarak  değil,  söz  konusu  araştırma 

alanlarında  karşılaşılan  sorunların  giderilmesi  amacıyla  onların  bilgisini 

üretmek  için  kazanılması  ve  geliştirilmesi  gereken  bir  nitelik  olarak 

algılanması  gerekiyordu.  Eğitim  sistemi  ve  programlarının  da  buna  paralel 

biçimde, bilimin yalnızca ürün boyutunu öğreten değil, aynı zamanda ve en 

azından bunun kadar, belki de bundan daha çok süreç boyutunu öğreten ve 

bunu bir toplumsal davranış biçimine dönüştüren bir yapıda olması ve oluş-

turulması gerekiyordu.  

Bu  açıdan  başta  da  sıralanan  ve  bugün  sistemimizi  tıkanma  nokta-

sına  getiren  kronikleşmiş  eğitim  sorunlarına  baktığımızda,  sürecin  buraya 

gelmesi neredeyse kaçınılmaz bir sondu. Şöyle ki; üzerinde yıllarca tartışılıp 




 

 

12



konuşulmuş  ve  hatta  çok  uzunca  bir  süre  belirli  bölgelerde  pilot  uygu-

lamalarla  sınırlı  kalmış  olan  (bu  arada  uygulamanın  yirmi  yıldan  fazla 

süreyle pilot uygulama düzeyinde kalmış olması da yine pek sık rastlanır bir 

olgu olmasa gerektir, zira geçen onca yıl içinde toplumun gereksinimleri ve 

dolaysıyla eğitimden beklentileri de doğal gelişme gereği değişecektir) sekiz 

yıllık  ilköğretim  yasasının  çıkarılması  sırasında  yaşanan  ve  kimi  siyasi 

çevrelerde  hala  yaşanmakta  olan  tartışmalarda  belirli  kasıtların  aranmış 

ve/veya aranıyor olması, toplum olarak, ilköğretim süresinin niçin sekiz yıla 

ve  giderek  ortaöğretimle  birlikte  zorunlu  on  iki  yıla  çıkarılması  gerektiği 

konusunda  hala  ikna  olamadığımızın  bir  göstergesi  olmalı.  Yine  bu 

bağlamda yabancı dil eğitiminin, ortaokul ve liselerden sonra üniversitelerde 

de  başarısızlıkla  sonuçlanmasından  sonra,  son  yasayla  birlikte  ilköğretim 

kademesine  indirilmiş  olması  da,  söz  konusu  öğretimi,  bilime  ilişkin  algı-

mızda  olduğu  gibi,  bir  problem  çözme  yöntemi,  aracı  olarak  değil  de,  salt 

çağdaşlık  adına  bulundurmamız  gereken  niteliklerden  biri  olarak 

görülmesine, algılanmasına, yani yabancı dil eğitimini bir gereksinim haline 

getiremeyişimize bağlanabilir. Keza, bir yandan “bilgi toplumu”, “bilgi çağı” 

gibi  tanımlamalardan  söz  ederken,  diğer  yandan  “bilgi  çağının/toplumunun 

insanı”nı  yetiştirecek  öğretmenleri,  bütçe  kaynaklarının  yetersizliği  gerek-

çesiyle  sistemden  ve  eğitim  mesleğinden  böylesine  uzaklaştırmak  ve 

soğutmak  da  herhalde  yine  kolay  anlaşılabilir  bir  çelişki  değildir.  Tıpkı, 

bütçe  payının  düşük  tutulmasının  özel  okul  sayısının  artmasına  yol  açması 

ve  böylece  kaynak  yok  söylemlerinin  paralı  eğitim  düşüncesinin  benim-

senmesini kolaylaştırması gibi (Gök, 1995). Bu anlamda, Türkiye’nin eğitim 

çıkmazının,  geri  kalmış  bir  toplum  olma  çıkmazında  düğümlendiği  tespiti 

kadar, geri kalmış bir toplum olma çıkmazının da Türkiye’nin bilim algısı ile 

bu  algı  ve/veya  anlayışa  dayanan  eğitim  çıkmazında  yattığı  tespiti  de 

yapılabilir. Bu tespitin gereği olan, bir problem çözme yöntemi ya da tutumu 

olarak  bilim  kavrayışının  nasıl  yeniden  tanımlanıp  eğitim  politika  ve 

programlarına sindirileceği ve böylece aynı tutum ya da yöntemin, akademik 

kurumların  sınırları  dışında  toplumsal/kültürel  bir  tutum  olarak  benimsenip 

yerleştirilebileceği de, bir başka araştırmanın problemini oluşturacaktır. 

 

 

Sonuç 



Sonuç  olarak  Türkiye,  Cumhuriyeti  ilan  ederken  önüne  koyduğu 

çağdaşlaşma  hedefinde  umudunu  ne  kadar  eğitime  bağladı  ise,  en  azından 

onun  kadar,  eğitim  anlayışı  ve  sisteminde  de  çağdaş  olanı  yakalayabilmesi 

için,  çağdaşlığın  belkemiğini  oluşturan  bilimsel  tutumu,  insan  için  bir  süs, 

bir baskı aracı ya da bir hobi olarak algılamaktan çok, tıpkı yukarıda bilgi ve 

öğrenme  için  getirilen  yeni  anlayışta  olduğu  gibi  yaşamda  karşılaşılan 

sorunları çözmenin bir aracı, bir yöntemi olarak algılamalı ve algılanmasını 



 

 

13



sağlamalı idi. Bir başka anlatımla, Türkiye’nin bugünkü kronikleşmiş eğitim 

sorunlarını  çözmesi  ve  böylece  içine  sürüklendiği  çıkmazı  aşması,  bilim 

düşüncesini kavramasına ve özümsemesine ne kadar bağlı ise, “geri kalmış 

bir  toplum”  olma  çıkmazını  aşması  da,  yine  bu  bilimsel  tutumu  eğitim 

marifetiyle  topluma  mal  etmesine,  yani  bir  toplumsal  düşünüş  ve  davranış 

tarzı haline getirmesine, getirebilmesine bağlıdır.  

 

KAYNAKÇA 

 

Atatürk’ün  Söylev  ve  Demeçleri  (1997),  Atatürk  Araştırma  Merkezi 



Yayınları, Ankara. 

IV. Demokratik Eğitim Kurultayı, Eğitim-Sen Yayınları, Ankara: Mart 2005. 

Akgün,  Seçil,  Murat  Uluğtekin.  (1989).  “Misak-ı  Milli”,  Atatürk  Yolu

Ankara:  Ankara  Üniversitesi  Türk  İnkılap  Tarihi  Enstitüsü,  Yıl  2, 

Sayı 3. 

Atiker,  Erhan.  (1995).  Bireyselleşme  ve  Toplumsal  Farklılaşma,  İstanbul: 

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları. 

Ataklı, Aylanur. (1999). “Eğitim Sisteminin Amaç ve Politikalarının Toplum 

Kültürüne  Uygunluğu”,  Eğitimde  Yansımalar  V:  21.  yy.  Eşiğinde 

Türk  Eğitim  Sorunu,  Ankara:  Öğretmen  Hüseyin  Hüsnü  Tekışık 

Eğitim Araştırma-Geliştirme Merkezi. 

Atuf [Kansu] Nafi. (1932). Türkiye Maarif Tarihi II, İstanbul.  

Başgöz,  İlhan.  (1995).  Türkiye’nin  Eğitim  Çıkmazı  ve  Atatürk,  Ankara: 

Kültür Bakanlığı Yayınları. 

Doğan,  Nuri.  (1994).  Ders  Kitapları  ve  Sosyalleşme  (1876-1918),  İstanbul: 

Bağlam Yayıncılık. 

Gök, Fatma. (1995). “Eğitim Sisteminin Yapısı, Krizi ve Eğitim İdeolojisi”, 



Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi Cilt 12, İstanbul: İletişim 

Yayınları. 

Gökalp,  Ziya.  (1974).  Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak,  İstanbul: 

Türk Kültür Yayını. 

İnam,  Ahmet.  (1994).  “Cumhuriyet  Sonrası  Bilim  Hayatımız  Üzerine  Bir 

Yorum”,  Cumhuriyetin  70.  Yılında  Türkiye’de  Bilim,  Ankara: 

TÜBİTAK. 

Kaptan,  Saim.  (1999).  “”Eğitim’i”  Arıyorum”,  Eğitimde  Yansımlar  V:  21. 



yy. Eşiğinde Türk Eğitim Sorunu, Ankara: Öğretmen Hüseyin Hüsnü 

Tekışık Eğitim Araştırma-Geliştirme Merkezi. 

Karasar,  Niyazi.  (1999).  “Türk  Eğitim  Sisteminin  Biçimlendirilmesinde 

Bilimsel  Araştırmaların  Yeri”,  Eğitimde  Yansımalar  V:  21.  yy. 




 

 

14



Eşiğinde  Türk  Eğitim  Sorunu,  Ankara:  Öğretmen  Hüseyin  Hüsnü 

Tekışık Eğitim Araştırma-Geliştirme Merkezi. 

Koloğlu  Orhan.  (1987).  “Süreli  Yayınların  Bilim  Fikri  ve  Kurumların 

Oluşmasına Katkısı”, Osmanlı İlmi ve Mesleki Cemiyetleri, İstanbul: 

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları. 

Lee,  Molly  N.N.  (2002).  “Eğitimde  Küresel  Eğilimler”,  Kuram  ve 



Uygulamada Eğitim Bilimleri, Cilt: 2, Sayı: 1, Mayıs 2002. 

Levend, Agah S. (1940). Maarifimiz ve Milli Terbiyemiz, İstanbul: Eminönü 

Halkevi Dil ve Edebiyat Şubesi Yayınları. 

Okurer,  Cahit.  (1965).  Ana  Hatları  İle  Milli  Eğitim  Politikamız,  Ankara: 

Ayyıldız Matbaası. 

Ortaylı, İlber (1986). İstanbul’ dan Sayfalar, İstanbul: Hil Yayın. 

Sungu,  İhsan.  (1992).  “Tevhid-i  Tedrisat  Kanunu”,  Atatürk  Devri  Fikir 

Hayatı II, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. 

Taymaz,  Haydar.  (1989).  Uygulamalı  Okul  Yönetimi,  Ankara:  A.Ü.  Eğitim 

Bilimleri Fakültesi Yayını. 

 

 



Yüklə 132,45 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə