1
U.Ü. FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ
SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ
Yıl: 7, Sayı: 10, 2006/1
TÜRKİYE’NİN ÇAĞDAŞLAŞMA SORUNU ve EĞİTİM
Muhsin YILMAZ
*
ÖZET
Bu çalışmada, Türkiye’nin yıllardır tartışmakta olduğu eğitim
sorunları, çağdaşlaşma sorunu ile ilişkilendirilerek irdelenmektedir.
Yabancı dil eğitimi, mesleki-teknik eğitim ya da öğretmen yetiştirme gibi
eğitim sorunlarının uzun yıllardır tartışılıyor olmasına karşın, çözümlenmesi
yerine giderek ağırlaşmasının nedenleri, eğitim politikaları ve uygulamaları
yerine, eğitim ve bilim anlayış ve politikalarını da belirleyen çağdaşlaşmaya
ilişkin temel tutumda temellendirilmeye çalışılmaktadır. Tüm sorunlarıyla
birlikte sistemi, öğretime eklenen “asri” nitelemesi ile eğitime yüklenen
“milli” nitelemesinin bağdaştırılamaması temelinde değerlendirirken, sonuç
olarak söz konusu iki kavramın içeriklerinin yeniden tanımlanması gereğini
öne çıkarmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Çağdaşlaşma, eğitim, “asri”, “milli”.
ABSTRACT
The Modernisation Issue of Turkey and Education
The aim of this study is to examine the source(s) of such chronic
matters of education as education of foreign language, of vocational-
technical education and of teacher training of Turkey on which the
educators have been dwelling for years and years by relating all of these to
*
Yrd. Doç. Dr.; Uludağ Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü
Öğretim Görevlisi.
2
the issue of modernisation of Turkey. It is an attempt in this context, to base
the reason(s) of such educational matters on the difficulty about the
modernisation issue which determines also the approaches to and policies of
education. The system with all problems it has is considered in respect to the
incompatibility of the “modern” one describing the notion of “instruction”
to the “national” one qualifying the notion of “training”. As a result the
need to reconsider the senses of the two notions under discussion is
suggested.
Key Words: Modernisation, education, “modern”, “national”.
Giriş
Kaptan (1999) “’Eğitim’i” Arıyorum” başlıklı yazısının sonlarına
doğru, mevcut eğitim sistemini olması gereken eğitim sistemi ile
karşılaştırdıktan sonra şunları söylemektedir: “Eğitim-öğretim sistemimizle
ilgili yapmakta olduğumuz her şeyi, neden böyle yaptığımızı yeniden
irdelemeliyiz ve sorgulamalıyız. Değişiklikleri, yırtıkları yamayarak değil,
“Değişim Mühendisliği” uzmanlarının önerdiği gibi, mevcudu yıkarak
yapmalıyız.” Mevcut sistemin nasıl yıkılıp yerine yenisinin nasıl inşa
edileceği bir yana, yazarı böylesine radikal çözüm önerilerine götüren
sisteme ilişkin sorunlar ve şikayetler nelerdir, neler olabilir acaba? Kuşkusuz
sorunlar değişik bakış açılarından değişik bağlamlarda ve düzeylerde
saptanabilir, tanımlanabilir. Ancak Kaptan’ın hedefi bu olmasa gerekir. Şu
ya da bu açıdan şu ya da bu sorunlar... Ama bir eğitimciyi neredeyse isyan
noktasına getirmiş olan sorunlar... Bu sorunlar nedir ki, yama tutmaz da
kökten bir değişimi gerektirir, gerektirmektedir?
Evet, Kaptan’ın değerlendirmesi ve/veya önerisi herhangi bir
bilimsel araştırmaya dayandırılmamıştır. Dolayısıyla görüşleri öznel ve
kendisini bağlayan görüşlerdir denilebilir. Ancak benzeri görüş ve
değerlendirmelerin, farklı zeminlerde farklı çevreler tarafından dile
getiriliyor olması da, yazarın görüşlerini kişisel ve/veya öznel olmaktan ne
yazık ki çıkarmaktadır. O kadar ki, son dönemlerde Türkiye’de
öğrencisinden öğretmenine, velisinden yöneticisine, politikacısına kadar
eğitim sisteminden, ilgili bakana “sistemin çöktüğü”nü söyletecek düzeyde
bir yakınmadır gidiyor. Yakınmalar o boyutlara ulaşmış durumda ki, veli
Milli Eğitim’in okullarını, çocuğunun yaşama hazırlanması için gereken
donanımı alacağı bir kurum olarak değil, tam tersine, kendisinden mümkün
olan en kısa sürede kurtulunması gereken bir kurum olarak görmeye
başlamış. Çünkü o okullarda 50-60 kişilik sınıflarda ders yapıldığı için
öğretmen, çocuğun eğitimiyle yeterince ilgilenemiyormuş. Yine Milli
Eğitim’in okullarının üniversiteye giriş sınavlarına hazırlayamadığı
öğrenciler özel dershanelere yönelmiş, özel okulları tercih eder olmuşlar.
3
Çünkü Milli Eğitim’in deneyimli öğretmenleri özel dershaneler ve özel
okullar tarafından istihdam edilir olmuş. Böyle olunca da Türk eğitim
sistemi tıkanmış, tükenmiş, ya da yama tutmaz hale gelmiş ve Kaptan gibi
eğitimcileri yukarıdaki değerlendirme noktasına getirmiş. Dolayısıyla da bu
tıkanma, sistemde bir reform gereğini ortaya çıkarmış.
Öte yandan, eğitim sisteminin de, tıpkı diğer toplumsal sistemler gibi
tümden sorunsuz olması elbette beklenemez. Zira toplumsal gelişimin ortaya
çıkardığı yeni koşul ve gereksinimler, dolaylı ya da doğrudan eğitim
sistemini de etkileyeceğinden, sistemin kendisini sürekli yenileme gereğinin
ortaya çıkaracağı sorunların yaşanması kaçınılmazdır. Nitekim;
“tüm toplumsal sistemler gibi, eğitim sistemi de sorunsuz değildir.
Etkili olmak isteyen bir eğitim sistemi, sorunları zamanında ve
etkili olarak tanımlayıp çözmek zorundadır. Bir yandan toplumun
her
köşesine
eğitim
olanaklarını
yayma
ve
eğitimi
demokratikleştirme
baskıları,
diğer
yandan
toplumun
gereksinimlerini karşılamak için eğitim sisteminin yenileşmeye
zorlanması, eğitim sorunlarının her yıl katlanarak artmasına neden
olmaktadır, olacaktır.” (Ataklı, 1999, s. 68)
Eğitim sisteminin başka sorunları başka biçimlerde de dile
getirilebilir. Ancak hangi sorun hangi biçimde dile getirilirse getirilsin, bu
durum, Türk eğitim sisteminin tümden yıkılıp değiştirilmesi ölçüsünde
olmasa bile, sistemin reformundan söz edilmesini gerektirecek düzeyde
ağırlıklı ve acil sorunlarla karşı karşıya olduğu gerçeğini değiştirmez. Sözü
edilen reformdan beklentiler öylesine yüksek ki, bu reformla sistemin
ilköğretim kademesinin, yıllarca tartışıldıktan sonra, ama ilgili kamuoyunun
kendi içindeki tartışmalarından çok, başkaca değerlendirmeler sonucunda
nihayet sekiz yıl esasına göre yeniden yapılandırılmasına karşın; ortaöğretim
kademesinde mesleki-teknik eğitimin yeniden tanımlanmasıyla imam-hatip
okullarının statüsünün açıklığa kavuşturulması; yine bununla ilişkili olarak,
her yıl açık öğretim sistemi dahil yaklaşık üç yüz bin kişinin yerleştirildiği
üniversitelerin önüne iki milyona yakın kişinin yığılmasının önüne geçil-
mesi; öğretmenin saygınlığının iade edilmesi ve ilköğretimden yüksek
öğretime değin tüm öğretim kademelerindeki yabancı dil eğitiminin nihayet
sorun olmaktan çıkarılması beklenmektedir. Böylece bunlar gibi, artık
kronikleşmiş sorun ve/veya tartışmalardan, en azından daha yakın zaman-
ların, örneğin eğitimde küresel eğilimler (Lee, 2002) ya da eğitim
kongrelerinde henüz tartışılmaya başlanan, teknolojinin gelişimiyle birlikte
hızla farklılaşan ya da çeşitlenen eğitim ortam ve/veya yöntemleriyle
yerleşik eğitim kurumlarının koordinasyonu ya da entegrasyonu gibi kimi
yeni açılımların (IV. D.E.K., 2005) daha çok yer işgal ettiği güncel eğitim
sorun ve tartışmalarına geçilebilsin. İşte gerçekleştirilmesi beklenen reform
4
çalışmalarıyla tüm bu sorunların aşılmasıyla, değişik platform ve bağlam-
larda sıklıkla dile getirilen “çağın gereği olan bilgi toplumunun insanı”nın
yetiştirilmesi hedeflenmektedir. Tıpkı yine Türkiye’nin daha genelde,
örneğin sosyal, siyasal ve ekonomik alanlardaki ilgili yasal prosedürleri
yerine getirmesiyle “çağdaş demokratik ve müreffeh Türkiye”nin yaratılıp
AB’ne üyeliğin gerçekleştirilmiş olacağı beklentisi gibi.
Sorunların Kaynağına İlişkin Söylenenler
Her ne kadar söz konusu tıkanıklığı aşmak için son yıllarda 4306
sayılı yasa ile, ilköğretimin süresi, mesleki-teknik eğitim, yabancı dil eğitimi
ve tüm bu uygulamaların finansmanı gibi alanlarda kimi adımlar atılmış olsa
da, bu adımların sistemin içinde bulunduğu sorunların aşılabileceğine dair,
ilgili kamuoyunda ve giderek toplumun genelinde bir umut, bir güven
oluşturabildiğini söylemek ne yazık ki çok zor. O nedenle, bundan sonra da
benzeri girişimlerle, neredeyse bir zorunluluk haline gelen “eğitimde
reform” tamamlanır da gerçekleşir mi, ya da ne kadar ve nasıl gerçekleşir ve
böylece sorunlarından hangileri ne ölçüde aşılır bilinemez ama, Türk eğitim
sisteminin sorunları olduğu kesin.
Şunu sorabiliriz: Eğitim sistemi niye bu sorunlara geldi dayandı? Ya
da neden böyle eğitim sorunları var Türkiye’nin? Bu soruya ya da soruna
Türkiye’nin siyasal yaşamının gelişiminde temellendirilen yanıtlar bulunabi-
leceği gibi, eğitimden sorumlu bakanlarının ve bakanlarla birlikte politika-
larının da sık sık değişmesinin, değiştirilmesinin yarattığı kopmalar, kaynak
yetersizlikleri, nüfus yapısı ve baskısı gibi başka yanıtlar ve gerekçeler de
sunulabilir. Ancak bu yanıtlar da şu tür soruları akla getirmekte: Türkiye’nin
siyasal yaşamının gelişimi, neredeyse göz göre göre, nasıl oldu da eğitim
sisteminin bir tıkanmaya, hatta bir “çöküş”e sürüklenmesine izin verdi? Ya
da eğitim bakanları nasıl oldu da politikaların sık sık değiştirilmesinin
kopukluklara neden olduğunu göremediler? Benzer biçimde, Türkiye’nin
nüfus yapısıyla ilgili D.İ.E. ve D.P.T. gibi kurumların elinde gerekli veriler,
projeksiyonlar yok muydu da böyle bir nüfus baskısıyla karşılaşıldı? Şu da
bir gerekçe olarak öne sürülebilir, sürülebiliyor: Ülkenin kurumsal değişimi-
gelişimi toplumsal dinamizmin, gelişimin gerisinde kaldı. Ya da toplumun
siyasal olarak örgütlenmiş biçimi olan devlet, toplumsal değişimi izleyeme-
diğinden, bu değişimlere uyum sağlayamadığından kurumsal yapı toplumsal
taleplerin gerisinde kaldı. O nedenle de devletin kurumları, toplumsal talep
ve beklentilere yanıt veremediğinden işlevsiz kaldı, hantallaştı ve reformlara
ihtiyaç duyar hale geldi. İyi ama, kurumları ve giderek devleti işletenler de
bu toplumun üyeleri olduklarına göre, nasıl olur da bunlar söz konusu
toplumsal değişim ya da gelişmelerden uzak kalabilirler de bu gelişmeleri
kurumsal yapıya, işleyişe yansıtmazlar? Ya da şöyle soralım: Toplumsal
5
değişimi kurumsal düzeye çıkarmayı, yansıtmayı engelleyen etkenler nedir,
nelerdir? Bu anlamda sorunun ya da sorunların kaynağı başka yerlerde de
oralarda mı aranmalı?
Örneğin bir tespite göre Türkiye’nin eğitim çıkmazı, geri kalmış bir
toplum olmanın çıkmazı idi. Bu temel yapı değişmedikçe eğitim çabaları bir
yerde tıkanacaktı (Başgöz, 1995). Bugün tıkandığı gibi. Dolayısıyla sorun
belki de ‘geri kalmış bir toplum’ olmamızda temelleniyordu. O halde neden
ve nasıl ‘geri kalmış bir toplum’ idik? Ayrıca, sorun burada nasıl
temellendirilebilirdi? Denilebilir ki, geçmişten devir alınan miras, savaşların
yarattığı olumsuzluklar, coğrafya ve tarihin beraberlerinde taşıdıkları
kültürel gerilim gibi nedenlerden dolayı böyle oldu, ancak böyle olabildi.
Evet, bunların ‘geri kalmış bir toplum’ olmamızda belirli ölçülerde payı
olabilir. Ancak ‘geri kalmamış toplumlar’ da imparatorluk dönemleri ve
savaşlar yaşadılar, belirli ölçülerde de olsa tarihlerinden kaynaklanan geri-
limler yaşamaktalar. Buna karşın onlar nedense ‘geri kalmamışlar’. Elbette
her ülkenin, her toplumun kendi koşulları, kendi tarihi ve kendi gelişim
çizgisi vardır ve farklıdır. Dolayısıyla, değerlendirme bu koşullar içinde
yapılmalıdır. Nitekim biz de kendi koşulları içinde Türkiye’nin çağdaşlaşma
iddiası ve çabalarında ortaya çıkan eğitim çıkmazını nedenleriyle birlikte
irdelemeye çalışacağız.
Sistemi Temellendiren İkilem
Türkiye, Cumhuriyet’i ilan ederken kendine “çağdaş uygarlık
düzeyi”ne ulaşma gibi bir hedef belirlemişti. Bunun için de önüne öncelikle
ve özellikle ekonomik kalkınma ile ulusal siyasal bilinç yaratma, yani bir
ulus yaratma hedeflerini koymuştu. Bir yandan savaştan çıkmış Türkiye’nin
ekonomik alt yapısını kuracak ve güçlendirecek ekonomik atılımlar için
kongreler toplanıp, temeller atılırken; diğer yandan da Misak-ı Milli sınırları
içindeki topluluklardan bağımsız bir ulus yaratmak amacına dönük dil-tarih
enstitüleri kuruluyor, yasal reformlar da birbiri peşi sıra uygulamaya
konuyordu. Bu amaçları gerçekleştirerek belirlenen hedefe ulaşmanın yolu
da “sosyalleştirme üzerine uzmanlaşmış” ya da “bir ideoloji oluşturma aracı
olarak büyük önem taşıyan okul”dan (Doğan, 1994), yani eğitimden
geçiyordu. O kadar ki, eğitim, Türkiye Cumhuriyeti’ni ayakta tutacak üç
sacayağından biriydi adeta: 1923 İzmir İktisat Kongresi ile oluşturulan
“Misak-ı İktisadi”ye paralel olarak, eğitim düzenlemeleri de “Misak-ı
Maarif” sözü ile tanımlanarak üç önemli “misak”; bağımsızlık, ekonomi ve
eğitim, henüz adı konmamış Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli olarak saptan-
mıştı (Akgün ve Uluğtekin, 1989). Demek ekonomik kalkınma ve ulus
yaratma amaçlarına dönük yasal reformlarla birlikte eğitimde de bir
“seferberlik” başlatmak gerekiyordu.
6
Gerekiyordu ama, nereden ve nasıl başlanmalıydı, başlanacaktı
eğitimde seferberliğe? İlk olarak, iki türlü eğitimin bir memlekette iki türlü
insan yetiştireceği, bunun ise düşünce ve duygu birliği ve dayanışma
amaçlarına uymayacağı (Sungu, 1992) düşüncesinden hareketle, ülkeye
çeşitli dünya görüşlü bireyler yetiştirmekte olan dinsel eğitime dayalı
medreseleri, çağdaş eğitime dayalı mektepleri ve azınlık okullarını (Akgün
ve Uluğtekin, 1989) Tevhid-i Tedrisat yasası ile bir çatı altında toplayarak,
eğitim kurumlarını ulus yaratma amacına hizmet edecek biçimde yeniden
yapılandırmak gerekiyordu. Sonra da bir çatı altında toplanmış okulları,
ülkenin ekonomik, sosyal ve siyasal kalkınması ve/veya gelişimi için
seferber etmek gerekiyordu. Ancak bunun için nasıl bir eğitim verilmeliydi?
Daha da somutlaştırırsak; ülkenin belirlenen hedefe ulaşabilmesi için nasıl
bireyler yetiştirilmeliydi? Bunun için ulusal eğitimle yetişmiş ve çağdaş
bilince erişmiş bireyler yetiştirilmeliydi. Yani ulusal eğitim ve çağdaş
öğretimle yetiştirilmiş bireylerle ancak hedeflenen ulusa ve bunun da
ötesinde çağdaş uygarlık düzeyine ulaşılabilirdi. Dolaysıyla eğitim ulusal ve
öğretim çağdaş olmalıydı. Böylece bireyler ve giderek ulus hem ulusal
değerlerini, kimliklerini koruyup yaşatacak, hem de çağdaş düşünceyi ve
bilimi izleyebilecek, yani çağdaş olanı anlayabilecekti. Eğitim literatürün-
deki anlatımıyla, böylece “asri” ile “milli”nin (Akgün ve Uluğtekin, 1989)
sentezi Türk insanında ve toplumunda gerçekleşmiş olacaktı.
Peki bu “milli” ile “asri”nin sentezi nasıl gerçekleşecekti? Ya da
temellerini kendi tarihimizden, geleneklerimizden ve kendi yaşamımızdan
arayıp bulacağımız “milli” eğitim üzerine, yine temellerini çeşitli gelişmiş
ülkelerden arayıp tarayarak kendimiz için en uygun ilkeleri seçme yoluyla
(Akgün ve Uluğtekin, 1989) gerçekleştireceğimiz “asri” öğretim inşa edile-
bilir miydi? Ya da tanımlanan biçimdeki “milli” üzerine, yine tanımlanan
biçimdeki “asri” nasıl ve ne kadarıyla inşa edilebilirdi? Ki böylece ulusal
eğitimle amaçlanan uluslaşma, çağdaş öğretimle ekonomik kalkınma ve
ikisiyle birlikte de çağdaşlaşma hedefleri geçekleştirilebilsin.
Bunun olabilirliğini görmek için herhalde “milli” olana, yani tarihi-
mizden, geleneklerimizden, yaşamımızdan gelen ve yazımızın proble-
matiğini oluşturan çağdaşlaşma ve eğitime ilişkin özelliklerimize bakmak
gerekir. Bu açıdan “milli”yi tanımlayan özellikler nedir? Eğitimden ne
bekler, çağdaşlaşmaya nasıl bakarız? Örneğin Gökalp’e (1974) göre “biz
Türkler kaideci fakat ananesiz bir milletiz. Türklüğe ve İslamlığa ait
ananelerimizin tarihi silsilelerini aramadığımız gibi, çağımızı ayırt eden
ilerlemelerin kaynak ve gelişmelerini de incelemeye lüzum görmeyiz. Bizim
için yalnızca neticeler lazımdır”. Keza Koloğlu’nun da (1987) tarihimizde
çağdaşlaşma sürecinde ortaya çıkan yayın ve kurumlara ilişkin gözlem-
lerinde aktardığı gibi, bilim bir merak, bir eğlence havası içinde ele
alınmakta ve ilgi çekme daha bir ön planda tutulmaktaydı. Gazeteler bilim
7
konusunda ilgi yaratmayı başarmakla birlikte, bunun nedenlerine, temelini
oluşturan felsefeye hiç dokunmamaktaydı. Bu anlamda bilimin de hiç
tartışılmadan aynen aktarılması gibi çelişkili bir durum ortaya çıkmaktaydı.
Dolayısıyla bilim merakı uyansa da, bilim fikri, bilimsel bilinç oluşamı-
yordu. Batı’da sadece “en son varılan doğru” olarak tartışılan bilgiler,
Türkiye’nin de içinde bulunduğu Doğu’da tartışılmaz gerçekler şeklinde
kabul ediliyordu. Ya da benzer gözlem ya da tespitlerin bir başka ifadesiyle,
Tanzimat’tan bu yana Türk insanının bilimi, özellikle teknolojik sonuçlarıyla
değerlendirme eğilimi göstermesi ya da bugün de hala sürdüğü iddia olunan,
bilimin çekirdeğini değil de, oradan kaynaklanmış sonuçları alma ve böylece
teknolojiyi oluşturma tavrı gibi (İnam, 1994).
Yine “milli”nin özeliklerini kendi tarih ve geleneklerimizden
örneklendirmeyi sürdürürsek; “asri” ile ilişkilerin yukarıda tanımlandığı
biçimde algılandığı okulda eğitim nasıl anlaşılmaktaydı? Bir öğrenci
okuldan ne bekleyebilirdi? Ya da okulun (ve toplumun) bir öğrenciden
beklentisi ne olabilirdi? Neyi niçin öğrenecekti, öğrenmeliydi öğrenci? İlk
önce, toplumda utanmamak için öğrenmeliydi öğrenci. Sonra da çevredeki
insanlardan iltifat görmek için öğrenmeliydi. Ayrıca kişi bilgisiyle
başkalarından üstün olur ve mutluluğu hak ederdi. (Doğan, 1994) Bu türden
beklenti ya da motivlerle okula giden öğrencinin ağzından şu sözlerin dökül-
mesi de, okulun (ya da eğitimin) amacına ulaştığını gösterir: “Çalıştığım
mükafat kazanmak içindir... Ben çalışkan iken her gün aferin alıyordum...
Dersini ezberledikten sonra oynamalıdır... Hem tembel olan çocukları kimse
sevmez... Oysa insanlar sevilmek ister...” (Doğan, 1994). Dahası, hangi
dilden olursa olsun salt, bilginin muhafaza depoları olarak görülen kitaplara
değer verdikleri için insanların övüldüğü (Doğan, 1994) bir kültürde,
okumak olayına ve okuyana karşı her yerde teatral bir saygı gösterilmesine
karşın, okumanın verimli sonuçları olan farklı düşünce ve eleştiriye karşı
ilgisizlik, hatta giderek artan dozda bir düşmanlığın (Ortaylı, 1986) olması
çok şaşırtıcı olmasa gerektir.
Tarihimizden ve geleneklerimizden böyle örnekleri bulup çıkar-
makla, “milli” olanı mahkum etmek ya da onu değiştirilemez bir paradigma
olarak öne sürmek gibi bir amacın peşinde olduğumuz düşünülmesin.
Yapmaya çalıştığımız yalnızca, Türkiye’nin çağdaşlaşması için, üzerine
“asri”nin öğretimini inşa etme iddiasıyla yola çıkılan “milli” olana ilişkin bir
fikir oluşturma çabasıdır. O nedenle onaylasak da onaylamasak da “milli”
bunlardır, ya da bunlar Türkiye’nindir, Türkiyelidir. Söylemeye çalıştığımız,
böyle bir ulusal eğitim üzerinde, hedeflenen biçimde çağdaş öğretim, bilgi
ya da bilim anlayışı ancak “milli” bir tarzda kurulabilir ya da gelişebilirdi.
Tıpkı bugün eğitimden bilime, ekonomiden politikaya kadar yaşamın hemen
hemen her alanında sergilediğimiz iki uçlu tutumlarda olageldiği gibi.
8
Ayrıca, “asri”ye böylesi yaklaşımlarla yeniden kurulmak istenen,
kurulmasına çalışılan eğitimin daha spesifik düzeydeki amaçları da yeniden
tanımlanmak durumundaydı. Zira eğitimin önünde, ulusal değerlerle yeniden
yaratacağı ya da yetiştireceği ulusu çağdaşlığa taşımak gibi bir hedef vardı.
Dolaysıyla eğitim, programından bilgi anlayışına kadar birçok öğesiyle
yeniden tanımlanmalıydı. Ne, niçin ve nasıl öğretilecekti? Örneğin Misak-ı
Maarif’te eğitimin amacı, toplum tarafından takdir edilme ya da sevilme gibi
kişisel tatminler yerine, okulu yaşamın küçük bir örneği haline getirerek,
dersler ve derslerle ilgili etkinlikler aracılığıyla öğrenciyi yaşama
hazırlamak, böylece çocuklar gerçek yaşama atıldıklarında, hem kişisel hem
de toplumsal görevlerini en iyi biçimde yerine getirebilmelerini sağlamak
biçiminde belirlenmişti. Öncelikle ve özellikle öğrenciyi gerçek yaşama
hazırlamak üzere açılan okullarda ayrıca, derslerin ve bilimlerin bizatihi
amaç değil, yaşamda başarının araçları olması gerekmektedir. Dolaysıyla
ders ve dersin konusu, her ne olursa olsun sahip olunması gereken bir içerik
değil, yaşamda başarılı kılacak içerik olmalıdır. Bu nedenle çeşitli bilimlerin
yaşamdaki pratik değerlerini çocuklara anlatmak için, bu bilimlerin ortaya
çıkmasına neden olan sosyal gerekliliklerin de anlatılması ihmal edilme-
meliydi. Bu anlamda “malumatı insan için bir süs, bir vasıta-i tahakküm,
yahut medeni bir zevkten ziyade, maddi hayatta muvaffak olmayı temin eden
ameli ve kabili istimal bir vasıta haline getirmek” (Akgün ve Uluğtekin,
1989) gerekiyordu.
Özet olarak, askeri zaferin kazanılıp da Cumhuriyet’in ilan
edilmesinden sonra, Tevhid-i Tedrisat Yasası’ndan başlayarak, harf devrimi,
Millet Mektepleri, Halkevleri, çeviri büroları ve girişimleri, Köy Enstitüleri
ve kongreler gibi bir dizi girişimle, sözcüğün tam anlamıyla eğitimde
seferberlik başlatılarak, ülkenin neredeyse tümü eğitim marifetiyle
Cumhuriyet’in hedeflerini gerçekleştirmeye yönlendirilmişti. Ülkenin
ekonomik, sosyal ve siyasal kalkınması ve/veya gelişimi adına ne yapılması
gerekiyorsa, hemen hemen tümünün yolu eğitimden, eğitilmiş insandan
geçiyordu. Zira kazanılan askeri zaferden sonra gerçek zaferi kazanacak ve
yaşatacak yani ulusu kurtaracak ve yaşatacak olanlar yalnız ve ancak
öğretmenlerdi. Öğretmenden ve eğiticiden yoksun bir ulus, henüz ulus adını
almaya hak kazanmamış demekti (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III,
1997).
Öte yandan hakkında bir fikir oluşturmaya çalıştığımız “milli” olan
üzerine inşa edilecek ya da özümsenecek olan “asri”, dinsel inançlar siste-
minden başlayarak, reform hareketleri, Rönesans’ı, Aydınlanma Dönemi,
Sanayi Devrimi ile bilinen tarihine sahip; ve bu tarihinin sonucu ya da ürünü
olarak da yine bilinen bilime, teknolojiye, hukuka, toplum ve devlet
anlayışlarına ve daha başka özellik ve niteliklere sahip bir toplum idi. Yani
tarihi ve tarihinin getirdiği özellikleri ve nitelikleri “milli”den önemli ölçüde
9
farklılıklar taşıyan bir toplum idi. Örneğin Türk eğitim tarihinde önemli bir
yeri olan Atuf’un (1932) tanımlamasıyla, Türkiye Cumhuriyeti için tümüyle
ulusal bir nitelik taşımasa da, en azından kültürel bir unsur diyebileceğimiz,
dolaysıyla belirli ölçülerde de olsa ulusal olanı, giderek ulusu belirleyen,
şekillendiren İslam uygarlığının ruh ve hikmeti ile, ulaşılması ve hatta
aşılması hedeflenen “asri” olan Avrupa uygarlığının ruh ve hikmeti ayrı ayrı
şeylerdir: “Biri ilahi diye naslara istinat eder; öteki beşeridir. Biri mücerret
akla kıymet verir; öteki tabiat ve şe’niyeti de söyletir. Birinin metodu
yukarıdandır, naslardandır; ötekininki aşağıdan, varlıklardan ve hadiseler-
dendir”. Ayrıca, yine “asri” olan Batı’da bireyci demokrasiye dayanan
kurumlar, sanayi devriminin sonucu olarak ve büyük ölçüde sömürgelerden
elde edilen gelirin desteği ile sosyal yapıya sıkı sıkıya bağlı ve bu yapı içinde
yavaş yavaş gelişmiş kurumlardı (Başgöz, 1995). İşte bu ve benzeri değer ve
kurumların “milli”nin de özellikleri ve nitelikleri olması amaçlanıyordu. Ki
böylece “milli” aynı zamanda “asri” olsun. Ya da ancak böyle ya da bunlarla
çağdaş uygarlık düzeyine ulaşılabilirdi.
Sorunların Kaynağındaki Temel Tutum
İşte bu iki kültürün okullar, öğretmenler, kısacası eğitim marifetiyle
bir arada yoğrulup topluma kazandırılması yoluyla hedefe doğru adımlar
atılacaktı. Bu anlamda eğitim, toplumu, çağdaşlaşma yolunda biçimlen-
dirmesi ve yönlendirmesi ile bir lokomotif işlevi görecekti. Yani eğitim bir
bakıma çağdaşlaşmanın temel dinamiği durumundaydı. Nitekim bunun için
gerekli girişimler de, dönemin koşulları içinde başlatılmış, sürdürülmüş ve
hala da sürdürülmektedir. Ancak bugün itibarıyla, Cumhuriyet’in hedefleri
yolunda belirli adımlar da atılmış olmasına karşın, çağdaşlaşmanın temel
dinamiği konumundaki eğitim sistemimizden, başlarken de belirtildiği gibi
yakınmayan kesim kalmadı gibi. Peki ne oldu da böyle oldu? Niye, sanki
Başgöz’ün kehanetini de doğrular gibi eğitim sistemimiz çıkmaza geldi
dayandı?
Bunun için en azından iki neden gösterilebilir. İlk neden, “milli” ile
“asri”nin dünyaya bakışlarında sahip oldukları “paradigma”ların uzlaşmaz
olmasalar bile, birbirlerinden oldukça faklı “paradigmalar” olmasında
düğümleniyordu. Bir başka anlatımla, yukarıda tanımlanan “milli”nin
üzerine, yine yukarıda kısaca değinilen “asri”nin özelliklerinin kurulama-
masında, belki de kurulamaz olmasında düğümleniyordu. Zira kuramsal
olarak akla yakın görünen bir sistem, herhangi bir topluma uygulandığı
zaman, eğer çevreye ve topluma uymuyorsa, olumlu bir sonuç vermeyebilir
(Levend, 1940) ya da, “bir topluma göre iyi olan bir sistem, sosyal ve ekono-
mik yapısı farklı olan diğer bir toplumun ihtiyaçlarını karşılaya-
mayacağından iyi bir sistem olmayacaktır. O toplum kendine özgü sosyal ve
10
ekonomik ihtiyaçlarını karşılayacak bir sistem geliştirmek zorundadır”
(Taymaz, 1989). Tıpkı Başgöz’ün, (1995) yukarıda da değindiğimiz,
Batı’nın belirli süreçler sonunda geliştirdiği kurumsal üst yapısının, halkının
yüzde doksanı okuma yazma bilmeyen, din, tarikat ve aşiret liderlerinin
etkisinde bulunan, sanayiini henüz kuramamış bir Türkiye’nin gerçeklerine
uymaması tespitinde olduğu gibi. Keza Kansu’nun İslam uygarlığı ile Av-
rupa uygarlığı arasında yaptığı karşılaştırmayı da eklersek, paradigmaların
ne kadar zor uzlaşabilir paradigmalar olduğu daha açık görülebilecektir.
Ayrıca şunu da eklemeliyiz ki, modernleştirilmesi amaçlanan bir toplumsal
sistem, modernleşmeyen bir kimlik yüzünden istenen değişikliği göster-
meyebilir (Atiker, 1995). Tıpkı bugün de yaşamımızın birçok alanında yasal
ve kurumsal düzenlemeleri yapıp da bir türlü bu yasa ve kurumları
işletemeyişimiz gibi. Ki bu “özelliğimiz” de bizi, eğitim çıkmazımızın ikinci
nedenine götürecektir.
Eğitim sistemimizin sanki bir kadermiş gibi sorunlarını biriktirip
çıkmaza girmesinin ikinci nedeni de, eğitimimize, toplumumuza ve giderek
kültürümüze kazandırılması amaçlanan çağdaş olanın düşünce tarihine,
birikimine ve en önemlisi düşünme tarzına sahip olmamaktı. Şöyle ki;
çağdaşlığın olmazsa olmaz öğelerinden biri durumundaki bilim düşüncesi,
bilim algısı, geri kalmış toplumları “geri kalmamış” toplumlara yaklaştır-
manın, ulaştırmanın bir yolu, bir aracı olarak algılanmış ve böyle işlem
görmüştü. Bilimin söylediklerini ya da yöntemlerini öğrenmeyi bilim yap-
mayı öğrenmek ya da bilim yapmak olarak gördük, algıladık. Okullarımızda
bilimin tanımını, tarihini, “biz de bilimden haberdarız” diyebilmek için
okuduk, öğrendik. Bilim literatürünü dilimize kazandırmakla ya da kazan-
dırabildiklerimizle bilimi öğreneceğimizi, bilimin sırrını keşfedeceğimizi, ya
da İnam’ın deyişiyle “bilimin çekirdeğini yakalayacağımızı”, böylece de
çağdaş bir bilim toplumu olacağımızı düşündük. Ya da Karasar’ın (1999)
değerlendirmesiyle, eğitimimize, toplumumuza ve giderek kültürümüze de
yansıyan resmi söylemlerde sıkça vurgulanan araştırma ve bilimsellik
kavramları, daha çok içi boşaltılmış ya da içinin ne ile doldurulacağı henüz
ciddi olarak çalışılmamış bir “slogan bilimselliği” olarak da nitelenebilirdi.
Tıpkı bugün en son iletişim teknolojilerini transfer ederek kendimizi
teknolojiyi yakalamış olarak kabul etmemiz gibi. Oysa, hangi alanda olursa
olsun, o alanın bilgisini üretmek başka, üretilmiş olan mevcut bilgiyi alıp
kullanmak başka olsa gerekir. Ya da bir ürünü satın almak, onun nasıl,
nereden ve nelerden üretildiğinin bilgisine sahip olmak olmasa gerektir.
Dolayısıyla eğitimimizde “asri” olanı öğretirken, yine yukarıda da değinil-
diği gibi, ürünleri tanımanın ya da tanıtmanın ötesinde, nereden ve niçin bu
tür ürünlerin üretildiğini ya da ortaya çıktığını da öğrenmek, bilmek ve daha
da önemlisi, bilginin üretilmesi gerekirdi. Bir başka anlatımla, bizatihi bilim
denen etkinliğin ne olduğuna, nasıl ve niçin yapıldığına da bakıp, karşı-
11
laşılan sorunların çözümünde bilim yönteminin kullanılması ve/veya
uygulanması gerekirdi. Bilimin kaynaklarına yönelmemiz gerekirdi. Özetle,
bilimin üç temel objesi olan doğaya, topluma ve insan varlığına gözlerimizi
çevirmemiz gerekirdi. Bunları yetesiye tanıyıp öğrenelim ki, bunları düşün-
düğümüzce işleyip biçimlendirebilelimdi.
Çağdaşlaşmak adına bilimi böyle anlamak yerine, onun üretilmiş
ürünlerini dilimize ve giderek eğitim programlarımıza kazandırmakla
yetindik. Kuşkusuz bunlar da gerekliydi. Ancak bunların yanında, hem
yaşamımızda, çevremizde karşılaştığımız problemlerin kaynağı, hem de
bilim düşüncesinde temel araştırma alanları olan doğanın, toplumun ve insan
varlığının bilgisini üretir hale gelmemiz de gerekiyordu. Evet, bugün gerek
yurt içinde gerekse yurt dışında, kendi alanlarına, adlarını verdirecek kadar
önemli katkılar yapmış bilim adamlarımız var. Ancak bireysel başarıların
ötesinde, toplum ve kültür olarak kendimize baktığımızda, bilim düşün-
cesinin karakterize ettiği bir toplum ve kültür olduğumuzu ya da başka bir
deyişle bilim düşüncesinin toplum katında bir sorun çözme biçimi ya da bir
düşünme tarzı haline geldiğini söylemek kolay olmasa gerekir. Tıpkı
Okurer’in de (1958) yaklaşık kırk yıl öncesinden bildirdiği gibi: “Bizim
eğitim ve öğretim kurumlarımız, daha ziyade yalnız bir takım ferdlerin kendi
kendilerini yetiştirmeleri için fırsat olmuş, fakat Türkiye’yi baştan başa
değiştirip, topyekün yükseltecek nesilleri yetiştirememiştir.” Bu arada elbette
“biz bize benzeriz”. Bizim tarihimiz, geleneklerimiz “asri”ninkinden elbette
farklı. Ama bu farklılık, çağdaşlaşma iddiasında bir toplum olarak bizi
bilimsel düşünüş ve/veya tutumdan muaf kılmıyor, kılmaması gerekir. Yani,
biz kendi farklılıklarımızdan dolayı bilimin bu kadarıyla ya da bu biçimiyle
de çağdaş oluruz, olabiliriz diyecek durumda değiliz. Söz konusu farklılık-
larımız bizi, bilimsel tutumu kavrayamaz da kılmıyor, kılmaz. Zira sorun,
bilimsel tutumun ‘patent’nin şuraya ya da buraya ait olması değil, çeşitli
biçimlerde yaşamımızda karşılaştığımız sorunların kaynağı olan doğa,
toplum ve insanın tanınması, kavranması ile yönlendirilmesi ve biçimlen-
dirilmesi sorunudur. Dolayısıyla bilimin, çağdaşlaşmak adına çağdaş olan-
dan aktarılması gereken bir nitelik olarak değil, söz konusu araştırma
alanlarında karşılaşılan sorunların giderilmesi amacıyla onların bilgisini
üretmek için kazanılması ve geliştirilmesi gereken bir nitelik olarak
algılanması gerekiyordu. Eğitim sistemi ve programlarının da buna paralel
biçimde, bilimin yalnızca ürün boyutunu öğreten değil, aynı zamanda ve en
azından bunun kadar, belki de bundan daha çok süreç boyutunu öğreten ve
bunu bir toplumsal davranış biçimine dönüştüren bir yapıda olması ve oluş-
turulması gerekiyordu.
Bu açıdan başta da sıralanan ve bugün sistemimizi tıkanma nokta-
sına getiren kronikleşmiş eğitim sorunlarına baktığımızda, sürecin buraya
gelmesi neredeyse kaçınılmaz bir sondu. Şöyle ki; üzerinde yıllarca tartışılıp
12
konuşulmuş ve hatta çok uzunca bir süre belirli bölgelerde pilot uygu-
lamalarla sınırlı kalmış olan (bu arada uygulamanın yirmi yıldan fazla
süreyle pilot uygulama düzeyinde kalmış olması da yine pek sık rastlanır bir
olgu olmasa gerektir, zira geçen onca yıl içinde toplumun gereksinimleri ve
dolaysıyla eğitimden beklentileri de doğal gelişme gereği değişecektir) sekiz
yıllık ilköğretim yasasının çıkarılması sırasında yaşanan ve kimi siyasi
çevrelerde hala yaşanmakta olan tartışmalarda belirli kasıtların aranmış
ve/veya aranıyor olması, toplum olarak, ilköğretim süresinin niçin sekiz yıla
ve giderek ortaöğretimle birlikte zorunlu on iki yıla çıkarılması gerektiği
konusunda hala ikna olamadığımızın bir göstergesi olmalı. Yine bu
bağlamda yabancı dil eğitiminin, ortaokul ve liselerden sonra üniversitelerde
de başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra, son yasayla birlikte ilköğretim
kademesine indirilmiş olması da, söz konusu öğretimi, bilime ilişkin algı-
mızda olduğu gibi, bir problem çözme yöntemi, aracı olarak değil de, salt
çağdaşlık adına bulundurmamız gereken niteliklerden biri olarak
görülmesine, algılanmasına, yani yabancı dil eğitimini bir gereksinim haline
getiremeyişimize bağlanabilir. Keza, bir yandan “bilgi toplumu”, “bilgi çağı”
gibi tanımlamalardan söz ederken, diğer yandan “bilgi çağının/toplumunun
insanı”nı yetiştirecek öğretmenleri, bütçe kaynaklarının yetersizliği gerek-
çesiyle sistemden ve eğitim mesleğinden böylesine uzaklaştırmak ve
soğutmak da herhalde yine kolay anlaşılabilir bir çelişki değildir. Tıpkı,
bütçe payının düşük tutulmasının özel okul sayısının artmasına yol açması
ve böylece kaynak yok söylemlerinin paralı eğitim düşüncesinin benim-
senmesini kolaylaştırması gibi (Gök, 1995). Bu anlamda, Türkiye’nin eğitim
çıkmazının, geri kalmış bir toplum olma çıkmazında düğümlendiği tespiti
kadar, geri kalmış bir toplum olma çıkmazının da Türkiye’nin bilim algısı ile
bu algı ve/veya anlayışa dayanan eğitim çıkmazında yattığı tespiti de
yapılabilir. Bu tespitin gereği olan, bir problem çözme yöntemi ya da tutumu
olarak bilim kavrayışının nasıl yeniden tanımlanıp eğitim politika ve
programlarına sindirileceği ve böylece aynı tutum ya da yöntemin, akademik
kurumların sınırları dışında toplumsal/kültürel bir tutum olarak benimsenip
yerleştirilebileceği de, bir başka araştırmanın problemini oluşturacaktır.
Sonuç
Sonuç olarak Türkiye, Cumhuriyeti ilan ederken önüne koyduğu
çağdaşlaşma hedefinde umudunu ne kadar eğitime bağladı ise, en azından
onun kadar, eğitim anlayışı ve sisteminde de çağdaş olanı yakalayabilmesi
için, çağdaşlığın belkemiğini oluşturan bilimsel tutumu, insan için bir süs,
bir baskı aracı ya da bir hobi olarak algılamaktan çok, tıpkı yukarıda bilgi ve
öğrenme için getirilen yeni anlayışta olduğu gibi yaşamda karşılaşılan
sorunları çözmenin bir aracı, bir yöntemi olarak algılamalı ve algılanmasını
13
sağlamalı idi. Bir başka anlatımla, Türkiye’nin bugünkü kronikleşmiş eğitim
sorunlarını çözmesi ve böylece içine sürüklendiği çıkmazı aşması, bilim
düşüncesini kavramasına ve özümsemesine ne kadar bağlı ise, “geri kalmış
bir toplum” olma çıkmazını aşması da, yine bu bilimsel tutumu eğitim
marifetiyle topluma mal etmesine, yani bir toplumsal düşünüş ve davranış
tarzı haline getirmesine, getirebilmesine bağlıdır.
KAYNAKÇA
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (1997), Atatürk Araştırma Merkezi
Yayınları, Ankara.
IV. Demokratik Eğitim Kurultayı, Eğitim-Sen Yayınları, Ankara: Mart 2005.
Akgün, Seçil, Murat Uluğtekin. (1989). “Misak-ı Milli”, Atatürk Yolu,
Ankara: Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Yıl 2,
Sayı 3.
Atiker, Erhan. (1995). Bireyselleşme ve Toplumsal Farklılaşma, İstanbul:
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları.
Ataklı, Aylanur. (1999). “Eğitim Sisteminin Amaç ve Politikalarının Toplum
Kültürüne Uygunluğu”, Eğitimde Yansımalar V: 21. yy. Eşiğinde
Türk Eğitim Sorunu, Ankara: Öğretmen Hüseyin Hüsnü Tekışık
Eğitim Araştırma-Geliştirme Merkezi.
Atuf [Kansu] Nafi. (1932). Türkiye Maarif Tarihi II, İstanbul.
Başgöz, İlhan. (1995). Türkiye’nin Eğitim Çıkmazı ve Atatürk, Ankara:
Kültür Bakanlığı Yayınları.
Doğan, Nuri. (1994). Ders Kitapları ve Sosyalleşme (1876-1918), İstanbul:
Bağlam Yayıncılık.
Gök, Fatma. (1995). “Eğitim Sisteminin Yapısı, Krizi ve Eğitim İdeolojisi”,
Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi Cilt 12, İstanbul: İletişim
Yayınları.
Gökalp, Ziya. (1974). Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak, İstanbul:
Türk Kültür Yayını.
İnam, Ahmet. (1994). “Cumhuriyet Sonrası Bilim Hayatımız Üzerine Bir
Yorum”, Cumhuriyetin 70. Yılında Türkiye’de Bilim, Ankara:
TÜBİTAK.
Kaptan, Saim. (1999). “”Eğitim’i” Arıyorum”, Eğitimde Yansımlar V: 21.
yy. Eşiğinde Türk Eğitim Sorunu, Ankara: Öğretmen Hüseyin Hüsnü
Tekışık Eğitim Araştırma-Geliştirme Merkezi.
Karasar, Niyazi. (1999). “Türk Eğitim Sisteminin Biçimlendirilmesinde
Bilimsel Araştırmaların Yeri”, Eğitimde Yansımalar V: 21. yy.
14
Eşiğinde Türk Eğitim Sorunu, Ankara: Öğretmen Hüseyin Hüsnü
Tekışık Eğitim Araştırma-Geliştirme Merkezi.
Koloğlu Orhan. (1987). “Süreli Yayınların Bilim Fikri ve Kurumların
Oluşmasına Katkısı”, Osmanlı İlmi ve Mesleki Cemiyetleri, İstanbul:
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları.
Lee, Molly N.N. (2002). “Eğitimde Küresel Eğilimler”, Kuram ve
Uygulamada Eğitim Bilimleri, Cilt: 2, Sayı: 1, Mayıs 2002.
Levend, Agah S. (1940). Maarifimiz ve Milli Terbiyemiz, İstanbul: Eminönü
Halkevi Dil ve Edebiyat Şubesi Yayınları.
Okurer, Cahit. (1965). Ana Hatları İle Milli Eğitim Politikamız, Ankara:
Ayyıldız Matbaası.
Ortaylı, İlber (1986). İstanbul’ dan Sayfalar, İstanbul: Hil Yayın.
Sungu, İhsan. (1992). “Tevhid-i Tedrisat Kanunu”, Atatürk Devri Fikir
Hayatı II, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.
Taymaz, Haydar. (1989). Uygulamalı Okul Yönetimi, Ankara: A.Ü. Eğitim
Bilimleri Fakültesi Yayını.
Dostları ilə paylaş: |