Tutuklu öĞrenciler raporu


Kocaeli Füze Kalkanı Afişi Eylemi Davası



Yüklə 0,79 Mb.
səhifə3/10
tarix14.06.2018
ölçüsü0,79 Mb.
#48489
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

Kocaeli Füze Kalkanı Afişi Eylemi Davası

İki sanıklı olan bu dosya, atanamayan bir öğretmen ile bir öğrenci hakkındadır. Burada da Halk Cephesi ve Dev-Genç, DHKP/C’nin açık alan yapılanması olarak adlandırılmış ve bu örgütlenmeler içerisinde yapılan şiddet içermeyen eylemler terör ile ilişkilendirilmiştir. Bununla birlikte iddianamede Halk Cephesi tarafından hazırlanan basım açıklamasının tamamı yer almıştır.

Bahsedilen eylem, “Füze kalkanı değil, demokratik lise istiyoruz” adlı kampanya kapsamında gerçekleştirilmiştir. Aynı konuda yapılan basın açıklamasının ardından çadır kurulmasına izin verilmeyince belediye görevlileri ile eylemciler arasında gerginlik çıkmıştır. Anılan eylemde “İşkence yapmak şerefsizliktir, baskılar bizi yıldıramaz”, “NATO’nun askeri, halkların katili olmayacağız” gibi sloganların yazılı olduğu afişler kullanılmış ve bu yönde sloganlar atılmıştır.

Eylemin ardından iki kişi, bir avukatlık bürosuna girerek avukattan eyleme destek vermesini istemiş, avukatın reddetmesi üzerine, büronun penceresinden afişlerini asıp slogan atmaya devam etmişlerdir. Önce şikayetçi olan avukat, zararın karşılanmasının ardından şikayetini geri çekmiştir. Anılan kişilere, örgüt kurmak, örgüt üyesi olmak, propaganda suçları isnat edilmektedir.



SDP üyesi Baran Nayır ve Ali Deniz Kılıç’ın Davası

Bu davada, iddia makamınca hazırlanan iddianame yine genel geçer bir biçimde PKK örgütünün kuruluşundan bugüne geçirdiği süreçten ve örgütün ilke ve amaçlarından bahsetmekte ve bu girişin ardından somut olay ekseninde şüpheliler hakkındaki eylemler, deliller ve kanaatler ortaya konulmaktadır. Bununla beraber örgüt hakkındaki değerlendirmelerde, örgütün bilhassa 2001 sonrasında yeni bir strateji izleyerek “şiddete dayalı olmayan ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin yasalarına aykırı şekilde devlet güçlerini ve devleti uluslar arası alanda zor durumda bırakmak için “Sivil itaatsizlik- Serhildan (Başkaldırı)” adı verilen yeni bir eylem tarzı uygulamaya konulmuştur” denilmekte ve bu çerçevede örgütün yayın organları aracılığıyla örgüt üyelerine çeşitli eylem çağrıları yapıldığı ileri sürülmektedir. Aynı şekilde, iddianamede genel bir ifadeyle www.firantnews.eu isimli internet sitesinden yapılan birtakım yayınlara da yer verilmiş ve bu haberler, savın desteklenmesinde örnek olarak kullanılmıştır.

Baran Nayır ve Ali Deniz Kılıç ile birlikte 9 kişi hakkında yürütülen ve hepsinin ilk etapta tutuklandığı sürece temel alınan fiil, 6 Aralık 2009 tarihinde Ümraniye ilçesi Esenşehir Mahallesi’nde gerçekleşen ve yaklaşık 150 kişinin katıldığı öne sürülen kitlesel eylemlerdir. Bu eylemler sonrasında yakalanan birtakım şüphelilerin kaçarken yere bıraktıkları öne sürülen siyah poşet içerisinde 8 adet molotof kokteylinin ele geçirildiği iddia edilmektedir.

Eylemlerin PKK/KONGRA-GEL’in çağrısı ve talimatları doğrultusunda yapıldığı, bu çağrı ve talimatların belirli yayın organları aracılığıyla somutlaştırıldığı ve çağrının belirli bir kişiye yapılmış olmasına gerek bulunmadığı öne sürülmektedir. Böylece bu eylemlerin örgütün bilgi ve istemi dahilinde gerçekleştirildiği kabul edilmekte ve bu kanaatle birlikte bu eylemlere katılan şüpheli şahıslara da örgüt üyeliği suçlaması yöneltilmektedir.

İddianamedeki deliller, Abdullah Öcalan lehine slogan atmak, çeşitli eylemlerde yer almak ve telefon mesajları olarak ifade edilmektedir. Bununla beraber, Baran ve Ali Deniz’in arama yapılan ikamet adreslerinin daha önce boşaltılmış olması ve şahısların taşınmış olmaları, örgütsel bir tedbir olarak yansıtılmaktadır. Telefon mesajlarına ilişkin olarak da şahıslar, Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) içerisinde aktif politika yürüttüklerini ve anılan mesajların SDP gençlik yapılanmasına ilişkin mesajlaşmalar olduğunu ve ayrıca Molotof kokteylli eylemlerde bulunmadıklarını, siyah torbayla kendileri arasında hiçbir bağın bulunmadığını ifade etmişlerdir. Buna karşılık, olay günü ve 1 gün öncesi arasındaki süreçte cep telefonunda tespit edilen “…5’de ilçeye gelebilen gelsin eylem var 7’de biliyorsun… 5’de ilçede toplanıyoruz, 7’de İstiklal’de eylem var, katılım önemli, Dev-Lis… saat 11’de ilçede toplanıyoruz. Yoldaşlar eylemimiz var. Katılım önemli gelmeye çalışın…” şeklindeki mesajlar iddia makamı nezdinde, şüpheli Ali Deniz Kılıç’ın örgütsel ilişki içinde olduğunu göstermeye yeterli bir kanaat oluşturmaktadır.

Öte yandan, şahısların kaçarken olay yerine bıraktığı öne sürülen ve polis tutanaklarında yer alan siyah poşete ilişkin daha sonraki süreç içerisinde mahkeme huzurunda dinlenen polislerin beyanları tamamen birbiriyle çelişmekte ve ciddi tutarsızlıklar bulunmaktadır. Bununla beraber, poşet içindeki şişelerde tespit edilen altı adet vücut izinin hiçbirinin Ali Deniz Kılıç ve Baran Nayır’a ait olmadığına ilişkin rapor olay tarihinden yaklaşık 1,5 yıl sonra mahkemeye sunulmuşsa da, mahkemenin tutuklu yargılama hususundaki tavrı ve kararında herhangi bir değişikliğe yol açmamıştır.

Ali Deniz Kılıç ve Baran Nayır katılmış oldukları basın açıklaması sebebiyle, legal bir siyasi parti olan SDP üyesi olmalarına ve bunu kabul etmelerine karşın PKK ile ilişkilendirilmişlerdir. Buna göre, öğrenci olan sanıklar silahlı örgüte üye olma (TCK md. 314/2-3), üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek (TCK md. 220/6) ve terör örgütünün propagandasını yapmak (TMY md. 7/2) suçlamalarıyla 2 buçuk yılı aşkın bir süredir tutuklu olarak yargılanmaktadırlar.

Maoist Komünist Partisi Davası

Dosya kapsamında yargılanmakta olan tümü tutuklu altı sanık bulunmaktadır. Dosya Maoist Komünist Parti’nin kuruluşu ve tarihçesi ile başlamakta ve çeşitli fraksiyonel ayrımlara yer vermektedir. Örgütün amacı, stratejisi, örgütsel yapısı gibi başlıklarda açıklamalar yapıldıktan sonra Demokratik Haklar Federasyonu, Demokratik Kadın Hareketi, Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi örgütün birer bölümü olarak gösterilmektedir. Aynı kısımda Grup Munzur yer almakta ve amacı “gençliği müzik, folklor, tiyatro gibi etkinlikler düzenleyerek örgüte eleman ve maddi gelir kazandırmak” olarak açıklanmaktadır. Grup Munzur konserinin düzenlenmesine yardımcı olmak ve bilet satmak, örgüt üyeliği bağlantısını kurmak için yeterli görülmüştür.

Sanıkların örgütsel eylemi olarak ilk sırada Newroz’a katılmak yer almakta ve örgütle ilişkisi, ibrahimkaypakkaya.net’te yayınlanan bir duyuru-haber üzerinden kurulmaktadır. İbrahim Kaypakkaya’nın işkence sonucu öldürüldüğü gün olan 18 Mayıs’ta ölüm yıldönümü için düzenlenen anmayı organize etmek amacıyla mesaj atmak, Kaypakkaya’nın anıldığı sinevizyon gösterisi düzenlemek suçlamalar arasında yer almaktadır. HKO militanlarının çatışma sonucu öldürülmesinin ardından Cemevi’nde düzenlenen törene akrabalık bağı olmadığı halde katılmak örgütsel ilişki olarak yorumlanmıştır. Tören yapılacağına dair Doğan Haber Ajansı’na bilgi vermek amacıyla yapılan telefon görüşmesi de deliller arasında yer almaktadır.

1 Mayıs kutlamalarına katılmanın örgüt talimatı ile yapıldığı kabul edilmiş, fahişe çalıştıran kişilerin deşifre edilmesi ve işyerlerine zarar verilmesi iddianamede “bayan garsonların çalışma hürriyetini kısıtladığı” olarak yer almıştır. Bu konuda yapılan eylem, birahanenin önünde megafonla “Yozlaşmaya ortak olma, karşı çık” sloganının atılması ve ıslık ile protestonun yapılmasından ibarettir.

Halkın Günlüğü gazetesini satmak ve bulundurmak iddianamede yer alan eylemler arasındadır.

Diğer iddianamelerde de belirgin biçimde karşımıza çıktığı gibi, burada da duruşma önünde yapılan dayanışma çağrıları ve basın açıklamalarına katılmak terör örgütü üyeliğine delil olarak ileri sürülmüştür. Yapılan operasyonlarda gerçekleştirilen tutuklamaları protesto etmek için toplanan ve “yaşasın demokratik haklar mücadelemiz”, “direne direne kazanacağız”, “gözaltılar, tutuklamalar, baskılar bizi yıldıramaz” gibi sloganlar atan grubun eylemi de “legal görünüm altında teknik takip kararı alınmadan önceli tarihlerde gerçekleştirilen eylem ve faaliyetler” arasında sayılmıştır. Aynı şekilde KCK operasyonlarını protesto etmek de örgüt talimatı ile gerçekleştirilen terör eylemi olarak iddianamede yerini almıştır.

Munzur Vadisi’ne yapılacak Hidroelektrik Santrali protesto etmek için Zazaca pankartla yürümek de suçlamalar arasında yer almaktadır.

İddianamelerde yine genel bir yaklaşım olarak kadınların düzenlediği eylemler yer almaktadır. Bu kapsamda 8 Mart’a katılmak, tecavüz kültürünü protesto etmek, kadın katliamlarına karşı çıkmak, örgüt talimatı altında yapılmış gibi gösterilmektedir. Bu dosyada da kadın cinayetlerine karşı yapılan protesto iddianamede suçlama olarak yer almıştır.

12 Haziran 2011 genel seçimlerinde, politik bir tavır olarak boykotun benimsenmesi ve halk arasında da bu yönde çalışmalar yapılması terör örgütü ortak tavrı olarak talimat doğrultusunda yapılan eylemler şeklinde iddianamede yer almıştır.

Abdullah Gül’ün Tunceli ziyaretini protesto etmek, aynı protesto gösterisinde “Munzur özgürgür, özgür akacak” sloganı atmak, Dersim katliamı ile ilgili bir gösteri düzenlemek, Tunceli Üniversitesi’nde düzenlenen müzik dinletili Kızıldere şehitlerini anma faaliyetine katılmak, BDP mitingine katılmak gibi demokratik hakların kullanıldığı olaylar, suçlama olarak iddianamede bulunmaktadır.

Bütün bu iddialarla sanıkların terör örgütüne üyelik, propaganda, suçu ve suçluyu övme suçlarından cezalandırılması talep edilmektedir.

Odak Dergisi Davası

Bu dosyada tümü tutuklu yedi sanık, altı ay tutuklu kaldıktan sonra ilk celsede tahliye edilmişlerdir. İddianame yasal olarak yayınlanan bir dergi olan Odak’ın çalışanlarına yönelik hazırlanmıştır. Derginin THKP-C Direniş Hareketi ile bağlantısı kurulmuş ve sanıklara terör örgütü üyeliği ve propaganda suçları isnat edilmiştir.

THKP-C Direniş’in yapılanması anlatılırken, anayasal düzeni silahlı halk ayaklanması ile ortadan kaldırarak işçi kesim önderliğinde Marksist-Leninist bir düzenin kurulmasını amaçlayan sol örgüt tanımı yapılmış, örgütün kuruluş tarihi 1989 olarak verilmiştir. Bununla birlikte, THKP-C Direniş’in terör örgütü olduğuna yönelik iddialar, 1978 ile 1981 yılları arasında geçen çeşitli öldürme, banka soyma gibi eylemler ile desteklenmektedir. 1981’den 1990’a kadar herhangi bir eylem yer almamaktadır. 1990 yılında iki 1995 yılında bir eylem gerçekleşmiştir. Bunlardan sonra, 17 yıllık sürede gerçekleştirilen eylemlerin hiçbiri şiddet içermemektedir ve pankart asmak ve duvara yazı yazmaktan ibarettir. Buna rağmen terör örgütü iddiası devam etmektedir.

Odak dergisinin THKP-C Direniş ile bağlantısı, “Yoksulluğa, Yolsuzluğa Her Türden Gericiliğe Karşı 1 Mayıs’ta alanlara” yazılı, Che Guevara’nın resmi bulunan “Başka bir dünya mümkün” ODAK Direnişin Sesi imzalı afiş ve flama, “Her yer zindan zifir karanlık da olsa bu ışık sönmeyecek” yazılı hasta tutsak Erol Zavar’ın fotoğrafının yer aldığı kartpostallar ile kurulmaktadır. Aynı şekilde, “Sivas’ın katili faşist devlettir” pankartı, üzerlerinde Erdal Eren, Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, İbrahim Kaypakkaya, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan gibi devrimcilerin fotoğraflarının bulunduğu, “Direnişe Devam” yazılı pankartlar da iddianamede yer almaktadır. Erol Zavar ile dayanışma için yürütülen kampanyaya dair afişler, dövizler, kartpostallar her türlü dayanışma faaliyetini kriminalize ederek deliller arasında yer almıştır. Örgüt lideri olduğu iddia edilen kişi ile telefon görüşmesi yaptığı için tutuklu bulunan kişi, iddianamede suçlu olarak kabul edilmiş, onun duruşmasına dayanışma amaçlı gitmek örgüt doğrultusunda faaliyet etmek olarak nitelendirilmiştir.

“Eğitim ve Dayanışma için ODAK” dergilerine, çok sayıda kitap ile birlikte el konulmuştur. Derginin “terör” ile bağlantısı, Eylül 2011 sayısında, örgüt lideri olduğu kabul edilen kişinin müstear ile yazdığı yazıda yer alan “Hareketimiz Üçüncü Yol adı verilen çevrenin görüşleri ile Mihri Abinin görüşlerinin bir sentezi olarak oluştu” ifadesi ile darbe sonrası idam edilen devrimcilerin fotoğraflarının yer aldığı söylenerek kurulmuştur. “Örgütlü mücadelemizi daha iyi geliştirmek için” ibaresi, iddianamenin kalanında da sıkça tekrarlanacağı üzere terör referansı ile verilmektedir. Gençlik çalışmaları, öğrenciler arasında düzenlenen konserde örgütlenmek, telefon konuşmalarında “örgütlenelim” demek, terör örgütü olmak için yeterli sayılmıştır.

Jürgen Habermas’ın “Sivil İtaatsizlik” kitabı, terör ile ilişkilendirilmiştir. El konulan kitaplar arasında yer alan Sosyalist Hareket ve Halkçılık, Kızıldere’ye Varan Yol gibi kitapların, 1990’larda DGM’lerce, Komünist Manifesto, Marx’tan Mao Zedung’a Devrimci Diyalektik gibi 1977’de Sıkıyönetim Mahkemelerince yasaklanmış olduğu görülmektedir. Atılım, Günlük, Gündem gazeteleri de deliller arasında sayılmaktadır.

Mahir Çayan anmasına davet bulunması, darbe sonrası idama mahkum edilen ve cezası infaz edilen devrimcilerin mezarları başında anılması da terör örgütü ile bağlantıyı savcılık nezdinde sağlamlaştırmıştır. Polatlı Mezarlığı’nda gerçekleştirilen anmada “Mahir, Hüseyin, Ulaş, Kurtuluşa Kadar Savaş” sloganının atılması örgüt propagandası olarak değerlendirilmiş, “Yaşasın Direniş Hareketi”, “Akyazı Son Değil, Direniş Sürüyor” sloganları ve bildiri dağıtımı da aynı şekilde iddianamede yer almıştır.

Hopa’da Metin Lokumcu’nun katledilmesini protesto eden gruba polisin saldırması ve göstericileri gözaltına alması üzerine buna direnen ve gözaltına alınmak üzere olan arkadaşlarını koruyan insanlar, örgüt talimatı ile hareket etmekle suçlanmaktadır.

Bilgisayarda ele geçirilen “çok sayıda örgütsel çalışma” arasında çeşitli illerde yapılan etkinliklerle, konserlerle, 8 Mart ile ilgili çağrılara yer verilmiş, afişleme yaptığı için özel güvenlik tarafından dövülen bir Genç-Sen’liyle dayanışma için yapılan protesto anlatılmıştır. Bu eylemlerle ilgili yazılan e-posta, üst ilişkiye hazırlanan örgütsel faaliyet raporu, yapılan eğitimler de örgüte eleman kazandırma çalışması olarak adlandırılmıştır.

Denizli’de açılan Odak pankartıyla ilgili telefon görüşmesinde, “Bana bak, insanlık tarihinde Denizli’de ilk Odak pankartını sen açtın” esprisi büyük, kalın ve altı çizili harflerle yazılmış, örgüt üyeliğine ve propagandasına işaret olarak yorumlanmıştır.

Tüm bu iddialarla, 7 kişinin örgüt üyeliği ve propagandasından cezalandırılması talep edilmektedir. Tahliye olan sanıkların yargılamasına devam edilmektedir.

Hüküm Kurulan Davalar

Bu bölümde karara çıkan ve öğrencilerin mahkûm olduğu davalardan bazı örnekler incelenecektir. Burada incelenen davalardan bir kısmında öğrenciler hala tutuklu bulunmaktayken, bazıları karar duruşmasında veya daha öncesinde tutuklu bulundukları süre nazara alınarak tahliye edilmişlerdir. Bu durum teknik hukukta “hükmen tutuklu” olarak adlandırılmaktadır.



Cihan Kırmızıgül Davası

Kamuoyunda “poşu davası” olarak bilinen davadan dolayı Galatasaray Üniversitesi öğrencisi Cihan Kırmızıgül’ün yargılaması iki yıldan fazla sürmüştür. Cihan Kırmızıgül, 2010 yılında Kâğıthane’de bir markete düzenlenen Molotoflu saldırıya katıldığı iddiasıyla; ''mala zarar verme'', ''korku, kaygı veya panik yaratabilecek tarzda silahla ateş etme'', ''tehlikeli maddeleri izinsiz olarak bulundurma'' ve ''silahlı terör örgütüne üye olma'' suçlarıyla itham edilerek tutuklanmış ve 25 ay özgürlüğünden mahrum bırakılmıştır.

Cihan Kırmızıgül’ün adı geçen olayla ilgili tek sanık olarak yargılandığı bu davada, Cihan’ı, işlediği iddia edilen suçlarla ilişkilendirebilecek veya herhangi bir yasadışı örgüte üye olduğunu gösterebilecek tek bir delil dahi bulunmamasına karşın 11 Mayıs 2012 tarihli duruşmada Cihan 11 yıl 3 ay hapis cezasına mahkûm edilmiştir.

Savcılık makamındaki değişiklikler ve savcıların çelişkili mütalaaları dava sürecine damgasını vurmuştur. Bir savcı Cihan’ın beraatini isterken, bir başka savcı, dosya kapsamında hiçbir değişiklik bulunmamasına rağmen 45 yıla yakın hapis cezasına mahkûmiyet talep etmiştir.

Hükümde, gizli tanığın Cihan’ın olay yerinde bulunduğuna ilişkin emniyette teşhisi, "sanığın olay yerindeki görüntüsüne en yakın olduğu an" olduğu gerekçesiyle üstün tutulmuş ve duruşmada bu teşhisini geçersiz kılan aksi yöndeki beyanlarına itibar edilmemiştir. Bunun gerekçesi olarak, sanığın görüntüsünde zaman içinde meydana değişikliklerin yanıltıcı olabileceği belirtilirken, iki yıl sonra dinlenen polis memurlarının birbirinden çelişkili ifadeleri esas alınmış ve herhangi bir hatırlayamama ya da yanılma ihtimaline değinilmemiştir.

Mahkûmiyet kararında, Cihan Kırmızıgül’ün olay öncesine ait telefon görüşmelerinin tespitinden yola çıkılarak, terör örgütü üyeliği ile ilişkilendirilmesindeki gerekçe şu şekilde açıklanmıştır: “Sanığın görüştüğü kişiler arasında terör örgütü lehine birtakım suçlara karışmış kişiler olduğu ve bu kişilerle olan diyaloğu nedeniyle bu yönde bir çevresinin olduğu anlaşılmıştır”.

Davaya konu olan olaya karıştığı iddia edilen kişilerin yüzlerini puşi ile kapamış olmaları ve Cihan’ın olay yerine yakın bir otobüs durağında puşi ile yakalanması nedeniyle, eldeki tek somut delilin “puşi” olduğu belirtilerek, kamuoyunda bu yargılamaya karşı büyük bir tepki oluşmuştur. Duruşmalardan birinde bu tepki karşısında, savcılık makamı tarafından “bu dava bir puşi davası değildir” biçiminde bir açıklama yapılmıştır. Buna karşılık, mahkûmiyet hükmünde aynen şu ifadeler yer almıştır: “Puşi tabir edilen bez parçasının suçta kullanıldığı anlaşıldığından TCK 54 maddesi gereği müsaderesine karar verilmiştir.”

Berna Yılmaz ve Ferhat Tüzer Davası

Başbakanın katıldığı Roman Buluşması’nda “parasız eğitim istiyoruz, alacağız” pankartı açan Pamukkale Üniversitesi öğrencisi Berna Yılmaz ve Trakya Üniversitesi öğrencisi Ferhat Tüzer  örgüt üyeliği ve örgüt propagandası suçlarından yargılandıkları davada 19 ay tutuklu kalmışlardır. 7 Haziran’daki son duruşmada terör örgütü üyesi olmak suçundan 6 yıl 3 ay, örgüt propagandası yapmak suçundan da 2 yıl 2 ay 20 gün olmak üzere toplamda 8 yıl 5 ay 20 gün hapis cezasına mahkûm edilmişlerdir. Davada görevli savcı mütalaasında Ferhat ve Berna’nın Anayasa sınırları içerisinde düşüncelerini açıkladıklarını belirtmiş ve öğrencilerin beraatini istemiştir. Ancak bu mütalaadan sonra Büyükçekmece’ye atanan savcının yerine gelen savcı mütalaayı değiştirerek öğrenciler için 15 yıl hapis cezası istemiştir.

Açıklanan gerekçeli kararda pankartta yazılanların düşünce özgürlüğü dâhilinde değerlendirildiği ancak pankartın altında terör örgütü DHKP/C’nin alt yapılanması olduğu belirtilen Halk Cephesi ve Gençlik Federasyonu ibaresinin yazdığı ve gençlerin Halk Cephesi yazılı yelekler giydiği belirtilmiştir. Öğrencilerin bu “yelek”lerle örgüt propagandası yaptığının saptanması sonucu cezalandırıldıkları açıklandı. Sonuç olarak Cihan Kırmızıgül’ün davasında poşunun delil kabul edilmesi gibi bu davada da öğrencilerin yelekleri terör örgütü propagandası için delil olarak kabul edilmiştir.

Selçuk Üniversitesi Öğrencileri Davası

Selçuk üniversitesi öğrencisi olan 13 kişi örgüt üyesi olmak ve örgüt propagandası yapmak suçlarından 13 Haziran tarihinde toplamda 92 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Hasan Doğan’a “örgüt üyesi olmak” suçlamasıyla 7 yıl 6 ay, İbrahim Borak’a 6 yıl 3 ay, Nurullah Doğan’a “örgüt propagandası yapmak”tan 10 ay ve Safet Kaya, Selamet Kayı, Mehmet Emin Demirdağ, Salih Akkaş, Abdulkerim Alp, Metin Kılıç, Önder Akbulut, Emrah Demirtaş, İdris Gök ile Bahattin Yıldız’a “örgüt üyesi olmak” ve “örgüt propagandası yapmak”tan 7’şer yıl 1 ay hapis cezası verilmiştir. Davada beraat eden Şahin Atagün üniversitenin açtığı soruşturma sonucunda okuldan atılmıştır.



Ubeyt Şen Davası

Dicle Üniversitesi öğrencisi Ubeyt Şen Mayıs 2011’de Dicle Üniversitesi Öğrenci Derneği’nden çıktığı sırada gözaltına alınarak tutuklanmıştır. İddianamesinde yer alan suçlamalarda Dicle Üniversitesi Kampüsü’nde 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’ne katılmak, “KCK” adı altında yargılanan seçilmiş siyasetçilerin davalarına destek olmak için yapılan açıklamalara katılmak, Emek Özgürlük ve Demokrasi Bloğu’nun desteklediği 7 bağımsız adayın YSK tarafından veto edilmesini protesto etmek, Dicle Üniversitesi Kampüsü’nde yapılan “yaşasın anadilimiz” etkinliğine katılmak ve Kürtçe şarkılara eşlik etmek bulunmaktadır. Şen’in Kürtçe savunma yapmak isteği mahkeme tarafından reddedilmiştir. 15 Aralık 2011’de Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 12,5 yıl hapis cezasına çarptırılan Şen bu cezayı protesto edince ayrıca 1 yıl da slogan atmak suçundan ceza almıştır.



Rıdvan Çelik Davası

Dicle Üniversitesi öğrencisi Rıdvan Çelik, 2007-2011 yılları arasında 9 ayrı gösteriye katılarak suç işlediği iddia edilerek Nisan 2011’de tutuklanmıştır. İddianamede DTP, BDP eylemlerine ve 1 Mayıs kutlamalarına katıldığı ve bu eylemlerde slogan attığı, bazılarında marş ve şarkılarla tempo tutarak suç işlediği, hatta birkaç fotoğrafta ağzı açık şekilde görüldüğü belirtilmiştir. Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesi 16 Aralık 2011’de Çelik'e "örgüte üye olmamak ile birlikte örgüt adına suç işlemek"ten 6 yıl 3 ay, "örgüt propagandası yapmak"tan 6 kez 10'ar ay, 2911 Sayılı "Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununa Muhalefet"ten 8 kez 5'er ay olmak üzere toplam 14 yıl 7 ay hapis cezası vermiştir.

Yukarıda adı geçen iddianame örnekleri hukuk devletinin pozitif hukuk aracılığıyla “düşman” ya da “suçlu” inşa ettiği bir dönemde olduğuna işarettir. Tahmin edileceği üzere bu inşa süreci tutuklamalarla son bulmamaktadır. Hukuken başvurulacak son tedbir olan tutuklama bir cezalandırma aracı olarak peşinen kullanılırken, tutuklandıktan sonra cezaevlerine konan öğrenciler kötü cezaevi koşullarında ikinci bir cezalandırma sürecine girmiş bulunmaktadırlar.

Cezaevlerinde Yaşanan İhlaller

Tutuklu öğrencilerin bulundukları ceza infaz kurumlarında maruz kaldıkları hak ihlallerinden bahsetmek için öncelikle cezaevleri nüfusunun son yıllarda niceliksel ve niteliksel olarak nasıl evrildiğinden söz etmek gerekiyor. Ülkemizde cezaevi nüfusu 2005 yılında 55.870 kişiyken 2012 yılı mart ayı sonu itibariyle bu sayı 132.369'a varmıştır. Nisan ayı itibariyle uygulamaya konulan Denetimli Serbestlik Yasası’ndan ve Şubat ayında yürürlüğe giren Çek Kanunu'nda yapılan değişikliklerdenn yararlanmaya başlayan binlerce mahkum serbest bırakılmış olmasına rağmen Mayıs ayı sonu itibariyle 125.100 kişi halen cezaevinde tutulmaktadır. Bu demektir ki, yedi yıl içinde cezaevi nüfusu %240'ın üzerinde bir artış göstermiştir.

Bu niceliksel artışın yanısıra tutuklu statüsündeki mahpusların genel cezaevi nüfusuna oranındaki değişim de incelenmeye değerdir. Nitekim 2005-2012 dönemi boyunca cezaevi nüfusundaki tutuklu ve hükümlü dağılımına bakıldığında, 2005-2008 arasında tutuklu oranının %55 ile %62 arasında dalgalandığını, 2009 yılında %51'e düşüp sonrasında da düşmeye devam ederek son üç yıldır %40lar civarında dolaştığını görüyoruz. Cezaevi nüfusunun neredeyse yarısının, suçluluğu adil bir yargılama sonucunda ispat edilmemiş, dolayısıyla hukuken de vicdanen de masum sayılan kişilerden oluşması, demokratik bir hukuk devleti için kabul edilebilir olmanın çok ötesindedir.

Bunun yanı sıra, toplam cezaevi nüfusu içindeki tutuklu mahpusların oranının az da olsa düşme eğiliminde olduğu söylenebilse de, bu eğilimin her suç grubu için geçerli olmadığı görülüyor. Adli suçlular içindeki tutuklu mahpus oranları genel cezaevi nüfusundaki tutuklu mahpus oranlarıyla paralel bir seyir izleyerek, özellikle 2009 sonrasında kısmen düşmüş ve bugün %40 oranına gelmiştir. Özel Yetkili Mahkemelerin yetki alanında bulunan terör ve organize suçlarla ilişkilendirilen davalardan ötürü cezaevinde bulunan nüfusta ise bu eğilimin tam tersi gözlemlenmektedir. 2005 yılında terör suçuyla ilişkili olarak cezaevinde tutulan kişilerin %42’si tutuklu statüsündeyken, bu oran sürekli artarak bugün %57’ye ulaşmıştır. Keza organize suçlarla ve suç amaçlı örgüt kurmakla ilişkili olarak cezaevinde tutulan nüfus bu süre boyunca sürekli çok yüksek kalarak %92 ile %77 arasında oynamıştır.



Yargılandıkları mahkemeler esas alınarak bakıldığında, Özel Yetkili Mahkemelerin yetki alanına giren suçlarla ilişkili olarak cezaevinde tutulan toplam nüfusun içindeki tutuklu oranı 2005'te %53 iken, 2008'de bu oran %72'ye ulaşmıştır, bugün ise %61 ile ifade edilmektedir. 2008'den itibaren bu gruplardaki tutuklu nüfusun oranında bir azalma varmış gibi görünse de bunun bir yanılsama olması kuvvetli bir olasılıktır. Bu yanılsamanın kaynağında ise Adalet Bakanlığı istatistiklerinde 2010 yılından önce bulunmayıp bu tarihten sonra yer almaya başlayan « suç grubu bilinmeyenler » kategorisi bulunuyor. Adalet Bakanlığı sunduğu istatistiklerde bu kategoride bulunan kişilerin suç grubunun ne açıdan « bilinmediğini » belirtmiyor. Ancak suç grubu bilinmeyenlerin içinde henüz iddianamesi dahi hazırlanmadığından herhangi bir suç kategorisine sokulamayan tutuklu nüfus ve/veya kendilerine isnat edilen suçlar birden fazla kategoriye giren kişiler olduğunu tahmin ediyoruz ki, bu da durumun vahametini azalmaktan çok arttırıyor.



Sonuç olarak bugün ülkemizdeki cezaevleri, kapasitelerinin çok üzerinde bir nüfusu barındırıyor ve bu nüfusun neredeyse yarısını tutuklu olarak yargılananlar oluşturuyor. Binlerce kişi tutuklu yargılanma nedeniyle özgürlüklerinden alıkonurken, bu durumun cezaevlerindeki koşulların kötüleşmesiyle sonuçlanan faturasını da yine mahpuslar ödüyor. Nüfusu, barındırması öngörülen kişi sayısının kimi zaman beş katına kadar çıkan cezaevlerinde, koğuş dışındaki ortak alanlarında sosyal, kültürel ve spor faaliyetleri düzenlenmesi veya mahpuslara psiko-sosyal destek sağlanması şöyle dursun, koğuşların içindeki tuvalet ve banyolar da dahil olmak üzere her ortak alan da yatacak yer haline gelebiliyor. Mahpusların kendilerine olan saygılarından ödün vererek hayatta kalmaya çalıştıkları ve çürümeye bırakıldıkları birer insan deposu haline dönüşen bu kalabalık cezaevlerinde havalandırma, su, yatacak yer ve yemek gibi en temel insani maddi ihtiyaçların dahi karşılanamadığına ve mahpusların, içinde bulundukları koşulları canları pahasına protesto etmelerine şahit oluyoruz.

Cezaevi sorununun bir diğer veçhesi olan yüksek güvenlik rejiminde ise Adalet Bakanlığı genelgesi uyarınca haftada on saat uygulanması gereken sohbet ve ortak alanlardaki faaliyetler personel yetersizliği, fiziki koşullar ve ‘cömertçe’ dağıtılan iletişim yasağı, faaliyetten men vb. disiplin cezaları gibi nedenlerle çok yetersiz bir biçimde uygulanıyor. Sonuç olarak mahpuslar ya aşırı kalabalık, sağlıksız ve ağır koşullarda koğuşlarıyla sınırlı ya da tek başına veya üç kişilik odalarda insanın sosyal bir varlık olduğu gerçeğiyle uyuşmayan bir biçimde hem dış dünyadan hem birbirlerinden kopuk olarak, beden ve ruh sağlıklarına zarar veren kapalı bir hayat sürdürüyorlar. Ne sebeple ve ne şekilde olursa olsun cezaevinde bulunan tüm insanların, vatandaş ve insan olmaktan gelen haklarının cezaevindeyken de geçerli olduğunun, mahpusların temel insan haklarından ve insanca yaşama koşullarından muaf tutulamayacağının ve bizzat devletin mahpuslara insanca yaşama koşullarını sağlamakla yükümlü olduğunun altını bir kez daha çizmek istiyoruz.

Bu hakların içinde en önde geleni de mahpusların yaşam ve sağlık hakkı olsa gerektir. Sağlık hakkı, hem sağlıklı koşullarda yaşama hem de sağlık hizmetlerine erişimi kapsamaktadır. Unutulmamalıdır ki, mahpus olmayan kişilerin sahip olduğu tüm sağlık hakları mahpus kişi için de geçerlidir. Ancak gerek aşırı doluluk ve yalıtma uygulamaları; gerekse cezaevlerindeki hijyen ve fiziki koşullar, yemeklerdeki kalite düşüklüğü ve sağlık hizmetlerindeki yetersizlikler, cezaevine girdiğinde sağlıklı olan mahpusların sağlıklarını bozmakta, öğrenciler de bundan nasibini almaktadır. Bize ulaşan mektupların birçoğunda yemeklerden ve stresten kaynaklanması muhtemel olan mide rahatsızlıkları, kapalı alanda kalmaktan ileri gelen göz bozuklukları dile getiriliyor. Tek tek örnekleri çoğaltmak mümkünken, Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma İnisiyatifine İzmir Kırıklar F Tipi Cezaevinden mektup gönderen bir öğrencinin sözleri bu soruna dair bizim söyleyeceğimiz birçok şeyden daha iyi fikir verecektir :

Tutuklu bulunduğum süre içerisinde sapa sağlam girdiğim cezaevinde vücudumun çeşitli yerlerinde damar genişlemesi olduğuna dair doktor raporu var. Her tarafın beton ve demir olması insanın belli bir süreden sonra sağlığının bozulmasında büyük rol oynuyor. Soğuk almalar, vücudun elektriklenmesi en başta olan şeyler. Yemeklerin yağlı olması zaten insan sağlığı üzerindeki en büyük etken. [...] en son ufak bir şeyi dile getirmek istiyorum. Cezaevleri özellikle F Tip’leri belli bir süreden sonra insanda duyguların yok olmasına, sen fark etmesen de buna sebebiyet veriyor. Artık duygularını dışarıya nasıl vuracağını bilemiyorsun ya da o duygularını unutuyorsun.”

Cezaevlerindeki sorunlara, sağlık durumları nedeniyle cezaevinde kalmaları mümkün olmayıp, tutukluluklarının kaldırılması veya cezalarının ertelenmesi gerekenlerin cezaevinde tutulması da eklenmektedir. Adalet Bakanlığı'nın verilerine göre 2010 yılı içinde cezaevlerinde 413 ölüm gerçekleşmiş ve bunların arasında 162 kişi hastalık nedeniyle hayatını kaybetmiştir. İHD'nin açıklamasına göre ise 2011 yılında Türkiye'de 260'ın üzerinde durumu ağır olan hasta mahpus bulunmaktadır. Tutuklu öğrencilerden ikisi de bu hasta mahpusların arasında yer almaktadır. İstanbul Üniversitesi öğrencisi Kayhan Tüney hemipleji hastası ve tüm vücut fonksiyonlarında %68 oranında bir kayıp söz konusudur. Düzenli fizik tedavi görmesi gerektiğine dair doktor raporu mahkemeye sunulduğu halde, Kayhan 1,5 yıldır Edirne F Tipi Cezaevi’nde tutuklu bulunmaktadır. Yine İstanbul Üniversitesi öğrencisi Bayram Yılmaz ağır romatizma hastasıdır ve F Tipi Cezaevi koşulları nedeniyle kalp kapakçıklarından birinde başlayan küçülme devam etmektedir. Cezaevine girdikten sonra düzenli olarak penisilin iğnesi olmak zorunda kalan Bayram’ın bu iğne aralıkları giderek sıklaşmakta ve hareket etmek konusunda güçlük yaşamaktadır.

Cezaevlerinde sağlık hizmetine erişim sorunu, cezaevi içindeki sağlık birimlerinin teknik ekipman ve personel eksikliği, hastaneye sevklerde yaşanan gecikmeler ve sevk koşullarının sağlıksızlığı, yüksek güvenlikli infaz rejimine tabii olanlar için hekimle hasta arasındaki mahremiyetin jandarmanın varlığı ile ihlali gibi olguları da kapsıyor. Hepsi aşılsa bile, yanlış ve keyfi idarecilik ve uygulamalarla mahpusların sağlık hakkının gasp edildiğine şahit olabiliyoruz. Nitekim yine elimize ulaşan mektuplardan öğreniyoruz ki cezaevine kabulü esnasında, gözü bozuk olduğu için gözlük takan bir öğrencinin gözlüğüne, yasak olduğu gerekçesiyle el konulmaktadır. Harran Üniversitesi öğrencisi Nihat Demirbilek’e cezaevinde gözlükleri verilmemiştir ve gözlerindeki rahatsızlık giderek büyümüştür. Aynı şekilde gözlerindeki sorun ihmal sonucu tedavi edilmeyen henüz 17 yaşındaki lise öğrencisi %80’lik bir görme kaybı ile karşı karşıyadır. Bu görme kaybına, cezaevinde girdiği üniversite sınavını kazandıktan sonra, tutukluluk hali nedeniyle devamsız olduğu gerekçe gösterilerek liseden mezun edilmemesi, sınıf tekrarı gerektiğinin bildirilmesi ve doğal olarak üniversiteye kaydının yapılmaması da eklenmiştir.

Cezaevindeki hak ihlalleri ya da koşulların kötülüğü elbette burada bulunan mahpusların hepsini etkilemektedir ve bunlar arasında öğrenci olan tutuklular da vardır. Ancak öğrencilikleri nedeniyle ayrıca bir temel hak ihlaline maruz kalan bir grup olarak öğrencileri ele almak gerekiyor. Öğrencilerin tutukluluğu, özgürlüklerinden alıkonmalarının dışında, onları aynı zamanda eğitim haklarından da mahrum bırakıyor. Cezaevindeyken öğrenimine devam etmesi ve sınavlarına girmesi uygun bulunan öğrenciler için dahi bu sorun devam ediyor.

Resmi belgelerde tutuklu ve hükümlülerin eğitim hakkından söz edilirken genel olarak bu kurumlarda verilen eğitimin, cezaevlerinin “topluma kazandırma” ve “rehabilitasyon/ıslah” işlevleri bağlamında değerlendirildiğini görüyoruz. Bu anlayış ise cezaevlerinde sunulacak eğitim olanaklarını, bu kişileri topluma yeniden kazandırma koşuluna bağlı kılıyor. Ancak cezaevleri ve eğitim konusu üzerine hazırlanan uluslararası rapor ve incelemelerde en çok vurgulanan mesele, eğitim hakkının bir insan hakkı ve anayasal hak, yani kişinin hangi koşulda olursa olsun ve ne yaparsa yapsın elinden alınamayacak, kişiden koparılamayacak bir hak olmasıdır. Hal böyleyken, cezaevindeyken eğitimine devam etmenin koşulları öğrenciler açısından yerine getirilemeyecek külfetler olarak belirlenmiş ve adeta imkansız hale getirilmiştir.

Mevcut durumda, okullarının ve fakültelerinin uygun bulması halinde öğrenimine devam etme ve sınavlarına girme hakkı tanınan öğrenciler, bu hakkı devletten satın almak zorunda bırakılıyorlar. Mevzuata göre, öğrencinin sınavlarına girmek üzere okuluna transfer edilmesindeki tüm masraf öğrencinin sorumluluğuna terk ediliyor. Her sınav dönemi için 2000 TL'ye varan bu ücret karşılığında Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğü'ne ait ring araçları ile öğrenci sınav yerine götürülüp geri getirilmektedir. Öğrencinin sınavlarına girebilmesi için gerekli olan her türlü transfer masrafı kamu bütçesinden karşılanmalıdır. Sınavların öğrencinin bulunduğu ceza infaz kurumunda yapılması durumunda sınavı yürütecek görevli öğretim elemanının transferi halinde de masrafları öğrencinin karşılaması beklenmemelidir.

Öte yandan, öğrencinin sınav için başka bir ilde ve buradaki bir ceza infaz kurumunda tutulması halinde, bu kurumdaki kalış koşullarının güvenliği sağlamanın ötesinde kendisi için ceza teşkil edecek şekilde caydırıcı nitelikte olmaması gerekirken tekli ya da üç kişilik oda sistemi uygulanmayan, ya da kalabalık odalı cezaevlerinde, bu öğrencilerin normal koşullarda disiplin cezaları için kullanılan hücrelerde tutulması öğrenciler için caydırıcı bir etki yaratıyor. Öğrenciler bu koşullar altında sınavlarına moral bozukluğu ve stres içinde giriyorlar ve bu da sınavlarındaki başarılarını etkiliyor.

Öğrencilerin sınava hazırlanması için gerekli olan ders materyallerinden (kitaplar, ders notları vs.) mahrum kalmaması için bu materyallerin cezaevine kabulünde, gerekiyorsa öğrencilere özel düzenlemeler yapılmalıdır. Kimi öğrencilerin ders materyallerinin kendilerine ulaşmasında, söz konusu materyalin yabancı dilde ya da kitap formunda değil de ders notu fotokopisi olması nedeniyle engellerle karşılaştığı biliniyor. Bunun yanı sıra, ders materyallerinin öğrenciye zamanında ulaştırılmaması da yine öğrencinin başarısını olumsuz yönde etkilemektedir. Bu anlamda, öğrencinin sınavına hazırlanması için gerekli yeter süre göz önünde bulundurularak, cezaevine teslim edilen ders materyalinin öğrenciye teslim edilmesine dair azami süre belirlenmeli, bunun ötesindeki gecikmeler engellenmelidir.

Okulda ya da ceza infaz kurumunda gerçekleştirilen sınavların yapılış koşullarının öğrencinin başarısını olumsuz etkilemeyecek şekilde düzenlenmesi gerekmektedir. Öğrencinin sınavına odaklanmasını engelleyecek gürültülü bir ortam, öğrencinin moralini bozacak ya da strese sokacak güvenlik gerekçeli uygulamalardan kaçınmak gerekmektedir. Okullarda yapılan sınavların dar, penceresiz odalarda; öğrencinin etrafının çok sayıda ve rahatsızlık verecek kadar yakında asker/jandarmayla çevrildiği ortamlarda yapılması öğrencilerin başarısını son derece olumsuz etkilediği gibi, öğrencilerin eğitimlerine devam etme istekleri açısından caydırıcı etkiler yapmaktadır. Sınavların, normal koşullara olabilecek en yakın şekilde uygulanması sağlanmalıdır.

Günümüzde birçok okulun ders kayıtlarını ve ders seçme süreçlerini elektronik ortam üzerinde gerçekleştirdiği hesaba katılarak, öğrencilerin bu gibi « teknik » sıkıntılardan ötürü hak gaspına uğramamaları için de cezaevinde internet kullanımına yönelik iyileştirmeler gereklidir. Ancak yukarıda saydığımız sorunların hepsi halledilse bile, laboratuar, bilgisayar vb. donanımlara ihtiyaç duyulan, çalışmak ve öğrenmek için okunacak materyalden daha fazlasına ihtiyaç duyulan uygulamalı dersler düşünüldüğünde cezaevinden öğrenimlerine devam etmeye çalışan öğrencilerin eğitim hakkı mağduriyeti devam etmektedir.

Son olarak, cezaevlerinde her şeye rağmen devam ettiğini gördüğümüz kötü muamele ve keyfi ceza uygulamalarının öğrencilerin cezaevi deneyiminin de ayrılmaz bir parçası olduğunu görüyoruz. Elimize ulaşan mektupların çoğunda ayları, yılları bulan ziyaret, telefon, mektup yasağı cezalarından hiçbirinin kaçamadığını, bunu hak etmek içinse fazla bir şey yapmalarına gerek olmadığını anlıyoruz. Anlaşılan, ceza infaz kurumlarının disiplin yönetmeliğinde yer alan muğlâk ve yoruma açık ifadeler, disiplin suçu oluşturmaması gereken birçok tavır, söz ve eylemi disiplinsizlik olarak yorumlamaya elvermektedir. Bu durumsa disiplin cezaları ve tutanak mekanizmalarının, istendiğinde düzen ve denetimin sağlanması için değil, mahpusların üzerinde ekstra bir baskı ve eza aracı olarak kullanılması sonucunu doğurmaktadır.


Yüklə 0,79 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə