Val Plumwood ve Animist Materyalizm Val Plumwood and Animist Materialism Ezgi Ece Çelik



Yüklə 118,68 Kb.
Pdf görüntüsü
tarix27.10.2017
ölçüsü118,68 Kb.
#6923


 

ViraVerita E-Dergi, Sayı 5, s.71-86 (ISSN: 2149-3081)  

ViraVerita E-Journal, Issue 5, p. 71-86 (ISSN: 2149-3081)

 

 



Val Plumwood ve Animist Materyalizm 

Val Plumwood and Animist Materialism 

Ezgi Ece Çelik

*

 

ezgiecelik@gmail.com 



 

Özet 

Ekofeminizmin  önemli  isimlerinden  olan  ve  özellikle  Feminizm  ve  Doğaya  Hükmetmek  kitabıyla 

tanınan  Val  Plumwood,  ilk  dönem  çalışmalarında  “hiper-ayrımlar”  olarak  adlandırdığı  hiyerarşik 

karşıtlıklara  odaklanırken,  sonraki  çalışmalarında  hiper-ayrımlara  yönelik  eleştirilerini  tinsellik, 

ölüm, mekân gibi kavramlarla ayrıntılandırmış ve animist materyalizm görüşünü geliştirmiştir. Bu 

makalede  de  özellikle  Feminizm  ve  Doğaya  Hükmetmek  sonrasında  2009’a  dek  yayınladığı 

çalışmalar  izlenerek  Plumwood’un  ekolojik  sorunlara  ilişkin  saptamaları  ve  önerileri 

değerlendirilmeye çalışılacaktır.  

Anahtar Kelimeler: Animizm, tinsellik, ölüm, mekân. 

 

Abstract 

Val Plumwood, who is known by Feminism and the Mastery of Nature, is an important name of 

ecofeminism.  She  focused  on  hyper-separations  that  are  in  the  core  ecological  problems  in  her 

early writings, and then developed her approach of animist materialism through concepts such as 

“spirituality”,  “death”  and  “place”.  In  that  context,  the  aim  of  this  article  is  to  point  out  Val 

Plumwood’s  critics  and  suggestions  on  ecological  problems  with  reference  to  the  works  of 

Plumwood, which were published after Feminism and the Mastery of Nature until 2009. 

Keywords: Animism, spirituality, death, place. 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                                                           

*

 Yrd. Doç. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi, Felsefe Bölümü 




72 

 

Ekofeminizm ve Hiper-ayrımlar 

Düşünme  biçimimizdeki  düalist  yapıya,  özellikle  de  Batı  medeniyeti  kaynaklı 

akıl(kültür)-doğa,  özne-nesne,  erkek-kadın,  zihin-beden,  özgürlük-zorunluluk, 

evrensel-tikel,  kamusal-özel  gibi  hiyerarşik  karşıtlıklara  karşı  konum  alan  Val 

Plumwood eleştirileriyle ekofeminist perspektifin geliştirilmesine önemli katkıda 

bulunmuştur.  Feminizm  ve  Doğaya  Hükmetmek  kitabının  okurları  tarafından 

yaygın  olarak  bilinen  ve  tartışılan  bu  eleştirilerini  tekrarlamaktan  ziyade  bu 

makalede,  Plumwood’un  son  dönem  çalışmalarında  odaklandığı  ekolojik 

problemlere ilişkin saptama ve önerilerine yer verilecektir.   

Ekofeminizmi  geliştirmeye  yönelik  başlıca  eleştirisine  kısaca  değinirsek, 

Plumwood’a göre, ekolojik ve feminist mücadele hatlarını ortaklaştırmaya çalışan 

ekofeminist  yaklaşımların  bir  kısmı,  şefkat,  empati,  besleyip  büyütme  nosyonu 

gibi özelliklerle romantik bir kadın ve doğa benzeşimi kurma peşindedir. Oysa bu 

tarz  bir  benzeşim  kurma  çabası,  kadının  evdeki  melek  olarak  konumlandırılışını, 

ekosistemdeki  melek  olarak  dönüşüme  uğratmaktan  öteye  geçememektedir. 

Bununla ilgili olarak Plumwood,ekofeminizmeilişkin şu soruya dikkat çeker: Eko-

feminizm  genel  olarak,  doğayı  kadınların  iyiliğinin  kurtaracağı  öyküsüne  mi 

dayanmaktadır?  “…  gizemli  ormanı  tanıyabilen  sadece  kadınlar  ve  belki  de 

sadece  tam  anlamıyla  kadın  sayılabilecek  kadınlar   mı,  yoksa  bu  bilgi  ve  sevgi 

hepimize açık mı?” (Plumwood 2003; 7). 

Plumwood’un  soruya  ilişkin  yanıtı  bellidir:  “Eğer  dişiliğin,ekolojik  bilinç  sahibi 

olma  vedoğaya  ya  da  başkalarına  zarar  vermemenin  garantisi  olduğunu 

düşünürsek  büyük  bir  hayal  kırıklığına  uğrarız”(Plumwood,  2003;  10).  Bu  sanı, 

cinsiyetçilik  üzerinden  kör  karşıtlıkları  pekiştirmesi  ve  yaygınlaştırması 

bakımından  tehlikelidir.  Plumwood’un  vurguladığı  gibi,  elbette  insanın  doğayla 

ilişkisine  dair  öyküye  toplumsal  cinsiyetin  eleştirel  boyutunun  eklenmesi  son 

derece  önemlidir.  Fakat  bu  eleştiride  feminist  mücadele  ile  ekolojik 

mücadelenin eril-akılmerkezciliğe  karşı   ortak  bir  hedefe  yönelikyürütülüyor 

olması,  kadın  ve  doğanın  aynı  öze  indirgenmesine  yol  açmamalıdır. 




73 

 

Ekofeminizmin  iki  damarını  oluşturan  feminist  ve  ekolojik  mücadele  alanlarının 



odağında  erillik  ve  kapitalist  üretim  ilişkilerine  yönelik  eleştiriler  bulunsa  da, 

mücadele  edilenin  –erillik,  ataerki,  kapitalizm  vb.   aynı  olması,  mücadele 

alanlarının,  konularının  ve  öznelerin  aynı  olması  anlamına  gelmemektedir.Bu 

tarzekofeminist  yaklaşımlar,  problemlerin  çözümüne  katkısunmak  yerine, 

hiyerarşik 

karşıtlıklar 

üzerinden 

kendini 


dayatan 

iktidar 


odaklarını 

beslemektedir.“  Kadın,  özsel  olarak  doğaya  erkekten  daha  yakındır;  doğa  gibi 

hayat  verir,  besler,  büyütür”  savına  dayanan  bir  doğa-anacılık  da,  büyük  ölçüde 

kadının  doğa  ve  maddeyle  özdeşleştirilmesine  dayanmakta  ve  ussal  erkek  - 



maddesel  kadın  düalizmini  desteklemektedir.  Oysa  Plumwood’a  göre 

ekofeminizm  tam  da  kadına  yüklenen  rollerin;  üreme,  beslenme,  duygusallık, 

maddesellik gibi özelliklerin reddedilmesine yönelik bir mücadeledir.  

Bu  bakımdan  ekofeminizm,  toplumsal  ve  ekolojik  problemleri  teşkil  eden 

karşıtlıkları  sürdürecek  biçimde  değil,  aksine  bu  karşıtlıkları  aşmayı  sağlayacak 

biçimde  konumlandırılmalıdır.  Peki,  bu  aşma  ya  da  hiper-ayrımları  altüst  etme 

işlemi  nasıl  gerçekleştirilecektir?  Hiyerarşik  karşıtlıkları  aşma  ya  da  Derridacı 

ifadeyle  yapısöküme  uğratma  nasıl  mümkün  olacaktır?  Plumwood’un bu soruya 

verdiği yanıtson dönem çalışmalarında belirginleşmekte, ekosentrizm, bağlantısal 

ontoloji, mekân ve animizm gibi tartışmaya açtığı konularla hiyerarşik karşıtlıkları 



aşma ile ne kastettiği daha da netlik kazanmaktadır.  

Plumwood’a  göre,  Batı  düşüncesine  yerleşen  hiyerarşik  düalizmlerin  gelişimi 

Yunan  kültüründen,  Eski  Ahit  ve  Hristiyan  geleneğine,  neo-Platonculuktan, 

Aydınlanma’ya  ve  Romantizm’e  dek  izlenebilir  (Plumwood,  1986;  121).  Bu 

gelenekler  farklı  savları  ön  plana  çıkarsalar  da,  belirledikleri  konumlar 

bakımından  Batı  düşünce  tarihinde  duygu  yüklü  tinsellikilerasyonel  bilim 

karşıtlığının oluşmasına yol açmışlardır. Oysa tinsellik ile bilimi karşıtlık üzerinden 

düşünmek  sadece  dogmatik  bir  inanç  dünyasının  kapısını  aralaması  bakımından 

değil,  aynı  zamanda  bilimci  perspektiften  indirgemeci  kör  bir  yaklaşımın 

benimsenmesi riskinden dolayıda tehlikelidir.  




74 

 

Sanayi  ve  teknoloji  yoluyla  bugün  de  kimi  bilim  çevreleridogmatik  dinîinanışlar 



gibi  mürit  toplayarak  kendini  kutsallaştırma  çabasında  olabilmektedir.  İster  öte 

dünya  inancına  dayanandogmatik  kabuller  ile  içinde  yaşadığımız  dünyanın 

önemsizleştirilmesi,  ister  ussallık  ile  bu  dünyanın  laboratuvara  dönüştürülmesi 

yoluyla  olsun,  dünyayı  cansız,  maddesel  bir  ortam  olarak  değerlendirme 

alışkanlığının  yaygınlığı  dikkat  çekmektedir.  Bu  yaklaşımlar  doğrultusunda 

doğanın,  gelip  geçici  bir  kaynak  alanı  ya  da  cansız  bir  bilim  nesnesi  olarak 

değerlendirilmesi  Plumwood’a  göre  ekolojik  problemlerin  başlıca  sebebidir  ve 

Plumwood’un  bu  konudaki  çözümü  tinsellik  ya  da  daha  sonra  tercih  ettiği 

ifadeyle  animizmdir.  Özellikle  son  yüzyılda  bilimsel  alandaki  gelişmeler 

doğrultusunda  bilim  çevrelerinin  giderek  daha  indirgemeci  bir  tutum 

benimsemesi, bilim ve felsefeden beklenen sorgulayıcı tavırla örtüşmemektedir. 

Plumwoodyaşamda  dayanak  alınacak  bilimsel  sorgulama  etkinliğinden 

uzaklaşmamak bakımından, bu dünyadan el çekmeyen, olgular arası bağlantılara 

odaklanan fakat indirgemeci olmayan bir bilimsellik peşinde olduğu için tinselliği 

bilimsel yaklaşıma dâhil etmenin çözüm sunacağına inanır; elbette problemlerin 

çözümü  için  tin-madde  düalizmini  aşan  bir  tinsellik  peşinde  olmanın  önemini 

vurgulayarak.  

Plumwood’un çabası farklı canlıların etkileşimi ile örülmüş bir yaşam ağının eldeki 

bildik  tek  tinsel,  duygusal,  ussal  dünya  olduğunun  farkında  olmak  için  yeni  bir 

yaklaşım  geliştirmeye  yöneliktir.  Biyolojik  canlılık  bakımından  maddeyle  tini  bir 



araya  getiren  materyalist  bir  tinsellik  mümkün  mü?  diye  sorar  veanimist 

materyalizm  ile  bunun  mümkün  olduğunu  göstermeye  çalışır.  Animist 

materyalizm

*

, içinde yaşadığımız dünyayı, dolayısıyla doğayı bir yanılsama, gelip-



geçici  yalan  dünya  olarak  değerlendiren  yaklaşımlara  karşı  bu  dünya  dışında 

kutsanacak hiçbir şeyin olamayacağı savına dayanır. Bu bakımdan özen ve saygı 

hep  bu  dünyaya  ilişkin  olmalıdır.  Bildiğimiz  tek  yaşamı  sunan  bu 

                                                           

*

 Animist  materyalizmi  ilk  olarak  kimin  ortaya  koyduğu  kesin  olarak  bilinmese  de,  Onyedinci 



yüzyılın  önemli  şairlerinden  John  Milton  animist  monizme  ilişkin  düşünceleriyle,  animist 

materyalizmin  doğuşunda  önemli  rol  oynamıştır.  Ayrıca  her  ne  kadar  farklı  bağlamlarda  da  olsa 

Milton’ın  ardından  Edward  Taylor  ve  A.  N.  Whitehead  gibi  düşünürler  de  görüşleriyle  animist 

materyalizme önemli katkıda bulunmuşlardır.  




75 

 

dünyada,doğadaki canlılık bakımından kullandığımız her şeye karşı saygı duymayı 



ve  özen  göstermeyi  ivedilikle  öğrenmemiz  gerekmektedir  (Plumwood,  2005; 

246).  


Yaşamı  bilinç  ve  madde  olarak  bölen  ve  doğayı  edilgen  maddeye  indirgeyen 

yaklaşımların  aksine  Plumwood’a  göre,  ontolojik  bakımdan  akıl  ve  madde  ortak 

olarak  birbirlerine  katılır,  birbirlerini  dönüştürürler.  Plumwood  bu  “bağlantısal 

ontoloji”yi  Graham  Harvey’in  animizme  ilişkin  şu  tanımına  dayandırır:  Animizm, 

dünyanın  bireylerle  dolu  olduğuna  ve  insanın  bunlardan  sadece  bir  kısmını 

oluşturduğuna; yaşamın da bu bireylerin bağlantısallığından mütevellit olduğuna 

vurgu  yapan  görüştür.  Bu  görüşte  önemli  olan  iki  özellik:  İnsan-olmayan 

bireylerin  tanınması  ve  bireylerarası  –insan  ya  da  insan-olmayan  canlılar  arası– 

ilişkilerin  merkezde  konumlandırılmasıdır  (Rose,  2013;  96).  Plumwood’un 

görüşünün odağında farklı canlıların, farklı ekosistemlerin, insan olan ve olmayan 

tüm  bireylerin  karşılıklı  etkileşimi  ve  ilişkisi  vardır.  Açıkça  böyle  bir  yaklaşım 

antroposentrik görüşlerin de sonunu talep etmektedir.  

“Edilgen  makineyi  unutun  ve  doğanın  kendine  dönen,  kendini 

geliştiren  kapasitesinden  söz  edin;  insan-olmayan  dünyanın 

yönelimselliğinden  söz  edin.  Eğer  insandan  ayrı  olarak  böyle  bir 

kapasite  var  ise,  bizim  de  dışsal  bir  tasarımcıya  ihtiyacımız  yok 

demektir.  Tasarımdan  söz  edilecekse,  dünyanın  tasarlayıcısı 

kendindedir” (Plumwood, 2009; 124). 

İnsanın,  dünya  üzerinde  sadece  kendisi  varmışçasına  merkezîleştirilmesinin  yol 

açtığı  yıkıma  karşı,  farklılıkları  koruyan  bir  anti-antroposentrik  yaklaşım 

geliştirmek  ve  ekolojik  bağlantısallığı  merkezde  konumlandırmak,  ekolojik 

problemlerin  çözümü  bakımından son  derece  önemlidir. Doğadaki  bireyler-arası 

karşılıklı  etkileşime  odaklanan  bağlantısal  ontoloji,  antroposentrizme  karşı 

ekosentrik  bir  yaklaşım  sunmaktadır.  Fakat  bu,  derin  ekolojistlerin  ortaya 

koyduğu  türden  aynılaştırıcı  bir  ekosentrizm  değildir.  Plumwood’a  göre,  derin 

ekolojideki holistik ontoloji yerine, bağlantısal ontolojiyi doğa-insan bağına ilişkin 

farkındalığın oluşmasında temele almak gerekir. 



76 

 

1970’lerde  sığ  ve  derin  tartışmasına  sahne  olan  felsefi  ekoloji  alanında  derin 



ekolojistler, 

“sığ” 


olarak 

niteledikleri 

görüşlerden 

ayrılarak, 

doğayı 

araçsallaştırmayan  bir  yaklaşımla  doğadaki  her  şeyi  akrabalık  ilişkisine 



dayandırırlar. İnsan-doğa karşıtlığından kurtulmanın yolunu, bunları bir ve bütün 

görerek  aşmaya  çalışırlar.  Arne  Naess,  Bill  Devall,  George  Sessions  gibi 

düşünürlerin  görüşleri  doğrultusunda  derin  ekoloji,  insan  ve  doğayı 

özdeşleştirerek,  akrabalık  ilişkisini  temele  alan  bir  tasarım  olarak  ortaya 

konmuştur. İnsanın diğer canlılardan farklı olmadığı, doğadaki tüm canlı ve cansız 

varlıkların bir ve bütün olduğu, dolayısıyla da doğadaki her bireyin insan için araç 

olmak  bakımından  değil,  kendinde  değerli  olması  bakımından  önemini 

vurgulamışlardır.  İnsan-olmayan  canlıların  da  etik  bir  topluluk  olarak 

değerlendirilmesine  dayanan  hayvan  hakları  savunusu  bu  görüş  doğrultusunda 

daha  da  yaygınlaşmıştır.  İnsan-doğa  ayrımını  silmeye  çalışan derin  ekoloji,  insan 

benliği  ile  doğayı  özdeşleştirme  yoluyla  farklılıkları  görünmez  kılma  yolunu 

seçmiştir.  

 

Oysa Plumwood’a göre, gerek türlerin gerekse bireylerin farklılıkları ile etkileşime 



katıldığı  doğada,  “bir  ve  bütün”  vurgusu  yapan  holistik  bir  ontoloji  değil, 

farklılıkların karşılıklı etkileşimini temele alan bağlantısal ontoloji çözüm sunabilir. 

Çünkü doğadaki etkileşimi anlamak ve insanın ayrıcalıklı olma takıntısını ortadan 

kaldırarak,  toplumsal  ve  ekolojik  problemlerin  çözümüne  katkıda  bulunabilmek 

için,  farklılıkların  etkileşimdeki  rolüne  ve  önemine  ilişkin  farkındalık 

gerekmektedir.  Plumwood’un  Grimshaw’dan  yaptığı  bir  alıntıyla  ifade  edilirse, 

doğaya ilişkin “özen ve anlama, belirli bir mesafeyi gerektirir; öyle ki bu mesafe, 

ötekiyi  kendiliğin  bir  projeksiyonu  olarak;  ya  da  kendiliği  ötekinin  tamamlanışı 

devamı  olarak görmemek için gereklidir” (Plumwood, 2003; 178). 

 

Elbette  uzun  süredir  mekanik  evren  görüşü  ve  pozitivist  bilimsel  indirgemecilik, 



doğayı  makineleştirip  dışsallaştırarak,  insanla  diğer  canlılar  arasındaki  yakınlığı 

yok  sayma  konusunda  ipi  göğüslemektedir.  Fakat  Plumwood,  mekanik  evren 




77 

 

tasarımının  panzehiri  olarak  ortaya  konabilecek  ekosentrik  bir  yaklaşımın  da  –



derin  ekoloji  gibi   “bir  ve  bütün”  vurgusuyla  özdeşlik  temelinde  doğadaki 

farklılıkları,  dolayısıyla  da  karşılıklı  etkileşimin  önemini  silecek  bir  girişim  olarak 

ortaya çıkabileceğine işaret eder.  

Hâlbuki  doğadaki  her  bireyin  farklı  özelliklerle  etkileşim  halinde  olması,  bilimsel 

keşif  coşkusunu  da  artırmaktadır.  Bilim  ya  da  teknoloji  karşıtı  bir  düşünür 

olmanın aksine, bilimsel keşif sürecini, doğaya ilişkin özeni ve farkındalığı artırma 

yolu olarak gören Plumwood’un animist materyalizmi, indirgemeci materyalizme 

düşmeyen bir bilimsellik arayışındadır. Yaratılış sorularına da bu yolla yanıt verir, 

bu  dünyada  insan  olan  ve  olmayan  tüm  bireylerin  ilişkilerindeki  bağlantısallığı 

odağa alan animist tinsellikle yaratılış sorularını yanıtlar. O, çoğu çevreci görüşte 

benimsenen  “akrabalık”  vurgusunu  tüm  organik  dünyaya,  hatta  inorganik 

dünyaya  taşa  toprağa  yaymamız  gerektiğinin  altını  çizer  ki  bu  yolla  akrabalık, 

benzerlik  ve  soy  vurgusundan  sıyrılarak  farklılıkların  birlikteliği  olarak 

anlaşılabilsin. 

Bu  akrabalık  meselesinde  ortaklıklar  ya  da  farklılıklara  ilişkin  isabetli 

saptamalarda  bulunarak,  insan-olmayan  canlılar  ve  organik-inorganik  tüm  doğa 

alanına  özen  gösterme  konusunda  doğru  adımlar  atabilmek  için  dikkat  edilmesi 

gereken  bir  başka  konu  antropomorfizmdir.  Bilindiği  gibi,  insanbiçimcilik 

anlamına  gelen  antropomorfizm,  özellikle  çok  tanrılı  inanç  sistemlerinde  sıkça 

karşılaşılan  bir  yaklaşımdır.  Antropomorfizm,  insan-olmayan  canlıların,  insanî 

kabul  edilen  özelliklerle  donatıldığı  doğa  tasarımlarında  da  görülmektedir. 

Animasyon filmlerde ya da edebi yapıtlarda insan-olmayan canlıların yaşamlarını, 

insanla  benzerlikleri  üzerinden  sunarak,  insan-olmayan  bireylerle  yakınlık 

kurulmasını  sağlayan  insan-biçimli  tasarımlar,  doğayla  ve  diğer  canlılarla 

ilişkilerimizi  –benzerlikler  aracılığıyla–  anlama  çabasında  bir  yol  olarak  da 

görülebilir; diğer canlıların farklılıklarının silinmesi ve –olmadıkları ölçüde– insana 

benzer özelliklerle tasvir edilmesiyle, dünyanın iliklerine kadar insana boğulması 

olarak da değerlendirilebilir.  




78 

 

Bu  noktada  Plumwood’un  verdiği  bir  örnek,  soruyu  tersten  sormaya  yardımcı 



olmaktadır.  Şöyle  ki,  Kral  Penguenlerin  Yürüyüşü  filminin  yayınlanmasının 

ardından  filmde  konu  edilen  penguenlerin  birbirleri  arasındaki  aşk  eleştirilmişti. 

Penguenlerin insana benzer özelliklerle tasvir edilmesinden duyulan rahatsızlık ile 

insan-olmayan  canlıların  duygusal  –ve  elbette  ussal–  bakımdan  insandan  daha 

aşağı  oldukları,  dolayısıyla  da  âşık  olmalarının  mümkün  olmadığıkabulüne 

dayanan eleştirilere karşı Plumwood şu soruyu yöneltmiştir: Hangi gerekçeyle bu 

filmde/kitapta penguenlerin insana ait özelliklerle, aslında olmadıkları gibi tasvir 

edildiklerini  savunuyorsunuz?  Eğer  verilen  yanıt  “sadece  insan  akıl  sahibidir”  ya 

da  “sadece  insan  âşık  olabilecek  duygusal  yoğunluğa  sahiptir”  ise  o  halde 

söylenebilecek tek şey şudur: Zihninizi özgürleştirin! (Plumwood, 2009; 127)  

İnsan-olmayan canlıların ussal ya da duygusal kapasitelerine ilişkin önyargılarımızı 

gözden geçirerekzihinleri özgürleştirmeye yönelik bu çağrı, doğaya ilişkin yargıları 

mekanik  indirgemecilikten  özgürleştirmeye  çağrıdır.  Modern  bilime  temel 

sağlayan mekanik evren görüşünün etkisiyle, doğanın ve insan-olmayan canlıların 

akıl  ve  duygudan  yoksun  bir  dünya  olduğu;  bu  dünyanın  da  –elbette  inanç 

sistemlerinin de etkisiyle  sadece insanın kullanımına bırakıldığına ilişkin inancın 

yol  açtığı  ekolojik  yıkımla  karşı  karşıyayız.  Plumwood’a  göre,  indirgemeci  bilim 

tasarımlarının çevre problemlerine katkısı ne yazık ki bu şekildedir. Oysa edilgen 

bir bilim nesnesi olarak ele alınacak cansız bir ortam, ya da egemen olup kâr elde 

edilecek  bir  kaynak  olmanın  aksine,  insanın  –en  azından  bugünkü  koşullarda– 

onsuz  yaşayamayacağı  canlı  bir  ağdır  doğa.  İçinde  barındırdığı  her  bir  canlının, 

diğer  canla  ilişkisine  dayanan  bir  ağ…  Dolayısıyla  mekanik  evren  tasarımı  başta 

olmak üzere, doğayı cansız bir bilim nesnesi, bir laboratuvar ya da ekonomik bir 

kaynak  olarak  değerlendiren  her  türlü  yaklaşımın  aşılabilmesi  bakımından,  bu 

ilişkiler  ağında  benzerliklerimizi  ya  da  farklılıklarımızı  keşfetmeyi  sağlayacak  her 

görüşe ihtiyaç var.  

 

 



79 

 

Animist Ölüm 

Plumwood,  birbirimizin  yaşamlarına  örüldüğümüz  etkileşim  ağını  anlayabilmek 

için,  yaşamı  bölen,  parçalayan  hiper-ayrımlardan  kurtulmak  gerektiğine  işaret 

eder.  Bu bakımdan,  hiyerarşik  yüceleştirmeler  yoluyla  kutsallığı bu dünya  dışına 

atfeden  yaklaşımların  aşılabilmesi  için  öncelikle  “ölüm”  meselesi  tartışmaya 

açılmalıdır. 

Tinselliği bu dünya dışındaaramayan materyalist bir tinsellik geliştirmeye çalışan 

Plumwood,  böyle  birtinselliğin,  ölümü  anlamlandırmada  önemli  rol  oynadığını 

belirtir.  Çünkü  bu  dünyaya  bağlı  bir  tinsellik,  ölümü  yerkürenin  parçası  haline 



gelmek  olarak  kavramayı  sağlar(Plumwood,  2005;  242).  Ölüm  bir  son 

değil,yaşamda  diğer  canlılarla  oluşan  çeşitliliğe  katılmanın  bir  yoludur.  Bu  konu 

önemlidir çünkü gerek semavi dinlerin tinselliği, gerek de bilimin nesnellik iddiası 

insanın  ölümü  yenme  ülküsüne  dayanmaktadır.  Sorun,  ölümü  hikâyenin  sonu 

olarak  görmekten  kaynaklanmaktadır.  Ölümde  bedenin  yok  olması,  insana 

anlamsız  bir  sona  teslim  olduğunu  ya  da  yenildiğini  hissettirmektedir.  Bu 

bakımdan  son  olarak  kabul  edilen  ve  korku  duyulan  ölümü  aşmak  ve  kendini 

sonsuzlaştırmak amacıyla ruh-akıl/beden karşıtlığı pekiştirilmektedir.  

Batı  düşünce  tarihine  bakıldığında  “bilinç”  probleminin  de  ölüm  derdine  deva 

olarak  ortaya  çıktığı  görülmektedir.  Batı  medeniyetinin,  bilincin  ölümsüzlüğü 

anlatılarıyla  örülü  olmasının  başlıca  sebebi,ölümü  bir  son,  kaygı  verici  bir  bitim 

noktası, sınır olarak değerlendiren görüşlerin, insan için hikâyenin bitemeyeceğini 

gösterme çabasıdır. Buçabanın ardındaki ön kabul şudur: Bilinç yok olursa insan 

da yok olur. Bu sebeple,sonluluğa katlanamayaninsansonu alt etmek üzere gerek 

aklı  yücelten  gerekse  bu  dünya  dışından  aşkın  güçlere  odaklanan  yaklaşımlar 

geliştirerekkendini sonsuzlaştırmaya çalışmaktadır.  

Oysaölümle  birlikte  insanın  diğer  canlılar  gibi  form  değiştirerek  kendini 

sürdürdüğünün  anlaşılması  Plumwood’a  göre,  ekolojik  ve  toplumsal  pek  çok 

problemin  çözümünü  sağlayabilir.  Eğer  her  canlı  bireyin  yaşamla  bağlantısına 

dikkat  edilirse  zaten  yok  olmanın  mümkün  olmadığı  fark  edilecektir.  İnsan-




80 

 

olmayan  dünyayla  ilişkimize  odaklanan  bilimsel  keşifler,  insanın  farklı  yollarla 



kendini  sürdürdüğünü  göstermektedir.  Fakat  bu  farkındalık,  insanın  ayrıcalıklı 

olma  iddiasıyla  örtüşmemektedir.  GerekKartezyen  felsefedebilincin  tözsel 

ölümsüzlüğü,  gerekse  bu  dünya  dışından  güç  alan  bir  üstünlük  vurgusuyla 

donatılmış dinî yaklaşımlar yoluyla insanayrıcalıklı kılınmıştır. Dolayısıyla doğadaki 

canlı  ağın  bir  parçası  olduğunu  düşünmek,  insanın  üstünlük  iddiasını 

sarsmaktadır.

 

Ölüm korkusu ve ayrıcalıklık (exceptionalism) tartışmasıyla ilgili olarak Plumwood, 



yaşadığı  bir  nehir  kazası  anısını  aktarır  (Plumwood,  2008a).  Bir  timsahla 

karşılaşma tecrübesi olan bu olay 1985 yılında Avustralya’nın kuzeyindeki Kakadu 

Milli  Parkı’nda  yaşanmıştır.  Milli  parkta  kano  gezisine  katılanPlumwood,  bir 

timsahın  kuyruk  darbeleriyle  kanosunun  devrilmesiylebir  anda  kendini  timsahın 

ağzında bulmuştur. Bölgede nehir gezisi yaptıran uzmanlara göre, o bölgede kano 

yapanlara timsahların saldırması sık rastlanan bir olay değildir; fakat 1985 yılının 

19  Şubat’ında  bölgedeki  uzmanlara  göre  pek  de  alışıldık  olmayan  bu  olay 

gerçekleşmiştir.Plumwood  bu  karşılaşmada  ölümle  burun  buruna  gelmekten 

ziyade, timsah için bir yem-yiyecek olduğunu fark etmenin, kendisini etkilediğini 

anlatır.  Bir  timsaha  yem  olabilmek,  insanın  “ayrıcalıklı  olma”  takıntısı  üzerine 

daha yoğun düşünmesini sağlamıştır.  

İnsan  yapımı  teknolojik  dünyada,  tankla  tüfekle,  araba  ya  da  uçak  kazalarında 

ölümü  keder  içinde  göğüsleyen  hatta  kanıksayan  insan,  hayvanlar  tarafından, 

örneğin  bir  köpekbalığı,  örümcek  ya  da  kene  tarafından  öldürülmeyi  kendine 

yedirememekte;  üstünlük  ve  ayrıcalık  iddiasıyla  hafife  aldığı  ya  da  görmezden 

geldiği  insan-olmayan  canlılara  yem  olma  durumunu  kabullenememektedir. 

Doğadaki mücadele içinde insan da yem olmamak için uğraşmakta elbette; ama 

bu 


çabanın, 

insan-olmayan 

canlılardan 

ayrıcalıklı 

olmak 

iddiasıyla 



gerçekleştirilmesi doğadan kendimizi ne kadar yalıttığımızı göstermektedir. Oysa 

ihtiyaçlar doğrultusunda hayatta kalma çabasıyla, insan hayvanın yiyeceği olabilir, 

hayvan  da  insanın.  Plumwood’un  dikkat  çektiği  ayrıcalıklı  olma  yanılsaması  ise 



81 

 

şunu dedirtiyor insana: “Hayvanlar bizim yiyeceğimiz olabilir ama biz hayvanların 



yiyeceği  olamayız;  her  şeyi  tüketebiliriz  ama  biz  yenilip  tüketilemeyiz” 

(Plumwood, 2008a; 324). 

Plumwood’a  göre,  hem  öte  dünya  inancıyla  bu  dünyada  var  olmayan  barışçıl, 

insana  yönelik  tehdit  içermeyen  kusursuz  bir  doğa  tasvirinin  cennete  taşınması, 

hem  de  Kartezyen  hiper-ayrımlara özellikle  de  bilinç/beden  hiyerarşisine  

dayanan  bilimsel  indirgemecilikle,  insanın  doğayı  maddesel  ve  edilgen  bir 

araştırma nesnesi olarak konumlandırması, ekolojik problemlerin sebebi olmakla 

birlikte,  çevreci  hareketin  sağlayacağı  uzun  soluklu  çözümlerin  önündeki 

engellerdir.Bu  engellerin  aşılabilmesi  için  doğanın  bağlantısallığının,  her  şeyin 

etkileşim  içinde  birbirini  yarına  taşıdığının,  dolayısıyla  ölümün  bu  dünyadan  bir 

kopuş olmadığının farkına varılmalıdır.  

Ölümü bu dünyadan kopuş olarak gören inanç sistemlerinde, yaşanan dünyadan 

ayrılma  kaygısıyla,  bu  yaşamın  ötesinde  anlam  ve  kutsallık  aranması  bir 

yarılmanın  gerçekleşmesine  sebep  olmaktadır.  Düşünme  biçimimize  musallat 

olan  hiyerarşik  ayrımlar  da  büyük  ölçüde  bu  yarılmaya  dayanmaktadır.  Oysa 

animist  yaklaşım,  bu  dünya  dışına  kutsallık  atfetmeden  hikâyeyi  devam 

ettirmektedir.  Ölüm,  yaşamı  sürdürdüğümüz  bu  dünyadan  ayrılmaya  da  bir 

kopuşdeğil,  yaşarken  bağlantı  içinde  olduğumuz  doğaya-yerküreye  farklı  bir 

biçimde dönüştür. Bu bakımdan animist ölüm, doğa-insan ilişkisinde başka türlü 

öykülerin mümkün olduğunu göstermektedir.  

Hem  günümüz  bilimiyle,  olgulara  ilişkin  bilgisel  donanımımızla  uyumlu,  hem  de 

tinselliği  bu  dünya  dışına  çıkarmayan  bir  yaklaşım  olarak  animist  materyalizm, 

ölümü bir son olarak değerlendirmez. Animist ölüm, hikâyeyi bitirmez, farklılaşan 

hikâyeleri  bize  sunar.  Ekolojik  bakımdan,  animist  materyalizmde  ölüm  sonrası 

yaşam, hikâyeninsürekliliğine işaret eder: İnsanın hikâyesi devam etmektedir ama 

doğadaki çeşitliliğe karışarak… (Plumwood, 2008a; 328). Yaşamdaki devinimi fark 

etmek,  insanın  gerek  transendental  bilinç  gerek  de  teknolojik  yenilikler 



82 

 

aracılığıyla   sonsuzlaşma  çabasıyla  belirlenen  hükmetme  hastalığının  da  kontrol 



altına alınmasını sağlar.  

“Ölüm  hikayenin  sonu  değil;  hikayeye  devam  ediyorsunuz,  hem  de 

başka  bir  dünyada  ya  da  mekanda  değil,  doğrudan  bu  dünyada 

yaşamı  farklı  türlerle,  çeşitlilikle  güçlendirerek”  (Plumwood,  2005; 

242). 

Plumwood  ekolojik  problemlerin  başlıca  sebebi  olarak  belirlediği  insanın 



“ayrıcalıklı  olma”  iddiasını  ortadan  kaldırmak  için  animizmi  benimsemiş,  fakat 

görüşünü  daha  açık  kılabilmek  bakımından  bazı  noktalarda“tinsellik”ifadesine 

başvurmuştur.  Özellikle  ilk  çalışmalarında  “materyalist  tinsellik”  ifadesini 

kullandığını  ama  bu  ifadeyle  konuyu  istediği  şekilde  tartışmaya  açamadığını, 

çünkütinsellik  vurgusunun  hiper-ayrımların  aşılmasında  yetersiz  kaldığını 

belirtirken,  son  dönem  çalışmalarında  tinselliğin  yanlış  anlaşılma  riskine  karşı 

animizmi  devreye  soktuğunu  ifade  eder.  Ölümünden  kısa  süre  önce  yayınlanan 

çalışmalarında  “animist-materyalist  tinsellik”gibi  ifadelerle  düşüncesini  açık 

kılmaya  çalışır.  Plumwood’un  hem  arkadaşı  hem  de  iyi  bir  yorumcusu  olan  D.B. 

Rose’a  göre,  animizm,  hiyerarşik  karşıtlıkları  aşma  konusunda  daha  verimli 

olduğu için Plumwood tarafından tinselliğe tercih edilmiştir.   

Mekânın Yarılması  

Plumwoodcu  animist  materyalizmin  anlaşılması  bakımından  bir  diğer  önemli 

konu, yaşam alanlarındaki yarılmadır. Bu bakımdan Plumwood, ekolojik söyleme 

mekân  söylemini  dahil  etmek  gerektiğinin  altını  çizer.Doğanın  parçası  olan 

insanın,  insan  olmayan-canlılarla  ortaklaşa  bir  yaşamı  paylaştığını  görmezden 

gelmesi,  medeniyetin  gelişmesiyle  ilişkilidir  ve  medeniyet  tarihinde  insanın 

kendini doğadan ayırması, mekânın yarılmasıyla gerçekleşir. İnsanın yaşam alanı 

olan  doğanın,  çalışma  alanlarıyla  yer  değiştirmesi,  yaşam  süresinin  bölünmüş 

yapay çalışma mekânlarında tüketilmesi, insanın yaşadığı mekâna ilişkin bağını ve 

farkındalığını  azaltmıştır.  Özellikle  sanayi  devrimi  sonrasında  kapitalizmin 

yükselişiyle,  yaşam  ve  çalışma  mekânı  olarak  iki  konum  belirlemek  yetersiz 

kalmaktadır; artık çoklu mekanlarda yaşamaktayız (Plumwood, 2005; 225).  



83 

 

Bu  şekilde  yaşam  alanına  yabancılaşmak,  mekânda  insanın  kendisinin  de  dâhil 



olduğu  devinime  tanık  olmaya  ve  elbette  mekânın  sorumluğunu  almaya  engel 

olmaktadır.  Lynn  White’ın  dikkat  çektiği  gibi,  öte  dünya  inanışı  ile  dünyayı  bir 

yanılsama  mekân,  gelip  geçici  bir  mesken  olarak  kabul  etmek,  bu  dünyadaki 

yaşamın  önemsizleşmesine,  Nietzscheci  ifadeyle  değerden  düşmesine  yol 

açmaktadır.  Günümüz  teknolojik  dünyası  ise,  gelip  geçicilik  ve  yabancılık 

vurgusunu yüksek hız aracılığıyla daha da artırmaktadır.  

Bununla  birlikte,  Plumwood  bir  taraftan  mekân  yarılmasının  doğa-insan  bağına 

olumsuz  etkilerine  dikkat  çekerken,  diğer  taraftan  mekân  üzerinden  bir  hareket 

temeli oluşturmanın günümüzdeki sakıncalarına da değinmektedir. Küreselleşmiş 

bir  dünyada  yerellik  ve  mekân  vurgusuyla  bir  etik  yaklaşım  ortaya 

koymanınsakıncaları  mevcuttur  çünkü  sahiplenilmiş  mekân,  büyük  ölçüde 

muhafazakâr  yaklaşımların  savlarında  yer  almaktadır.  Bu  noktada,  mekân 

söylemini  kan  ve  toprak  vurgusundan  ayırmak  gerektiği  unutulmamalıdır. 

Plumwood’a  göre  mekân,  kan  ile  bağlı  olunan  değil,  paylaşımla  bağlı  olunandır; 

eşin, yarenin, can yoldaşındır bir bakıma (Plumwood, 2005; 232). Buna benzer bir 

mekân algısı pek çok yerel kültürde olabileceği gibi Avustralya Aborjinlerinde de 

vardır.  Aborjinlerin  düşleme  inanışında  memleket  denen  yer  parçası,seni 

büyütür;  tıpkıağaçları,çiçekleri,  timsahı,  yılanı,böceğibüyüttüğü  gibi…  (Rose, 

1996;  7).  Bu  yer,  bir  hayal  yuva  ya  da  ulus-kültür  bağlamında  bir  ideal  ev 

tasarımıdeğildir.  Yaşamı  sunan,  senin  de  içinde  yaşadığın,  ağacı  büyüttüğü  gibi 

seni de büyüten yerdir.  

Fakat  elbette  söz  konusu  olan,  sadece  kendi  memleketimiz  ya  da  yerel  ölçekte 

bizi  büyüten  bölge  için  değil,  başkalarının  mekânı  için  de  çevresel  bir  adalet 

talebidir. Belki de hiç görmeyeceğimiz mercan resiflerinin, ormanların, canlıların 

sorumluluğunu alarak, yokedilen resifler, kesilen ağaçlar, doğaya bırakılan atıklar, 

soyu  tükenmek  üzere  olan  canlılar  için  adalet  talep  edilmelidir  (Plumwood, 

2008b;  147).  Mekânın  çoğulluğunu  göz  önünde  bulundurarak  ekolojik 

problemlere ilişkin sorumluluk almak, insan ve insan-olmayan, yerel ve küresel ve 




84 

 

hatta  gezegensel  yaşam  mekânlarının  çoğulluğuna  saygıyı  ve  özeni  gerektirir. 



Ekolojik  bir  etik  yaklaşım,  hem  yerel  hem  de  gezegen  ölçekli  olmalıdır 

(Plumwood, 2005; 225). 

Plumwood’un mekân söyleminde üç önemli husus, yaşanan mekâna ilişkin bilgi, 

özen  ve  sorumluluktur.  Ne  kadar  teknolojikleşmiş  olursa  olsun,  yaşadığımız 

mekânların doğasının bilgisine sahip olmadan, ona yönelik özen ve sorumluluğun 

da edimsellik kazanamayacağına dikkat çeker. Doğanın bilgisi, doğadaki devinimi, 

dönüşümü  anlama  ve  açıklama  çabasıyla  ilgili  olduğundan,  ekolojik  söylem  de 

bilimsellik 

hattından 

ayrı 


düşünülemez. 

Fakat 


bu, 

indirgemeci 

bilimyaklaşımlarından  farklı  olarak,  doğadaki  çok-dilliliği  odağa  yerleştiren  bir 

bilimsel  perspektif  olmalıdır.  Doğanın  dilinin  matematikselliğini  vurgulayan 

modern  bilim  karşısında  ekolojik  perspektif,  doğanın  çok-dilli  yapısına  dikkat 

çekmelidir. Doğa monologlar üzerinden kendini gerçekleştirmez; doğanın kendini 

gerçekleştirme süreci karmaşık bağlantılar ile çok-dilliliğe dayanmaktadır.  

Plumwood’a  göre,  bu  çok-dillilik  ancak  animizm  ile  anlaşılabilir;  doğanın  sesleri 

animizm ile duyulabilir. Bu bakımdan bilimselliğe tinsellik katarak sorunları çözme 

önerisinde  bulunan  Plumwood  için  tinselliğin,  ekofeminist  yaklaşımlarda  sıkça 

rastlanan   bilimden  bağımsız  bir  tinsellik  olmadığının  anlaşılması  önemlidir. 

Ekolojik  problemler  ve  doğanın  tükenişine  yönelik  mücadele  için  gerçek 

alternatifler,  yaratılışçılığa  karşı  indirgemeci  bir  bilimsel  yaklaşımda  değil; 

yaratılışçılık  ve  indirgemecilik  karşısında  bu  dünyada  madde  -  tin  birlikteliğini 

savunan  animist  bir  materyalizmde  bulunabilir  (Plumwood,  2009;123).  Bu 

önemlidirçünkü tinsel yaklaşımların bu dünyadan el çekme eğilimine karşı animist 

materyalizm, 

farklı/öte 

dünya 

aramadan,içinde 



yaşanılan 

dünyaya 


yönelerek,doğayı  tanıma-anlamaçabasındaki  bilimsel  keşif  ve  araştırmalarla, 

mekâna ve hatta gezegene ilişkin bilgiye, özene ve sorumluluğa dair bir yaklaşım 

sunmaktadır. 

Plumwood’un  bilgiyi,  özeni  ve  sorumluluğu  temele  alan  ekolojik  yaklaşımı, 

insanın  ölüm  korkusunu  ve  ayrıcalıklı  olma  takıntısını  aşmaya  yönelik  bir 



85 

 

girişimdir. Doğanın tüm öğeleriyle bağlantısallığına ve dönüşümüne dikkat çeken 



ve  bu  bakımdan  da  ölümün  bir  son  olmadığına,  ölüm  yerine  yaşama 

odaklanmaya yönelik bir girişim…Plumwood’un animist ölümü, yaşama dâhil olan 

ölümü  bir  takıntı  olmaktan  çıkararak,  farklı  olanların  bu  dünyadaki  birlikteliğine 

dikkat  çeker.  Rose  bu  birlikteliği  ve  bağlantısallığı,  bireylerarası  bağ(ım)lılık 

(interdependence)  olarak  ifade  eder  (Rose,  1996;  12).  Bu  bağ(ım)lılık,  insanın 

hangi  üstün  özelliklerle  hayvandan  ayrıldığını  sormak  yerine,  farklı  canlıların 



birbirlerine  bağ(ım)lılığıyla,  insanı  insan  yapan  şeyin  ne  olduğu,  insan-olmayan 

canlıların  insanın  ayırt  edici  özelliklerinin  oluşmasına  katkısının  ne  olduğu 

sorusunu sormaya imkân verir.  

Animist  materyalizm  ve  bireyler-arası  bağ(ım)lılık,  ben  ve  ötekinin  aynı  yaşama 

dokunduğunu;  ve  ölüm  ile  bir  ayrılmanın  değil,  bir  dönüşümün  gerçekleştiğini 

vurgular.  Bu  vurgu  önemlidir,  çünkü  ölümü  korku  yüklü  bir  takıntı  olmaktan 

çıkarıp, bu takıntıyla perçinlenen sonsuzlaşma çabası ve egemenlik hırsını geride 

bırakarak,her  bireyin  bir  biçimde  birbirine  katıldığı,  birbirini  dönüştürdüğü  bu 

yaşama,  dolayısıylabu  dünyadaki  “iyi”  yaşama  ve  adalet  talebine  odaklanmaya 

çağırır.  

 

 



 

 

 



 

 

 



 


86 

 

Kaynakça 

Diehm,  C.  (2008).  “Staying  True  to  Trees:  A  Specific  Look  at  Anthropocentrism  and  Non-

anthropocentrism”, Environmental Philosophy 5, p.3-16. 

Merchant, C. (1989). The Death of Nature, Harper Collins Publishers. 

Plumwood, V. (1986). “Ecofeminism: An Overview and Discussion of Positions and Arguments”, 



Australian Journal of Philosophy 64, p. 120-138. 

Plumwood,  V.  (1991).  “Nature,  Self  and  Gender:  Feminism,  Environmental  Philosophy  and  the 

Critique of Rationalism”, Hypatia vol.6. 

Plumwood, V.  (2003). Feminism and the Mastery of Nature, Routledge Press. 

Plumwood, V. (2005). “Place, Politics, andSpirituality: An Interview”(by ThomvanDooren), Pagan 

Visionsfor a Sustainable Future, Llewellyn Publications, p. 221-253. 

Plumwood,  V.  (2008a).  “Tasteless:  Towards  a  Food-Based  Approach  to  Death”,  Environmental 



Values 17, p. 323–330. 

Plumwood,  V.  (2008b).  “Shadow  Places  and  the  Politics  of  Dwelling”,  Australian  Humanities 



Review, Issue 44, p. 139-150. 

Plumwood,  V.  (2009).  “Nature  in  The  Active  Voice”,  Australian  Humanities  Review,  Issue  46, 

p.113-129. 

Rose, D. B.. (1996). Nourishing Terrains, Australian National University Press. 

Rose, D. B. (2013). “Val Plumwood’s Philosophical Animism: Attentive Interactions in the Sentient 

World”, Environmental Humanities, p. 93-109. 



Yüklə 118,68 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə