60 / Doç. Dr. Kadir POLATER
EKEV AKADEMİ DERGİSİ
indirseydik, kendileriyle ölüler de konuşsaydı ve her şeyi karşılarında (hakikatın şahid-
leri olarak) toplasaydık, Allah dilemedikçe yine de iman edecek değillerdi. Fakat onların
çoğu bilmiyorlar.” (En’âm, 6/111)
; “Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı
çıkmaya koyulsalar, yine “Gözlerimiz döndürüldü, biz herhâlde büyülenmiş bir toplumuz
derlerdi.” (Hicr, 15/14-15)
Ehl-i Kitap da Hz. Muhammed’in (sav.) peygamber olduğu hakkında Tevrat’tan sahip
oldukları yakîni bilgiye rağmen onu inkâr etmişlerdi (Bakara, 2/89). Hz. Muhammed
(sav.) hakkındaki bu yakînî bilgi, “onların, evlatlarını (Bakara, 2/146) ve babalarını tanı-
dıkları gibi onu da tanıdıkları” (En’âm, 6/20) şeklinde dile getirilmektedir. Ebû Tâlib’in
küfrü de böyledir. O, Hz. Muhammed’in doğruluğu hakkında hiçbir şüphe taşımazken,
cahiliye kibri onu tasdikten engellemişti (İbn Kayyim, I, 347). Bu durumda iman bir gâye,
yakînî bilgi ise ona iletecek vasıtadır. Gâyeye ulaştırmayan vasıtanın bir değeri olmadığı
gibi, imana ulaştırmayan bilginin de bir kıymeti yoktur. Nitekim, yakîn sahibi olarak
nitelendirilen kimselerin (mûkinûn/mûkinîn), “imana ulaşmak amacıyla kesin bilgi talep
eden kimseler anlamı” taşıması da (Mesela bkz. Taberî, 2000: II, 557; Râzî, t.y: IV, 22;
Beydâvî, t.y: I, 84.) yakînî bilginin iman için vasıta oluşunun bir ifadesidir.
Tasdik, bazen başkasına ait söz veya görüşlere aklî ve naklî bir delil olmaksızın bağ-
lanmak suretiyle de gerçekleşir. Bunun neticesindeki iman, taklîdî bir imandır. İmanın
yakînî olması içinde delillere dayanması gerekir (Nesefî, I, 50-52; Tahânevî, I, 500). Gaz-
zâlî ise şer’î bir hususu yalnız dinlemek suretiyle kesin olarak tasdik edip bunun zıddı bir
durumu asla akla getirmemeyi “yakîne yakın olan tasdik ve itikad” olarak isimlendirir
(Gazzâlî, I, 72).
İman, tereddüt kabul etmeyen bir tasdik olduğu için onun deliller üzerine inşa edilmiş
olması son derece önem taşır. Delillerle elde edilen yakînî imanın aksine, galip zanna
ve taklide dayanan bir imana bazen şüphelerin ilişmesi ve böylece bu şüphelerin insanı
inkâra götürmesi muhtemeldir (Isfahânî, 1983: I, 88). Nitekim, tefekküre davet eden çok
sayıdaki âyet, güçleri nispetinde imanî konularda istidlâlin insanların önemli bir görevi
olduğunu ortaya kor.
İmanın tasdik olduğu konusunda görüş birliği içinde olan itikadî mezhepler, istidlâle
dayanmayan taklidî bir tasdikin iman vasfı kazanıp kazanmadığı konusunda farklı ka-
naatlere sahip olmuşlardır. Nitekim Mutezile bilginlerinin çoğu ve İmam Eş’arî, imanın
rüknü olan tasdikin, istidlâle dayanması konusunda aynı görüşü paylaşırken, diğer Eş’ar’î
bilginleri, Mâturidîler, Ebû Hanîfe (ö. 150/767), Süfyân es-Sevrî (ö. 161/778),
Mâlik (ö.
179/795),
Evzâî (ö. 157/774),
bütün fukahâ ve hadîs âlimleri; mukallidin imanının sahih
olduğu, fakat farz olan istidlâli terk etmesi sebebiyle günahkâr olduğu konusunda bir-
leşmişlerdir. Mutezile, bu farzı terk eden o kişinin mümin olmamakla birlikte kafir de
olmadığını, bu sebeple “menzile beyne’l-menzileteyn” konumunda olduğunu savunur.
Mutezile ve İmam Eş’ari (ö. 330/941), tasdikin istidlâle dayanması konusunda ittifak
etmiş olmakla birlikte, tasdikin mahiyetinde farklı düşünmektedirler. Buna göre Mutezi-
le, imanî her bir meseleyi, itirazları bertaraf edebilecek şekilde delilleriyle bilmenin ve
61
KUR’AN’A GÖRE BİLGİ-İMAN İLİŞKİSİ VE YAKÎN KAVRAMI
tasdikin böyle bir bilgiye dayanmasının zarurî olduğu görüşündedir. İmam Eş’arî ise, ki-
şinin tasdik ettiği şeyin doğruluğunu sadece aklının yardımıyla bilmesinin yeterli olduğu
görüşündedir (Nesefî, 2004: I, 38-44; Sâbûnî, 1969: 1969: 154).
Daha önce de belirttiğimiz gibi, mantıkî açıdan yakînî bilgi ya zarurî veyahut da istid-
lâlî olur. İman ve tasdik açısından ise, Râzî (ö. 606/1209) ve Beydâvî’nin (ö. 685/1288)
tanımlarda da yer aldığı gibi, yakînî bilginin zarurî değil, istidlâlî olması gerekir. Bu ise şu
gerekçeye dayanmaktadır: İnsan, dünyaya imtihan için gönderilmiştir. Bu imtihanın esası-
nı ise gaybe iman oluşturur. Gayba âit konulardaki delillerin hepsinin müşahede edilecek
şekilde apaçık olarak ortaya çıkması durumunda ise ihtilaf ortadan kalkar, düşünmeye ve
istidlâle ihtiyaç kalmaz (Zerkeşî, 1994: 1994: I, 81; Nesefî, 2004: I, 39). Bu durum, aynı
zamanda kişinin, tasdik ve imandan başka bir şeye artık kudretinin kalmaması, bir başka
ifadeyle imana mecbur bırakılmış olması demektir (Râzî, t.y: XXVII, 93. Bu konuda bkz:
En’âm, 6/30; 6/158; Mü’min 40/84-85). Buna göre imtihanın bir manası kalmaz. Gayr-i
ihtiyarî bir niteliğe sahip bu tasdik, sadece ilahî azabı uzaklaştırmaya yönelik bir gâye
taşır (Mâturidî, V, 268).
Gaybın, müşahede edilecek duruma gelmesinden sonra imanın fayda vermeyeceği
(Nesefi, 2004: I, 39) ile ilgili âyetlerden bazıları şunlardır: “Suçluları Rablerinin hu-
zurunda, başları öne eğilmiş olarak: “Rabbimiz! Gördük, dinledik, artık bizi dünyaya
geri çevir de iyi iş işleyelim; doğrusu yakînen inandık” derlerken bir görsen!” (Secde,
32/12); “Bize geldikleri gün neler görüp neler işitecekler! Ama zalimler bugün apaçık bir
sapıklık içindedirler.” (Meryem, 19/38).
Mahşerde hakka sırt çevirip onu inkâr edenlere
aşağılayıcı bir üslupla şöyle hitap edilecektir: “Andolsun sen, bundan gaflette idin; biz
senin perdeni kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir.” (Kaf, 50/22).
İmanî konulardaki haberlerin gayba ait olması, bunların doğruluğunun ispat edileme-
mesi anlamına da gelemez. İnsanlar, sahip oldukları zeka ve kavrayış gücü bakımından
farklı olsalar da kendilerine göre istidlâl yapma imkânına sahiptirler. Allah’ın varlığı-
nı tanıma hususunda insanların istidlâle yeteneği olduğuna, Hz. İbrahim’in güneş ay ve
yıldızlar üzerinde yaptığı istidlâl ile dikkat çekilir. (En’âm, 6/76-79). Eserden müessire
doğru yapılan bu istidlâlin yakînle ilişkisi, daha önce geçen şu âyetle ortaya konulur: “Bu
sûretle İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki yakîn hâsıl edenlerden
olsun.” (En’âm, 6/75).
Peygamberlere verilen mucizeler de insanlar için bir tür istidlâl tarzıdır. Bu kimseler,
şahit oldukları veya tevatür yoluyla öğrendikleri bu mucizelerden hareketle, peygamber-
lerin doğruluğunu anlayabilir ve onların kendilerine tebliğde bulundukları şeylerin hak
olduğuna kesin kanaat getirebilirler (Nesefî, 2004: I, 50-52).
Hakkı tebliğ eden kimselerin üstün ahlâkı, onların tebliğlerinin ahlâk ve fıtrata uy-
gun olması konusunda yapılan araştırmalar ve bunun sonucu ulaşılan kanaat de tasdik
açısından bir istidlâldir. Nitekim, Hz. Muhammed (sav.)’in doğruluğu, Kur’an’ın verdiği
mesajların ahlâkî niteliği, onun peygamberliğine yeterli bir delil olarak kabul edilmiştir.