Yaratilişin hedefi


ÜÇÜNCÜ KONUŞMA: EKOL VE DÜNYA GÖRÜŞÜ



Yüklə 79,75 Kb.
səhifə3/5
tarix17.11.2018
ölçüsü79,75 Kb.
#80298
1   2   3   4   5

ÜÇÜNCÜ KONUŞMA:



EKOL VE DÜNYA GÖRÜŞÜ


Daha önce söylediğimiz kimi kavramlar bu noktada açıklanmağa muhtaçtır.

Kamil toplumsal bir ekol ve dürüst bir ideoloji, hem felsefi ve düşünsel bir sistematiğe hem de bir imana muhtaçtır.

Düşünsel ve felsefî bir sistematik ise, dünya görüşünün sağlıklı ve sağlam olması, mantıksal yaklaşımların kendine özgü delillerle donanmış olması anlamınadır. Çağdaş deyimiyle, sistematik olmalı ve bir iman sahibi olmalıdır. Bir başka deyimle hedeflere, bireysel ve kişisel hedefler-üstü olgu ve hedeflere gönülden bağlılık, sevgi ve aşk oluşturmalıdır. Kimi toplumsal ekollerin, özellikle de çağdaş toplumsal ekollerin, Egzistansiyalizm (varoluşçuluk) gibi ekollerin eksiği, ideoloji iyi imandan yoksun oluşturmak istemeleridir. İnsanın ona aşk duyacağı ve vakıa olarak insan tapmasını gerekli kılacak birey üstü işlerden yoksun, düşüncelerden yoksun salt ve kupkuru felsefi temeli üzerinde ideolojiyi oluşturmak isterler ki bu oluşturma değildir. İnsanın gönül den bağlılık ve aşkının temeli olan imandan yoksun kuru bir felsefe temeli üzerine oturtulan bir ideoloji, insanın kamil anlamda ideolojisi değildir.

Kimi zamanlar bir dönüşüm gözlenir. İdeoloji de iman yerine hayal ve hayal gücüne dayanma esprisi oturtulmak istenir. Çünkü ideolojinin bir imana, daha üstün bir hedefe iman etmeğe muhtaç olduğu ve imandan yoksunluğun boşluğu o anlar da hissediliyordur.

İdeoloji, imanı içermek zorunda olan bir olaydır. İmanı içermek zorunda olan bir şey! İmanın içerdiğiyse kutsal olmak zorundadır. Eğer ideoloji bir imanı içermezse, salt düşünsel bir sistem olursa, bizzat kendisi imanın, yani içten bağlılık ve aşkın yerini almak isterse bu tutumun hiçbir biçimde mantıksal bir temeli yoktur. Bu ise, ideolojinin zorbalıkla uygulanmasının telkini anlamınadır ki, bu da mantıkla bağdaşamaz.

Şimdi daha önce belirttiğimiz kimi sözleri hatırlayalım. Ekol, pratik-düşünsel bir sistemden ibarettir. Salt teoriye dayalı, teorik bilimlerle bağlantılı bir düşünsel sistem değildir.

Bizim felsefi terminolojimize göre; teorik düşünsel sistem, var olan şey üzerindeki düşüncedir. Varsayınız ki Aristo fiziği bir teorik düşünce sistemidir diyoruz. Bu var olan şeyin nitelik ve niceliği hakkındaki düşünce anlamınadır. Eğer desek ki, Newton'un fiziği teorik bir düşünce sistemidir, bu da var olan şey hakkındaki düşünce biçimi anlamına gelecektir.

Fakat pratik düşünsel sistem ise, olması gereken hakkındaki düşünce biçimidir. Eskiler Hikmet kavramı; teorik ve pratik hikmet diye ikiye ayırırlar.

Teorik hikmet, var olan şeyler hakkında sağlıklı bir algılamağa kavuşmaktır.

Pratik hikmet, olması gereken hakkında sağlıklı bir algılama sahibi olmaktır. İşte bu noktada ekol; pratik düşünsel bir sistem, olması gereken hakkındaki düşünsel bir sistemdir. Gündemde olan şudur: Nasıl güzel olabilir? İnsan, nasıl olursa iyi olur? İnsan, birey ya da toplum olarak nasıl olmalıdır? Bu konumda toplumsal bir ekol, tek bir toplumsal ve düşünsel sistemden ibarettir. Tek düze gelen fakat uyumsuz olan düşünceler topluluğu ekol değildir. Ekolün bir şartı da bir tezgah biçiminde olmasıdır. Bir sanayi tezgahı nasıldır? Tezgah; bir baştan öbür başa, her biri kendi konumunda belirli bir işlevi yerine getiren sistemdir. Bir fabrika bir tezgahtır, çünkü her birimin yüklenip yerine getirdiği bir görevi vardır. Ve bunların tümü tek bir hedefi oluştururlar. Bu nedenle, işte bu nedenle farklı düşünceler mozaiği ekol değildir. Çünkü bir “teklik” bir “tezgah” oluşturamazlar.

Uyumlu düşünceler toplamı, pratik yaşamla yani olması gereken ve gerekmeyenlerle bağlantılıdır. Bir ekol «teorik düşünceler»e dayanabilir. Ya da bu teorik düşünceler o ekolün ruhu sayılabilir. Bu da mümkündür. İşte bu nedenle biz diyoruz ki; daha önce belirttiğimiz temellere dayanan her ideoloji bir dünya görüşü temeli üzerine oturmuştur. Öte yandan dünya görüşünün kendisi, dünyaya var olduğu biçimiyle bakmaktadır. Oysa ideoloji, insana olması gereken biçimiyle bakmaktır.

Bu ekolün mayası ve temeli; her şeyi bir tezgah ve tek bir vücut biçimine getirmiş olmasıdır. Diğer detaylar baş, organlar ve el hükmündedir. Kimi zaman ekolün konağı vücuda giden son derece basit bir kıldır. Gerekli, gereksiz, vacip, mustehab... vs. ayırımı gibi.

Bir taraftan ekolün dünya görüşü, bakış açısı ve varlık hakkındaki değerlendirme sistemi, diğer taraftan «ideal oluşturucu» olan bir tek düşünce ancak ekolün ruhu olabilir. İşte bu nedenle diyoruz ki ideoloji; hem felsefî hem de imanı bir temele sahip olmak zorundadır.

Felsefi temel, var olan her şey hakkında kanıtlarla ispatlamayı gerekli kılan mantıksal bir temel ama aynı zamanda ideal bağışlayan, ideal oluşturanda olmalıdır. Yani iman ve idealin konumunu doldurabilecek şeyler arz etmesi gerekir. Yani insana bir sevgili azletmeli ve insanı o sevgiliye doğru harekete geçirmelidir. Hem felsefe olmalı hem de ahlakî ve toplumsal bir ideal! Dünya görüşünün dinamik ve harekete geçirici gücü, ideal oluşturucu oluşunda yatar. Salt kuru ve idealden yoksun bir dünya görüşü dinamik ve harekete geçirici olamaz. Yıldız-bilim, konularını bize arz etmekle evrende var olan bir sistem hakkında bilgi sahibi oluyoruz, o kadar! Başkada bir bağlantımız yok. Çünkü, yıldızın o konumuyla var olup olmamasına bizim insanî yaşam ve hedeflerimiz açısından bir etkisi yoktur. Ama buna karşın bir ekolün sunduğu şeyde insan için büyük idealler gizlidir.

«Tevhid» böyle bir özelliğe sahiptir. Bir taraftan var olan ve varlık hakkında görüş ve bakış açısı sahibi olan bir dünya görüşü felsefesinin mayası ve temelidir. Diğer taraftan bir ide ve ülküdür. «La ilahe illallah» kelimesinin birinci bölünü olan «La ilahe» inkar cümlesinde ide mefhumunu, «illallah»ispat cümlesinde ise varlığın asıl mefhumunu açıklar.

Bizim eski alimlerimiz derler ki; tevhid bir kaç kısımdır. Zatta tevhid, sıfatta tevhid, fiillerde tevhid ve ibadette tevhit. Zatta tevhid; Allah’ın eşi benzeri olmadığına imandır. Sıfatta tevhid; Allah'ın zatının sıfatları diğerlerinin sıfatlarına aykırı iken sıfatları birbirine aykırı değildir. Aynı yoğunluk ve vahdete sahiptir. Tüm kemaller bu yoğunluk ve vahdete doğrudur. Fiillerde tevhid de böyledir. Tüm bunlar felsefi ve teorik düşünceler gibidir. İbadette tevhid ise; böyle olan Allah'a tapmak gerekir ve O tapmağa layıktır ve O'na tapmak insanın ruh derinliklerinde kök salmıştır.



«Peki onlar Allah'ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa yerlerde ve göklerde her ne varsa istese de istemese de - O'na teslim olmuştur ve O'na döndürülmektedir.» 20

Yaptığımız ibadet; bir teslim olma ve tüm varlıkta var olan tekvini ibadetin ihtiyarî bir uygulamasıdır.



«Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ı tesbih etmekte. O Azizdir Hakimdir.»21

«Göklerde ve yerde her ne varsa Allah'a secde ederler.»22

«Göklerde ve yerde olanların hepsi Melik (her şeyin yaratıcısı, yöneticisi ve tek hakimi) Kuddus (her tür eksiklikten uzak, tertemiz ve kutsal) Aziz (üstün ve güçlü, izzetin tek sahibi) Hakim (hüküm ve hikmet sahibi) olan Allah'ı tesbih etmekte dir.»23

İşte bu nedenledir ki; ibadette Tevhid olarak sayılan her şey, insanın ideali, biricik ideali olma hakkına sahiptir. O zat biricik olduğu ve eşi benzeri olmadığı gibi... Zatında terkip bulunmadığı gibi... Evrenin yegâne başlangıcı O olduğu gibi. İnsanın tek mabudu ve beşerin tapmasına layık tek olduğu gibi. İşte bu nedenle diyoruz ki; Tevhid iki özelliğe sahiptir. Bir taraftan varlık hakkında bir görüş, bakış açısı ve düşünce iken, diğer taraftan insan için bir idealdir.

Fakat, örneğin Marksizm böyle değildir. Marksizmin dünya görüşü maddeci bir dünya görüşüdür. Maddeci dünya görüşü; varlık hakkında bir bakış ve değer kabulleniş türüdür, yani bir tür varlık felsefesidir. Doğal olarak bu varlık, yaşam ve yaşamda etkisi olan bir varlıktır. Ancak bir ideal değildir. Materyalizm insanlığa asla bir ideal sunamaz. Marksizmîn sunduğu ideal ekonomik açıdandır, madde açısından değil. Yani ekonomik Marksizm insanlara bir ideal sunmaktadır. Ancak ne var ki, bu ideal de insanlığın ideali değildir. İnsanın ve yoksun sınıfın çıkarını bir ideal gibi insanlara sunarak diyor ki; “Ey yoksunlar sınıfı! Haklarınızı ele geçirmek için çabalayınız!” Bu da bu kadarcık! Bu nedenle de Marksizm, ideal oluşturma ve ideoloji açısından eksiktir. Çünkü bu ideal insan hedefe ulaşıncaya değin geçerlidir. Hedefe ulaşınca nasıl olacaktır? Marksizm ne olacaktır? Buna da çabuk ulaştı. Egemen sınıf despotluk ve güç noktasından devrildi mi, bu ideoloji ve hedefin sonu da gelmiş demektir.

İşte bu noktada hedef, kutsal bir hedef olma boyutuna ulaşamaz. Maddi bir hedef, yüzde yüz maddidir ve insan ötesine geçemez. Bu nedenle de,bu ekoldeki fedakârlıklar mantıksız ve kendi ideallerine karşıt olacaktır. Bu ekol, kendi çıkarını elde etmeye çabalar. Kişi, bu çıkarı için tüm varlığını elden çıkaracak ölçüde fedakarlık yapar. Peki,bu ne tür bir hedeftir ki, birey, kendini onun için gözden çıkarsın?

Marksizmin kendisi bir ideal değil, gerçekte ,idealsizliktir. Bireysel içgüdülere, istek ve eğilimlere dönüştür. Yani dünya görüşünün mayasını oluşturan temel dinamizm, bireysel yada toplumsal bir hedef veya ideal değildir.

Marksist güç, zincir ve bağların parçalanıp dağıtılması doğrultusundadır. Bu noktada Marksizm,tüm genel yaşamsal' olaylar, doğru olmayan bir yolla da olsa politik, ekonomik, ahlakî ve sosyal bir boyuta yönlendirecek bir güce sahip değildir. Bu yapısıyla Marksizm; «Adalet» ve «Ahlâk» kavramlarını özgün anlam ve içerikleriyle elde tutamaz.

Bir başka deyimle neden-sonuç ilişkisinin biçimi bir ekolün bünyesini oluşturur. Neden-sonuç ilişkisinin de en etkin faktörleri de hedef ve idealdir. Bu faktörler ekole dünya görüşü kazandırır. Ekole böyle neden-sonuç ilişkisine dayalı bir ruh veren herhangi bir dünya görüşü idealsiz olamaz.

İnsan yapıcılıkta geleceğe bakar, hale ve geçmişe bakmak. Dünya nedir, nasıl olmuştur? esperisinin, benim eğilimlerime göre oluşturmak istediğim ideal dünyayla ne ilişkisi ve bağıntısı vardır? Bir diğer deyimle: Salt felsefe, dünya görüşlerini birbirine karşıt iki pozisyondan kurtarmağa yeterli değildir. Bir dünya görüşü insana sorumluluk yüklerken, diğeri yüklemeyecek... Felsefe bu çelişkiyi gideremez.

Tevhidî dünya görüşü, tevhidî olmayanların aksine sorumluluk getirici ve yükleyicidir. Diğer dünya görüşleri, örneğin Varoluşçuluk (Existansiyalizm),nasıl bir sorumluluk oluşturmak ister? Düşünce yeterli bir boyuta ulaşmıyor. Bu dünya görüşünün sorumluluktan dem vurmasının, onu gerekli görmesinin bir temeli ve üssü yoktur. Bu ekolün temelinin nerede olduğu bilinmez. «Ben kendimin sorumlusuyum. Özgür olduğum için. Bu özgürlük ise, başkasının hatalı oluşu esprisine dayalıdır. Eğer zorunlu olarak kendimin hatalılığını hissetsem, bu durumda ben kendim değil, bir başkasıyım.» Pekî; ben yüzde yüz özgürsem, bu ne tür bir özgürlüktür? Doğal olarak bu ekolün tanımladığı özgürlük, özgürlük olmaktan çok yüzde yüz yanlışlıktır. Çünkü özgürlükle belirttiği şiarlar var olmalıdır.

İnsan iradesinin tam anlamıyla özgür olduğu,her şeyle bağlantısız ve ilişkisiz olduğunu kanıtlamak isterler. Bu iddia çok büyük bir iddia olmaktadır. Özgür olduğumu, hiçbir determinenin (cebrin) bende etkin olmadığını ve insan doğasının gerektirdiği hiçbir şeyin var olmadığını varsayalım. Çevre baskısı ve ilahî cebir de yok! Ve ben, mutlak anlamda özgürüm. Ekolün deyimiyle, öyleyse «ben kendimin sorumlusuyum.» Bu deyim aynı zamanda,«bende hastalık gerektirici hiçbir faktör yoktur,» anlamındadır da: «Eğer mutsuz olursam kendim suçluyum.» Peki bu anlamıyla sorumluluk başkalarına karşı da var mıdır? «Ben seçeneklerimden sorumluyum,» diyebilir miyim? Yani bir varlık seçeyim ki, başkalarının da çıkarına olsun. Bu görüş,başkalarının sorumluluğunu da bana yüklemek istiyor. Böyle bir sorumluluk duygusu bende nereden oluşuyor ki? Eğer, «ben diğerlerini etkiliyorum» denilse! Diyelim ki, öyledir. İyi ama, sorumluluk bu değil ki!..

İlk olarak diğerleri de özgürdür. İşte bu nedenle mutlak özgürlük, başkalarına karşı sorumluluk duygusunu geliştirmez ki...

Bu biçimiyle tanımlanan özgürlükte tüm anlamlar da belirginleşmez. Derler ki; «ben özgürüm ve kendi kendimin sorumlusuyum. Seçtiğim her yol,onu iyi bildiğimdendir. Benim bu yolumu seçiniz...Böylece kendi yoluma bir genellik kazandırıyor ve diyorum ki, bu yol güzeldir. Salt benim için değil;diğerleri için de güzeldir. Öyleyse diğerlerini de bu yola çağırıyorum.»

Öte yandan deniliyor ki, «herkes özgürdür.» Buna göre, diğerlerinin iradelerine dayalı seçimlerine bir başkasının etki etmemesi gerekir.

İkincisi - Bu anlayışı kabul ettiğimizi varsayalım. Bu anlayış; «İnsanlara dilinizden başka da çağırıcı olunuz.» esprisine değin doğrudur. Çünkü «yaptığım işi iyi görüyorum ve pratik olarak başkalarını da teşvik ediyorum» anlamınadır. Bu sıralama esasına dayalı olarak, öyleyse «ben başkalarının seçimini da etkiliyorum» demektir ki, bu seçime yapılan etki, vicdanımda sorumluluk duyuyor olmamdan farklı bir olaydır. Çünkü önce bu sorumluluğun vicdanımda oluşması ve onu duyumsamam gereklidir. Bu sorumluluk ise, başkalarının mutsuzluğuna neden olabileceğimi algılamamdan öte bir şey değildir. Peki, «bu sorumluluğu bende kim oluşturuyor ki, amel etmeyeyim» ve diyeyim ki «ben sorumlu olduğum için yapmıyorum?» Kimin sorusuna muhatabım? Acaba Allah mı vardır ki sorsun?Derler ki yok. Acaba vicdan mı? Derler ki yok. Peki kim?



Tevhidi dünya görüşü; «İdeal oluşturucu», «Yükümlülük getirici»; «Sorumluluk yükleyici» olduğu için hidayete erdiricidir. Tevhidin bir diğer özelliği de Hidayete erdirmektir. Yani insana, hedeflerin yolunu aydınlatan bir yol göstermektedir. «Mutluluk sevinç bağışlayıcı», «gönül ısıtan» ve «fedakar kılanadır da...

Allame Tabatabaî'nin deyimiyle, tüm öğretilerin unsurlarından bir unsur olabilir. Yasağın aslı, aslî bir çelişkidir. Son aşamada analize tabi tutulduğunda tüm yargıların kaynağı olmaktadır. Bu kaynak olmaksızın hiçbir ilkeye inanma oluşamaz veya en azından hiçbir ilkeye inanış, bu ilkeye muhalif bir ilkeyi inkârı gerektirmez.

Bu köktencilik Tevhide, su gibi tüm düşüncelerin kökünü sulama, kan gibi tüm bedene ve hücrelere azık ulaştırma ve ruh gibi tüm vücutlara yaşam ve ayakta durmayı bağışlama ve o ekolün dinamik gücü olma yetkisi verir.

İdeal konusunda Sartre’in bir sözü var: İnsan hiçbir sınırda statikleşemez. Hep sınırlarını kırıp geçirmek ve yöntemleri değiştirmek noktasındadır. Değiştirdiği noktaya ulaştığında, bir başka hedefi gözetmek ve böylece ileri gitmek pozisyonunda olmalıdır insan. Bu anlamıyla hareket; işin başın da hedef ve idealden yoksun olarak başlar: Ancak sürekli devingen bir yapıdadır. Örneğin; yolda yürüyen bir adam ufkun bir kısmını görürken sonrasını göremez. Yürüdükçe biraz daha ufuk görüş alanına girer. Yürüyüş bu şekilde devam eder. Ancak içinde bulunduğu anda, son hedefi aydın bir yaklaşımla «nihaî hedef» bilmez. Çünkü, sabit bir noktaya ulaşmak istemez. Ona göre, nihaî hedef noktası ölüm noktasıdır.

Oysa Tevhide göre hedef, daha işin başında apaçık olduğu gibi, sonsuzdur da. Bu ise olağanüstü bir değerin ifadesidir. Çünkü; hedefin kendisi sonsuzdur ve insan için sürekli bir tazelik arzeder, asla eskimez.

Öte yandan her dünya görüşü, bir ekolün ruh ve mayası, ideali ve dinamik gücü olma yetkisine sahip değildir. Bu ister hedef ve amaç tespiti, ister sorumluluk oluşturma açısından olsun, böyle... Yani, bir dünya görüşü, öz olarak, hem «dinamik güç»hem de «sorumluluk getirici» olmalıdır. Özgün yapısı ve özellikleri açısından da hem yol gösterici ve hidayet edici, hem de hedeflere ulaştırıcı olmalıdır. Hem «sevinç-mutluluk» bağışlamalı hem de «fedakarlık» aşılamalı. Hem yemek gibi, bünyenin her yerine ulaşacak özelliğe sahip olmalı, organların tümünü yaşatmalı. Hem tüm sorunların temeli üzerinde analiz edildiği bir etkinlik ve erke sahip olma İnancımıza göre tüm bu özellikleri bünyesinde barındıran yegâne dünya görüşü Tevhid'dir.




Yüklə 79,75 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə