Yaşadiğim yillarda – İLİÇ



Yüklə 6,36 Mb.
səhifə3/6
tarix12.10.2018
ölçüsü6,36 Mb.
#73175
1   2   3   4   5   6

İliç Belediyesin önünde bayram günleri bayraklar asılır ,okulda süslenir bayraklar, balonlar, işlemeli kağıttan süslerle, bezeklerle bir güzel olurdu.Okulda ayrıca müsamere yapılırdı. Ben hiç katılamadım, ama güzel olurdu, aileler hep izlerdi , bol bol alkış yaparlardı. Çarşıdaki esnaf da sopa ucunda kapıya bayraklarını asarlardı. Devlet daireleri, karakolda da bayrak asarlardı. Kör Ahmet dayı 24, davul çalardı, o davulun seside hep aynı olurdu dıp dıp dıba dıp hiç değişmezdi. Herkes giysilerini biraz daha düzgün olanlardan giyer, bayram alanı olan okulun önüne giderdik. Komutan bey, Muhtar emmi de olurdu, Başöğretmen ve diğer öğretmenlerde töreni yönetirlerdi. Toplanan halka o günün önemini anlatılırdı. Kaymakam Bey ve Belediye Reisi Tiryaki Nuri Efendi, konuşur arkasından alkışlar gelirdi. Sonrada okul çocukları şiirler okurdu, onları da alkışlayan izleyiciler tören biter dağılırdık.
Ramazanda da davulu Kör Ahmet Dayı çalardı sahurda bizleri o sesle kaldırırdı. Zaten her kez o davulun sesini bilirdi. Bazende Ahçı Hakkının oğlu Fikri gırnata çalardı, daha da güzel olurdu hep pencereye koşardık uykulu gözlerle o manileri , türküleri dinlerdik. Ramazan ayı bir başka güzel olurdu İliç de , Ramazanda ve kandillerde, bayram arifelerinde bazı aileler Paçuk yapar kalbur içine peştemalla sarıp koyar cami önünde dağıtılırdı. Tabiiki o paçuk kokusu etrafa yayılır, içi gıgırdaklı, üstü yumurtalı ve üstü safran çiçekli (24a), boy otlu olanlar ve de sütle yuğrulanlar, rengi beyazlar daha çok tercih edilir. Paçuk kapma yarışı başlardı, bu güzellikler çocukları çok mutlu ederdi. Komşular bir birlerini iftara davet eder yemek sonrası dualar olurdu. Çaylar içildikden sonra abdest alıp çoluk çocuk genç, ihtiyar hep beraber teravi kılınır. Camiye giderken hep gülüşler olur bazı çocuklarla bastonlu dedeler arasında laflar atılır:

-Dede dede nereye?

-Camiye- bende gelem mi?

-Gel ama dırtlamayasın.

der gülüşürler.

Çocuklar eve büyükler aşağı kahveye sahura kadar hediyeli tonbala oynanır, ama ne oyun, Allahım sırf kahkahalarla geçerdi. Sahur ne çabuk olurdu bilinmezdi. Ramazanda oruçlu iken halsiz kalan çocuklarını sırtlarında taşırlardı. Hele akşama iftara az kala toprak bacalarda, zaman geçmez, Cigara tiryakileri ellerinde tabakadan sardıkları tükürükle yapıştırdıkları cigara ve muhtar çakmağı ile bekler, çocuklar lokum, şeker, helva vs.ile ellerinde caminin minaresindeki şerefeye bakılır müezzin çıktı mı, hala duruyor mu,etrafa bakıyor, ezanı okumuyor baksana , yok gecikti, yok unuttu, müezzinin saati arpayı az yediğinden geri kalmış. Zincirli , köstekli cep saatlerine durmadan bakılır, kafa sallanır müezzinne olmadık sözler söylenir. Ezan okununca herşey unutulur bacadan hızla inilir doğru sofraya koşulur. Önce ortaya konan tasta çorbaya hep beraber kaşık sallanır. Annem bazan evde müsait olduğun da bizlere ramazanda halbur hurması deriz, yani kalbura bastı yapardı tereyağlı ve şekerli, şeker yoksa pekmezli , çayla çok güzel olurdu. Sahurda, oruç tutmasak da ana beni kaldır sahura derdim. Gaye oruç değilde halbur hurması yiyek diye. Bazı aileler vardı Alevi veya Ermeni asıllı onlarda Ramazana çok saygı gösterirlerdi. Bizlerle beraber aç kalırlardı, çok iyi komşulardı, herşeyde paylaşım ve beraberlik vardı. 

İliç Ardıçlığın Tepesine yaslanmış, önüne de bağları bahçeleri, tarlaları almış şirin Fırata kadar yeşil. Karşı taraf ise ancak dere kenarlarında yeşillik var. Kalan yerlerde nerdeyse ot bile olmaz, bir Anadolu ilçesi. Tek bağlantısı genelde tren oluyor, İstanbul ve Ankara İliç için çok şey ifade eder. Çünkü her İliç’linin yakını gurbete çalışmaya gider, genelde kasaplık olur. Bazıları da imkanı olan çocuklarını okutur. Ya askeri okul Ya da öğretmen olurlar. Gurbete gidenlerden durumu düzeltenler, geride kalan ana babayı da, kardeşleri de aldırırdı. Bu yüzdende nüfusumuz giderek azalırdı. Bazılarıda geride bıraktığı bağ ve tarlalaları evi de çökmeden satarlardı. Satın alanlarda genelde Kürt kökenli davarcılar veya Kuruçay tarafından gelen aileler alırdı. İliç ve çevresi Eğinle beraber Erzincanın en uzak ilçeleri olup köyleriyle beraber kendi kendine yetmeye çalışan ,valilikden yardım pek alamayan kaderine terk edilmiş bir ilçe. Erzincana kara yolu yok , gibi, olanla da gitmek çok tehlikeli. Refahiye yolu bozuk bilhassa Sini Beli , Bağıştaştan Urnacın Yokuşu çok virajlı Eğine gidiş zor olurdu, yada Divriği yolu desen oda pek sağlıklı değildi. Yani İliçin kara yolu yoktu, posta işleri hep tirenle oluyor, trenle Erzincan iki saat sürüyor. Araba derseniz, Mevlüt Usta’nın bir kamyonu var sık sık arızalanan, çalışması bile önden demir kolla çevire çevire çalışması sağlanan kamyonu var. Yine de İliç’in gururu her genç o kamyonda muavinlik yapmak isterdi. Her insan da binmek  isterdi, çocuklarda arkadan koştururlardı kamyona yetişemese de tabi. Şoseden çıksa hemen sesi duyulur, Hele gece geldiğinde bütün İliç farın etkisiyle ışıl ışıl olurdu, evimizin penceresinede uzakdan şavkı vururdu, çünkü odanın lambanın ışığından daha aydınlık yapmasıydı. İliçle İstasyonun arası tahminen üç km. , Gurbete gidiş ve gelişlerde, hep hayvanlarla taşınır İstasyona,yada gelen olursa alıp gelinirdi. Bazan İliçin köylerine gelenler olurdu, İstanbullular sanki düğüncü geliyor gibi ,bir sürü at, katır eşyalar insanlar , sıra sıra peş peşe transit geçerlerdi köylerine doğru. Hep ilgimi çekerlerdi, İstanbullular nasıl giyinirler, nasıl insanlar diye merak ederdim.

İliç/Sanahsi’den görünüm.

Annemin elmalarımızı toplayıpda Kuruçay tarafına götürüp de elma verip buğday alıp getirdiğini hala düşünürüm. İçim ürperir ne cesaret diye, hayvanla yayan onca yol nasıl bu işi hallederdi hala hayret derim. Zaman zamanda fırsat buldukca büyüklerimizle beraber Fırat Nehrine gider, hem kabak tollarıyla yüzeriz hemide becerebildikce balık tutmaya çalışırız. Babam da çok yüzmüş Fıratta. O zamanları insanların tumanları uzun paçalı olurdu. Belini, paçanın birini bağlayıp şişirince öbürünü de şişince bağlayıp, koltuğun altına aldın mı Fıratı karşıya geçermişsin. İnsanı batırmaz su üstünde tutarmış. Babam da balık tutmayı çok severdi. Hatırlarım bir vakitte Fıratta çok büyük ,galiba 65 kiloluk bir sazan yakalamışlar, aşağı çeşmeye getirip insanlara gösterdiler. Daha sonrada balta ile parçaladılar millete dağıttılar. Fırat her zaman balığı çok olan bir yer. Topladığımız soğulcanlarla ipli iğneli olta yapıp ucuna delikli taş bağlayıp atar, devürsügün gider yakalananları alırdık, hemen ateş yakıp orada da ziyafet çekerdik kendimize. Çıkan balıklar : tatlısu kefali, aynalı sazan , sazan, kaya balığı, olurdu . Sadece korkumuz içimizde hep olurdu, çünkü Fırat her sene kurban muhakkak alırdı, çevre köylerle beraber bu acıyı her yıl yaşardık, üzülürdük ama Fıratsızda duramazdık.

 Doğanla oynarken Ali Çavuşun yıkık evinin duvarında, Sarı Gelinin kızı sakat İfaket Abla geldi, hadi çocuklar bu hayvanları suvarın getirin size ceviz verecem dedi. Bizde tamam dedik, suvarıp getirdik cevizleri beklerken doğan duvarda oynarken duvardan aşağı düş, başınında çiviye gelmesi nedeniyle başının derisi yüzüldü ama çok feci olmuştu korktum haber verdim ,alıp Erzincana tirenle götürdüler, tedavisi yapıldı ,başında bir sürü dikişle geldi, ama çok zorluklar çekildi ,bir müddet olayın etkisinden kurtulamadım.

Sonbahar yaklaştıkca insanlar bağları bozarlar kışlık yiyecekler depolanır, yağ, gazyağı, tuz, bulabildikçe alım gücü ölçüsünde çay ,şeker, un, kavurma, turşu, bakliyatlar, peynirler stoklanır. Eylül sonu- kışla- odun işi başlar her aileye yer tahsis edilir o aile o bölgedeki meşe, ardıç ne varsa keser, hayvanla taşımayla eve ulaştırılır. Kesimlerde dağın yamacında çalışırken babam bakkal Averekli Nurettin Efendiden aldığı tahin helvasını fırından aldığı somunla gelir, meşenin dibine çöker peştemalı açar hep beraber afiyetle yerdik. Annem hep der oğlum sen kışla zamanı doğdun, yerde kırağı vardı, ama hiç tarihini tam olarak öğrenemedik.
İliç-istasyon,fıratta balık avı.

İliç de kış ayları çok zor geçer öyle ki kar bir yağar bir daha kolay kolay kalkmaz ta ki cemreler düşünceye kadar, evlerin damları toprak baca olduğu için her aile gibi annem ve babamda sık sık kar kürerlerdi , ağaçdan yapılan küreklerle, dam taşımaz o ağırlığı diyerek korkarlardı, bazanda merteklerin arasında toprak düşerdi. Bazan okula giderken açılan daracık kar yolunda içinde kaybolurduk her aile kapı önünü kürer yol açar bir birine bağlarlardı. İki metre kar yağardı . Çokda soğuk olurdu aç kalan dağdaki hayvanlar köylere saldırırdı, dağdaki keklikler çalı içinde donar ,ölürlerdi. O yüzden kekliklerin kışın etkisi ile soyu tükenecek kadar olurdu. Babamla Şevket Çavuş mağaraların üstüne yüz kadar sallik taşdan keklik tuzağı kurdular. O sene çok keklik yedik komşulara da dağıtırdık. Tuzak içinde de çok ölenler olurdu soğukdan.

Kış geceleri sobalı ev odalarında güzel olurdu. Masallar anlatılır, yazın depolananlar yenmeye başlar. Gündüzleri mal bakımı olur genelde. Merekten alınan burma otlar dehre ile kütük üstünde küçültülür, hayvanların önüne konur ,mayısı temizlenir suyu verilir, mal üstündeki kuruyan mayıslar kaşağılanır, iş biter. Annem arada bir babama bakkaldan pakette kadayıf aldırır nereden gelir pek bilmem ama gelirdi. pahalı olduğu içinde her zaman alamazdık. Bol cevizle sobanın kuzunesinde yapar, şerbetini döker kaldırırdı, hep beraber bir araya gelince yenmesi için. Ben dururmuyum hiç, belli olmasın diye üstünden ala ala yaralardım tepsiyi. Anam görünce tabi hemen anlardı, terliği kaptığı gibi gavur oğlunun oğlu der kovalardı. Hotik iyesin der kızardı. Şimdi aklıma geliyorda tatlı tatlı gülümsüyorum çocukluk işte. Sobamız devamlı yanar, yazın anamla gazellerde yaptığımız ardıç koncikleri, sobayı nar gibi yapar ,yinede evin her yeri ısınmazdı. Sadece kaldığımız ailece yatıp kalkdığımız oda ısınırdı .Babam bazı sabahları çiftli acılı Kayseri sucuklarından alırdı. Soba köz olunca maşanın üstüne kesip ortasını yardığı sucukları sobaya uzatıp koyar, cazur cızır pişirir ekmek arasına koyar hep beraber lezzetle, ah, of çok acı desek de yinede yerdik.

Aynı oda hem oturma hemde yatak odasıydı. Yüklükden yatakları taşırdı anam sıra sıra yatardık. Sabah kahvaltıdan sonra ortalık toplanır temizlenir ,yemek faslı başlar. O gün mesela anam dolmayı sarar bakır kalaylı tencereyi sobanın üstüne koyar tıkır tıkır ağır ağır pişer, anamda diğer işlere bakar.Öğlen babam gelince sofra kurulur. Önce ayran tarhanası çorba pıdikli tasa konur, bakır sinin ortasına konur çala kaşık yenir. Dolma da büyük lengere konur ,yada pıdikli kalaylı sahana hep beraber atıştırırız. Allaha şükür ederek. Akşamları öğleden kalanlarla idare ederdik. Bişey olmasada hoşav veya yumurta ile geçerdi. Yemekten sonrada ceviz, tut, urecik, bastık , kışlık yarı buruşuk kokulu elmaları yerdik ,masallar dinleye dinleye de uyurduk. Aylar sürecek kışın ve karın buram buram yağışını, kargaların süvüngden süvünge uçuşunu seyrederdik. Sabahları evin o küçük camları buz tutar sanki çiçek ,ağaç resimleri yapılmış gibi olurdu. Süvüngün ucundan sarkan buzlar beni çok korkuturdu. Kışların uzun sürmesi hepimizde tedirginlik yapardı. Cemreler ne zaman düşecek , kardelenler, kar çiçekleri, ardından narğozlar ne zaman bitecek, sular ne zaman yürüyecek diye bekleriz hep. Zamanı gelir narğozdan sonra sünbüller çıkar, arkasından bağlar süpürülür gazeller ,ot, çöp ne varsa bağ temizlenir. Menekşelerde çeper diplerinde kendini gösterirler. Zaten bağa girince o kokular hemen gelir. Bağ temizlenince uygun bir yere toplanan zibiller orada yakılır. Artık bağ, bahçe tertemiz mis gibidir.

İliç postahanesinde bir müdür, Kemahlı Nuri Efendi, Saffet Emmi, kardeşi Şevket Çağ hizmet verirdi. Zaten herkez birbirini tanıdığı için mektup dağıtımı eşle ,dostla, köylü hemşeri ile elden ulaşırdı. Bazan köylere ata binerler heybelerine mektupları koyar, pelerini de giyer köyleri dolaşırlar. En zoru da kışın hatlarda kopan tellerin tamiri için ,dağ bayır dolaşmaktı. Kopan tellerin veya devrilen direklerin yenilenmesi bir zaman ve güç istiyordu. Hatta kışlar çok zor olurdu, donma tehlikesi de çok kere atlatılmıştır. Zaten bir tek resmi dairelerde manyetölü telefon vardı. O da ilden ile bağlana bağlana Ankaraya çok zor ulaşılırdı. Ulaşsa da bağıra bağıra anlaşmaya çalışılırdı. Hele kara kargaların bacada gak gak diye ötmesi sanki kötü bir haber alacaz diye kasevetlenirdik. Ama Alaca karga ötse sevinirdik mektup gelecek diye. Postacı yolunu gözler sanki gerçekleşecek diye tatlı bir tebessüm oluşurdu yüzümüzde.Hep böyle inanmışız ne bilem .

İliç her mevsimi farklı geçiren ender bir konumda diyebiliriz. Kışların uzun sürmesi , Fıratın getirdiği yumuşak bir havayada sahip olması, ayrıca ılıman olan zamanlarda olurdu. İliç etrafı dağlarla çevrili, ortası çukur. Ekilebilir alanları çok kısıtlı. Hemen hemen her aileye tahminen ,bağ, bahçe, tarla hepsi ortalama 5-6 dönüm ya olur ya olmaz. Genelde tarlalar ,bağlar 1-2 dönümlük parçalar halinde ekilir bazan iki evlekle bile ekenler olur. Atalardan kalan eski yerler zamanla kardeşler arasında bölünmelere yol açtıkca, giderek küçülen yerlere, birde gurbete gidişler ve oralara yerleşmeler nedeniyle nüfusda giderek azalmış. Ekilebilir yerlerde ilgisizlikden boş kalıyordu.

Birazda düğünlerden bahsedelim. İliçde kız istemek ve almak hiç zorluklar çıkarılmadan, büyüklerin çok yardımıyla tatlıya bağlanır. Fakat kesinlikle başlık parası veya mal mülk verilmez. Tarihinde hiç başlık parasının olmadığı bir ilçe İliç. Büyükler şöyle der elbet bir ip bir deriyi sürükler, yani evlenenler bir birilerini idare eder ve geçinir giderler. Bir evlenen bir daha mecbur kalmadan evlenmezmiş. Ya çocuk olmaması ya da genç vefat etmesi nedeniyle ikinci evlilik olurmuş. En büyük sıkıntısı gurbetliktir. Gurbet aileleri ayırıyor, gurbet yüzünden her İliçli ve havalisi bağrı yanıkdır. Hasretlik çeker o yüzden türküler olsun maniler olsun hep hüzünlüdür.Yalınız bayramlar aileleri kavuşturur ve de birleştirir. 

Kız isteme ve alma görücü usulü ile olur. Mutlaka anne baba veya büyükler karar verir ,onlar ne derse o olur. Oğlan kızı göremez, alıp gezdiremez, konuşamaz, bağda bahçede uzakdan gördü gördü yoksa göremez ta ki nişana kadar. O da çok kısa sürer. Düğünler üç gün sürer. Genelde cuma günü başlar, cumaertesi, pazar günüde ilkindin, gelin ,damat evine girerdi. Düğünler kılarnet ve davul çalgılarıyla olur. Sanaksili gırnatacı yani namı değer  Zurnacı Recepsiz düğün olmaz derler. Her sabah erken düğün evinin bacasında,
-Sabahın seher vaktinde anam,

Görebilsem yarimi-diye başlar.
Sabah oldu yine sunam uyanmaz.

Hasret çeken gönül derde dayanmaz.

Uyan sunam uyan derin uykudan.-
Mutlaka Çalınır düğünde böyle başlar. Öğlen sonrası, yemekler yenir. Hep beraber bir araya gelinir. Oyunlar ağır ağır başlar, giderek hareketlenir. Halay çok önemlidir. Kamil insanların oyunu çok etkili olurdu. Bir usta başa geçer ,eline de mendili alır ıs-ıs diyerek ağır ağır, ritmik ve ustalıkla mendili sallayarak,



müziğe göre hareketlerle devam eder, oyun oyunu kovalayarak. Davulun sesi de Çayırbaşından, Sumsakkallardan duyulur. Genelde Elaziz ve Eğin oyunlarıdır. O havalinin düğünleri, türküleri. Şunu çok iyi biliyorum ki, davul vurduğu anda insanın tüm tüyleri dikilir. Çünkü büyük bir haz ve sevgi vardır, özlem, hasretlik, kavuşmak vardır o sesde. Oyunlar harmanlarda veya toprak damlarda, geniş alanlarda oynanır.

-Gollik ceviz yarıldı

-Turan ağabek

-Üç ayak

-Hayriye

-Demirağa,

-Tevekdeki üzümdür,

-Tut ağacı boyunca oynana,

der devam eder. Erkekler ayrı çalıp söyler, oynar. Akşam yemek sonrası davulla

-Munzur dağı silelenmiş kar ile

Aram açık nazlı yar ile

-Fırat kenarında yüzer kayıklar- türkülerle başlar.
-Erzurumda Gül Ahmette evim var balam evim var,

-Hostanın bademleri,
diye devam eder, erkeklere mezeli kuru yemişli , servis yapılır, türkülerle gecenin ilerleyen saatine kadar devam ader. Bol bol ikişerli karşılıklı geçip çifte telli oynanır.

Kadınlarda düğün evinde eğlenceye defle başlarlar, genelde yaşlılar oturur, ancak cabbuk çalarlar, gençler, taze gelinler ,takar takıştırır, halaya girerler;
Karşıdan görünürsün

Çarşafa bürünürsün

İpek çarşaf içinde

Ne güzel görünürsün
-Süvüngün ucunda daş ben olaydım

-Hayriye’nin boyu da uzun
hem tef çalar hem söyleyerek oynanır.
-Kar yağıyor yağıyor,

Mantomu giyeceğim.

Sakallıya varınca

Baba mı diyeceğim.

Bayanlar eski zaman elbiseleri giyerler, gümüş kemer takarlar. Ayaklarında Eğin yemeni ayakkabıları olur. İsteyerek severek halaya katılırlar. Ana veya nenelerden kalma ipek, parlak bol renkli bazende -kırk kalem- de derler, bunları giyer altınları takar düğünde halaya katılırlar. Çok da güzel düğün yaparlar, gecenin ilerleyen saatlerine kadar devam eder. Gelen misafirler olur, çoksa paylaşılır, misafirleri alan gider, zaten herkez bir birini tanırlar.
Üç gün düğünlerde hergün yemekler pişer ve sunulur. Başta kızartma yani kırmızı sulu et, sade pilav, bazende kuzu içi reyhanlı pilav olur çorba, keşgek, kuru fasulye, nohut vs. mevsiminde ne yapılacaksa yapılır . Düğüne gelenlere sunulur. Cumartesi akşam kına yapılır, damada ve arkadaşlarına cıddik barmağına kına vurulur. Gelinin iki elin ortasına kına yakılır. Avucunu aşması içinde hediyesini alır, almadan açmaz. Türkülerle gelin ağlatılır,
Altıntas içinde kınam ezildi

Gümüş tarak ile zülfüm çözüldü

Benim yazım gurbet ele yazıldı,

Doldur pınar doldur ben gider oldum,

Anamı babamı terk eder oldum.
diye başlar , gelini ağlatarak devam edilir.Pazar günü gelin cehiz sandığıyla , kendiside süslenmiş bir ata bidirilerek peçeli çarşaf içinde olarak yola çıkar. Arkasında da gelin, alayı yayan olarak sırayla o güzel düğüncü çarşaflarıyla sıra sıra yol alır. Başlarında davul ve gırnatayla. Bütün bunlar köy içinde ise yayan gidilir. Eğer köyler arası ise atla gidilirdi. Her düğüncünün atını bir genç çeker, gayet dikkatli olarak götürür. Düğün alayı damat evine ulaşınca damat ve arkadaşları bayraklı bacaya çıkar, bozuk para, süslü şeker, fındık, leblebi üzüm, atılır çocuklar kapış kapış atılanları toplarlar. Bahşişler alınır ve -davulcuda -kızardı kayalar al giydi dağlar-ı çalmaya başlar. Bahşişi cehiz sandığı üzerinde oturanda alır, oda iner. Gelin eve girince de davul susar, düğün de biter. Bir gün sonrada göre yapılır, akraba eş dost hediyelerle gelip takdim edilir. Artık herkez mutlu olmuştur. Düğünün yorgunluğu da bir ayda zar zor atlatılır.
Çocukluğuma dönecek olursak mezarlığın sağ tarafına yani ardıçlı yamaya doğru davarları gece yatırırlardı, insanlar süt sağmaya akşam, sabah oralara giderdi, kollarında bakraçlarla.

Ayrıca Karataşın üst tarafına da davar yatırırlardı. Oralara da gidip sağım olurdu. Çok sevdiğimiz komşumuz Vartanuş Teyzemiz vardı. Herkezin sevdiği, onu anmadan geçemem. Mayısın ilk haftasında Hıdırellez gelir diye erkenden kalkılır, kırlara çıkılır ,Narğoz Bahar Bayramı olarak kutlanır. Evde hazırlıklar yapılır, Vartanuş Teyzenin Herifene yapmak için gençlere her baharla birlikte bir oğlak bağışlardı. Gençlerde bazı evlerden aldıkları yağı, bulguru, ekmeği, tuzu, kazanı alır hep beraber mağaralara giderdik . Orada hep beraber oğlak kesilir, kırmızı sulu, yani köy kızartması yapılır. Yanınada bol tereyağlı pilav. Bütün gençler hep beraber yer içer eğlenir, akşam üstü herifeneyi bitirip malzemeleri de paylaşarak alıp evin yoluna türkülerle, gaydalarla düşeriz. Bu tür herifeneler sık sık yapılır insanların bir biriyle daha da kaynaşması ve dostluğu ileri derecelere taşımış olur. Kapı komşularla da işgünü durumuna göre uygun zamanlarda, hep beraber topluca bağlara gidilir- içler- yapılır, sarmalar, kızartmalar, söğüşler, bilhassa bağ mancası çok sevilir. Yanına da semaveri tüttürür. Cevizin dibine çimenlere kilimler serilir, yastıklar konur, kimi yatar, kimi bağdaş kurar, dutun dalına salıncak kurulur. Çoluk çocuk eş dost hep beraber yenir içilir, hoş zamanlar geçirilir.

Baharla birlikde keçilerin, koyunların kuzlaması ile başlar. Genelde mart ayında, nisan mayıs aylarında her evden 5-10 oğlak, kuzu olur. Bunları birbirlerine katarak genç sürüsü oluşur. Bu iş için bir sıra yaparlar, sırası gelen gıdik otlatmaya gidilir. Bunları gütmek öyle zordur ki mutlaka birkaç kişi olunur. Yoksa bir araya getirip de gütmek emek ister. Her biri bir tarafa kaçar oynar, kimseyi dinlemezler. Belimize, akşamdan hazırlanan , bilhassa kayganayı unutmadan, kavurma, peynir, yumurta Allah ne verdi ise öylelikleri alır, genci birarada tutup otlatmaya götürülür. Öğlen yemekler paylaşılarak yenir gıdiklerde bir yere toplanıp yatmaya bırakılır. Bizlerde üç taş deriz. Üç taşı aralıklı diker ,üç taş atarak deviririz. Deviren deviremeyenin sırtına biner arkasında taşır. Kızlar da kayalardaki kına yosununu tükürükle bir taşla karıştırarak kına yapar ellerine vururlar. Bazıları da üzellik dizer yaparlar, beş taş oynarlar. Bu oyunlarla zaman geçer, ilkindi sonrası eve dönüşler başlar. Kadir dedem evinin ikinci katını anneme verdi, babamda eski evi Emo Halalara sattı. O parayla bu eve bayağı masraf ederek hazırladı. Evin ayvanı çok genişdi, çok da penceresi vardı. Babam bazı pencereleri kapattı, ayvanı böldü odaya çevirdi. Tadilat bitince yeni eve geçtik.

Yeni eve geldiğimizde 4 kardeşlerim vardı: Ben Şazi, Şaziye, Şazimet, Şadi eski evden geldik. Şu an daha eski yıllardan bahsedecem. Bu evin altında Kadir dedem ve Cemile nenem oturuyorlar. Hatırlarım daha eski günlerdi nenemin evin girişi çok büyükdü. Bir taş döşeli idi ki görülmeye değerdi. Holdü ama odadan da büyükdü, kanatlı kapısı vardı arkası köslemek için kocaman bir demiri vardı. Kapının arkasında çok büyük taşdan oyulmuş, özenle yapılmış döğmeç vardı, yani taş havan. Demirden de tokmağı vardı. Dayım Turan Özdemir , Çöpler’den Hakkı Çavuşun kızı Makbule Yengemle evlenmişlerdi. İlk çocukları bir kızdı adı da Jale idi. Jale hastalandı bir türlü ağlamasını durduramadılar. Ne derdi var bilemediler ve bir günde rahmetli  oldu. Beni çok etkilemişti ağlamaları. Kucakdan kucağa aldılar ne ettilerse olmadı, gece gündüz ağladı hep, bu olayı hiç unutamadım.

Yüklə 6,36 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə