Yazar: baki ÖZ 1996



Yüklə 0,63 Mb.
səhifə2/15
tarix06.02.2018
ölçüsü0,63 Mb.
#26155
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15

"İran'la ilişkide bulunan Rafizilerin cezalandırılması hakkında.

Artıkabad ve Zile Kadılarına.

Kadılığınızca gönderilen yazıya göre bölgenizde Rafiziliğin çok yaygın olduğu, zaman zaman bir takım Rafızi köylerinde cem ve cemaatların yapıldığı bildirilmektedir.

Tarafınızdan yaptırılan gizli bir araştırma sonucunda düzenlenen rapora göre Arab köyünde Emir Ali oğlu Mansur Halife namına cem yapıldığı, aynı köyden Şah Ali oğlu Maksut-Mehmet oğlu Kuli-İsmail ve Hasan adlı kişilerin de evlerinde cem düzenlediği, bu cemlere katılanlardan toplanan 1500 sikkenin Şahbende (Şah yanlısı) olan Emir Ali oğlu Mansur Halifeye teslim edildiği, bundan başka Bozok-Tokat ve Artıkabad kazalarında üçbin asker için düzenlenen defterin, adı geçen Şahbendeye verildiği, aynı Şahbende'nin tebdili kıyafet ile bölgenizde dolaştığı, halife adına kılıç ve kaftan getirip Akdağ'da cem ve cemaat yaptığı rapor edilmektedir.

Bu fermanım elinize geçer geçmez, yeniden gerçek bir araştırmanın yapılarak Sünni mezhebe bağlı Müslümanların dışında cem ve cemaat peşinde koşan Rafizilerin cezalandırılması ferman olunmuştur. Fi. 28 Şaban 987 (1579), III. Murat".

BELGE: III.

"(Amasya ve Merzifon'daki Kızılbaşların cezalandırılması hakkında)

Amasya ve Merzifon Kadılarına

Makamlarınızdan bize gönderilen mektuplara göre bölgelerinizde ikamet eden Vahap Dede ile Mehmet ve Veli adlarındaki kişilerin Kızılbaş oldukları, bunların bölgelerindeki halkı etkiledikleri, onların liderleri durumunda oldukları, kendilerine bağlı halk grupları ile cem ve cemaat yaptıkları bildirilmektedir.

Sizlere hitaben yazılmış olan bu emrim gelir gelmez adı geçen kişilerin derhal yakalattırılarak gerekli soruşturmanın yaptırılması. Bu kişilerin Kızılbaş oldukları, çevrelerindeki halkla birlikte cem ve cemaat yaptıkları gerçek ise muhakeme edilerek cezalandırılmaları ferman olunmuştur. Fi. 2. Zilkade 978 (1570)" II. Selim"

BELGE: IV.

"Kastamonu - Küre ve Taşköprü kadılarına

Taşköprü ilçesine bağlı Hamit Yugi halkı tarafından Yüce İlyas dergahına yakınlık duyan Hacı Yölük-Kırca Kaya ve Kızılcaviran köylerinde Kızılbaş olan kimselerin bu dergaha giderek ilişkiler kurdukları, Recep adındaki Kızılbaş ile birlikte geceleri bir eve giderek cem ve cemaat yaptıkları, saz ve çalgı çaldıkları, birlikte eğlendikleri, eğlence sonunda mum söndürüp birbirlerinin avratları ile ilişki kurdukları bildirilmektedir.

Gerekli inceleme ve araştırmanın yapılarak bildirilen cem ve cemaat gerçekten yapılıyor ise yapılan cemlere baskın yapılarak ilgililerin tutuklanıp hapsedilmeleri, resimleri ile birlikte isim listelerinin bildirilmesi ferman olunmuştur. Fi. 8. Rebüllevvel 979 (1571)11. Selim".

BELGE: V.

Niksar Kadısına

Mevlana Seyit Mustafa tarafından bildirildiğine göre oradaki zaviyede (Küçük tekke) şeyh olan Erdivan, Çırak Ali ve yandaşlarının Kızılbaş oldukları, bunların zaman zaman toplanarak cem ve cemaat yaptıkları şikayet edilmektedir.

Bildirilen olaylar gerçek ise geçen zaviyeye gidilerek veya oraya müfettiş göndererek gerekli araştırmanın ve incelemenin yapılması, adı geçen kişilerin gerçekten Rafızi oldukları, cem ve cemaatin yapıldığı tesbiti durumunda bunların yakalanıp sürhüser (Kızılbaş) defterine kaydedilerek hapsedilmeleri ve kürek mahkumu olarak gönderilmek üzere adlarının bildirilmesi ferman olunmuştur. (Fi. 24, s, 980 (1572) II. Selim".

BELGE: VI.

"Amasya'daki Kızılbaşların cezalandırılması hakkında.

Amasya Kadısına ve Amasya Beyine.

Çorum - Zile - Turhal - İiskilip - Osmancık - Artukâbad Hüseyinâbad - Güleş - Ortapare - İnebazarı - Mecitözü, Kazaâbad-Katar-Karahisarı-Demirli ve Havsa Kadılarına.

Yukarıda adları belirtilen kazalarda ve bu kazalara bağlı köylerde bazı dinden sapmış Kızılbaş topluluğunun kimi gecelerde toplanarak cem yaptıkları, bu cemler sırasında Sünni Müslümanlara Yezit geldi diyerek hakarette bulundukları, ayrıca geceleri gizlice yaptıkları bu toplantılarda avratlarını ve kızlarını meclise getirip birbirlerinin avratlarına ve kızlarına tasarruf idüp (ilişkide bulunup) işret yaptıkları, salat (namaz) ve sevm (oruç) bilmedikleri, çocuklarına Ebubekir-Ömer-Osman isimlerini takmadıkları, içlerinde olan bazı kişilere Celâl Halife, Resûl Halife gibi lakapları takarak sözde din uğruna cem ve cemaat yaptıkları bildirilmektedir.

Bu konuda dergâh çavuşlarından Ahmet Çavuşa verilen ferman doğrultusunda hareket edilerek gerekli teftiş ve araştırmanın yaptırılmasını, yukarıda zikredilen kaza ve köylerde şeriata aykırı ve hâşâ çar yarı güzin şer'i şerife muhalif (Seçkin dört halifenin şeriatına aykırı) ibadet ettikleri gerçek ise garez ve kin tutmaksızın tarafsız bir şekilde sicil ve listelerinin yapılarak bildirilmesini, sicilleri çıkarılanların muhkem (sağlam) bir şekilde hapsedilmelerini ve bizden gelecek talimata göre hareket etmeniz emrolunmuştur. Ama, bu bahane ile suçsuz Sünni halka dokunulmaması ve kendi hallerinde olanlara da zulüm edilmemesi gerekmektedir. Bu ferman adı geçen çavuşun kardeşi Hasan'a verildi. Fi. 29 b. 992 (1583), III. Murat".

II. Abdulhamit'in Doğu illeri Alevi-Kızılbaşları için hazırlattığı bir raporda şunlar belirlenmiştir:

"... Seyyid bu derneğin en üst tarafında ve ocak yanında önceden hazırlanmış olan süslü bir yerde oturur. Sazını çalarak bir takım nefesler okur. Vaaz ve öğütlerde bulunur. Kızılbaşlar sessizlik içinde dinlerler. Sonra sofra kurulur; et, pilav ve tatlılar neşe içinde yenilir. Seyyid yeniden sazını alır ve öğüde başlar. Seyyidin yanına en güzel kızlar ve yakışıklı gelinler otururlar. Sabaha kadar içilir, raksedilir ve eğlenilir" (19).

Belgeler oldukça açık. "Mumsöndü" olayının hangi kaynaklardan çıktığını, kimlerin yarattığını ortaya koyuyor.

Yapılan; toplumu baskı altına alabilmek, özümleyip ortadan kaldırabilmek için suç yaratmaktır. Aleviler en duyarlı noktalarından vurulmuşlardır. Türkiye toplumu en hassas noktasından kışkırtılmış, karalama kampanyasına ortak edilmiş, kampanya yüzyıllarca sürmüş, bu kanı devlet-bürokrasi-ulema üçlüsünce kitaplar, medreseler, camiler yoluyla halkın beynine nakşedildiğinden, Aleviler bir türlü bu onurlarını incitici zanlardan kurtulamamışlardır.

Karalamalar bugünkü olay değil, ta İslamdaki ayrılıklarla birlikte yaratılan uydurmalardır. Bu zihniyet başlarda Hz. Muhammed'in de davranışına kuşkular düşürmüş, yandaşlarıyla gizli görüşmeleri Ebu Cehil, Ebu Leheb, Ebu Süfyan takımınca "ana-bacı tanımıyorlar" biçiminde yorumlanmıştır. O anlayış, doğallıkla katılmadığı her hareketi aynı mantıkla suçlamasını tarih boyu sürdürmüştür. Bugün kalkıp Aleviliği "mumsöndü"yle suçlamak, Hz. Muhammed'i aynı karalamalarla suçlayan Ebu Süfyan'ların mantığına, insanlık anlayışına düşmekten başka birşey değildir.

Bu mantık bugünün ürünü değüdir. İslam tarihi boyunca siyasal etkenler çerçevesinde oluşmuştur. Muhalif kesimleri, akımları, eğilimleri ve inançları devlet baskısı altına alma mantığına dayanır. Devletin inanç ve siyasal ölçülerini kabul eden bizden, kabul etmeyenlerse ortadan kaldırılmalı ve etkisiz kılınmalıdır mantığına dayanır. Bunu sağlamak için her yol "mübah" görülür ve denenmekten kaçınılmaz.

Devletin aydını, bürokratı, uleması şairin dediği gibi "Yetmiş kafiri öldürmekten sevaptır. / Kim öldürürse bir Kızılbaşı!" (20) anlayışındadır ve kan dökerek, onbinlerce kelle keserek, Alevilerin mal ve mülklerine elkoyarak, dirliklerini ellerinden alarak, kendi yanlılarına dağıtarak bu anlayışını gerçekleştirir. Alevi ayaklanmalarının temelindeyse bu baskılara karşı başkaldırılar vardır. Tarihçi İsmail Hami Danişmend bu yapılanlar karşısında tepkileri haklı bularak şu sözleriyle değerlendirir:

"Fatih döneminden beri devşirmelerin ellerinde bulunan kozmopolit İstanbul Hükümeti, vaktiyle Karamanoğulları'nın, sonra Şiilerin ve ondan sonra Dulkadir beylerinin tepelenmesi (tenkil) ve yola getirilmesi (tedib) gibi birtakım yollarla Türkler'in başına çeşitli milletlerden devşirilmiş ve birer Müslüman ismi takınmış birtakım vatansız serserileri serdar olarak musallat edip, binlerce aileleri mâtem içinde bıraktırmış, servetlere elkonulmuş, ocaklar yıkılmış, kentler ve köyler yıkılıp-yakılmış, tımarlar zaptedilmiş ve dahası göçürmeler bile yapılarak anavatan feci bir sömürge işlemi görmüştür. Azamet devrinin en parlak zamanlarında bile Osmanlı yönetiminin gele-cekte çöküş yollarını hazırlayan en zayıf yanı işte budur" (21).

Alevi-Kızılbaşların toplum dışı nitelenmelerinin arkasındaki neden, devletin çeşiti toplum kesimlerini egemenliği altında zorla da olsa tutma anlayışıdır.

TARİHTE ANAERKİLLİK

Günümüz evlilik, kadın-erkek ilişkisi ve ahlakına uymayan yaşantıyı; insanlık, tarihinde yaşadı ve oldukça gerilerde bıraktı. Günümüzün tarihçi ve toplumbilimcileri insanlığın grup evliliğinden anaerkil aileye, daha sonlarıysa ataerkil aileye geçtiğini bilimsel olarak saptarlar. Bu dönemlerin kimi kalıntıları daha sonraki dönemlerde kimi topluluk ve toplumlarca bir takım inanç ve amaçlarla sürdürülmüştür. Bu kalıntılar genel değil, yerellikler taşırlar. Bir takım dinsel ritüellere dayandırılarak sürdürülmüşlerdir.

Günümüz toplumlarının ve ahlak anlayışının dışladığı fuhuş insanlığın tarihinde "kutsallığına inanılan cinsel ilişki" olarak algılanmıştır. Fuhuş, tektanrıcı dönem öncesi çağlarda "Tanrılara adanan cinsel ilişki" olarak görülmüştür. Fuhuş ilk çağlarda "bekareti; Tanrıya kurban etme" sayılmıştır. Hemen bütün ilkellerde Babil, Sümer, Hint, Yahudi gibi gelişmiş toplumlarda fuhuş ritüel ve kutsal bir nitelik taşır. Tanrı'ya adanan cinsel birleşmelere eski Yunan ve Roma geleneklerinde de saptanmıştır. Bu birleşmeler dinsel bir amaçla, dinsel tören (ayin) ve şenliklerle yapılmaktadır. Tektanrılı dinler fuhuşla savaşmış ve yasaklamışlardır (22).

Günümüz ahlak anlayışına uymayan bir takım evlilikler ve kadın-erkek ilişkileri eski Anadolu ve Asya toplumlarında da yaşanılmıştır. Hititler'de tapınağa kazanç sağlamak için çalışan kutsal fahişeler (hierodul) vardır (23).

Aynı gelenek Mezopotamya uygarlıklarında da görülür. Anu tapınağında da kadınlar kendilerini tapınak adına satmaktadırlar.

Bugünün ahlakına ters düşen gelenekler Ortaasya toplumlannda da vardır. Hun İmparatoru Mete (Maotun) toprak bölünmesini önlemek için üvey annesiyle evlenir. Atını, eşini ve ülkesinin bir bölümünü isteyen düşman devlete, toprağı vermez ama atını ve eşini (karısını) vermekten kaçınmaz. Attila'ya giden Bizans elçilerini, ölen Blade'nin karısı yönetimindeki görevliler ağırlar. Blade'nin karısı elçilik kuruluna kızlar ve yiyecekler sunarlar. Kurul, yiyecekleri alır, kızları geri çevirirler. Marco Polo XIII. y. yılda Asya'da aynı geleneğe tanık olur. Ebu Dülef Seyahatnamesi'nde (X. y. yıl) Karluklar'ın gezgin ve tüccarları konuk ettiklerini, kadın sunduklarını, konuk evdeyken kocanın eve girmediğini yazar. Aynı bilgileri XIII. y. yıl yazarı Zekeriya Kazvini de anlatır. Küme evlilikleri ve cinsel özgürlük eski Türk boylarının kimilerinde oldukça yaygındır. Çin kaynakları Kırgızlar'ın atalarının bu tür yaşantılarından söz ederler. Budist rahibi Hsuan-tsang 646 tarihli gezi notlarında topluca aşk törenleri düzenleyen "Kadınlar Krallığı"nı anlatır. Yakut Türkleri'nin bir prensi toplu aşk partileri düzenlemektedir. Çin kaynakları Buhara ülkesinde kardeşlerarası evliliğin olduğunu yazar. Hazar ve Akhunlar'da kardeşlerin ortak eşleri vardır. Konuklara kadınları sunarak "döl alma" geleneğini Karluklar ile Uygurlar uzun zaman yaşatmışlardır. Moğol kökenli Mongurlar eve gelen konuğa evin bekar kızını sunma geleneğini uzun zaman sürdürmüşlerdir (24).

Cinsel konukseverlik (Sexual hospitalite) ve normal dışı evlilik gelenekleri insanlığın geçmişinde yaygındır. Kutup Kuşağı bölgesi bu tür geleneklerin başında gelir. En belirgin örneğini Eskimolar verirler. Bu yaşantı Tibet'te de çok genelleşmiştir. Eski İsparta'da kadın değişimi, konukseverliğin bir gereği sayılır. Polinezya ve Mikronezyalılar'da yakın arkadaşlar eşlerini karşılıklı değiştirirler. Batı Afrikalı Herorolar'da değiştirme işi kadın ve hayvanlarla birlikte yapılır. Çukçenler'de erkek sefere çıkması durumunda karısını başka bir erkeğe emanet eder. Cahiliye dönemi Arablarında da bu tür gelenekler sürdürülmüştür. Moğollar'da, Kamçatka yarımadası'nda, Kore ve Japonya'da, Amerika Kızılderilileri'nde, Avustralya yerlilerinde, Angola kabilelerinde günümüz ahlakına ters düşen yaşantı biçimleri geleneksel biçimde sürdürülmüştür (25).

Eski dünyada ve Ortaasya topluluklannda yaşanılan bu gelenekler bir cinsel özgürlüğün gereği ve sonucu değildir. Topluluklar kutsallık taşıyan bir dinsel geleneğin yerine getirildiği anlayışındadırlar. Geleneksel toplumlarda konukta (misafir) kutsallık görülür. Bu durum Türkler'in kültürüne ve inancına da girmiştir. Kaşgarlı Mahmut'un "Divan-ül Lügat-it Türk"ünde "Uma gelse kut gelir" (konuk gelirse kut gelir) türünde bir deyim vardır. Konukla Tanrı arasında ilişki görülür. "Tanrı misafiri" sözü bu açıdan anlamlıdır. Konukların memnun edilmesiyle Tanrı'nın hoşnut edileceğine inanılır. Genel ve Ortaasya toplulukları üzerinde alan araştırması yapan sosyolog ve etnologlar geleneğin özündeki bu etkeni görebilmiş ve saptamışlardır.

Fuhuş olarak görülen ve nitelenen bu anaerkil dönem kalıntılarının bir başkası da "döl alma" geleneğidir. Belli bir ilkeden doğmuş ve amaç taşır. Amaç; soyu, yeni kuşaklan iyileştirmedir. Üstün ve soylu kesimlerden "döl alarak" ve "evlatlık" edinerek topluluğun düzeyini yükseltmektir. Bu gelenek Romalılar'da ve Araplar'da vardır. Ortaasya üzerine uzmanlığıyla bilinen Abdülkadir İnan'ın eski avcı ve göçebe Ortaasya topluluklarının "kimi aşağı zümrelerinde bu döl alma geleneğinin bulunduğunu", bu geleneklerin XIX. y. yılın ortalarına kadar Kara-Kırgızlar'ca sürdürüldüğünü belirtir. Yakutlar'da, karısının başka birinden doğurduğu çocuğu evlat edinildiği, evinden uzun zaman ayrılan erkeklerin karılarının edindikleri gayri meşru çocukları evlatları olarak saydıklarını, "döl alma" geleneğinin "meşru" sayıldığını yazar ve bunların ana-erkil dönemin kalıntıları olan gelenekler olduğunu belirtir (26).

Dede Korkut toplumu da "döl alma" geleneğine yabancı değildir. Dede Korkut öykülerinde bu anlayış görülür. Salur Kazan'la Abhazlara tutsak düşen Oğuz çobanı şöyle seslenir. "Mere kafir, kazanın anası yaşlanmıştır. Oğul vermez. Döl almak istersen karagözlü kızın varsa götür Kazan'a ver". Oğuz ozanı "döl alma" geleneğini bilmekte, ama ahlak dışı olan bu geleneği Abhazalar'a yüklemektedir (27).

"Döl alma" geleneği bir anaerkil dönem kalıntısıdır. Doğrudan bir fuhuş anlayışının ürünü değildir. Üstün kuşak ve toplum yaratmayı amaçlar. Tarihte Büyük İskender ve Hitler gibi bu anlayışı bir devlet politikasına dönüştürenler de çıkmıştır.

Bu tür örneklere bakılıp ta Ortaasya Türklüğü içerisinde fuhuşun "döl alma", "cinsel konukseverlik" gibi anaerkil geleneklerin yaygın olduğu sanılmasın. Bunlar oldukça münferit olaylardır. Henüz ilkellikten kurtulamamış boylar içerisinde bir süre yaşatılmıştır. Türk boyları namus anlayışına çok erken dönemlerinde ulaşmış, kadın yüceltilmiş, toplumsal değerine ulaşmış ve bir iffet abidesi olarak görülmüştür. Dünyaya şeriatçı bir gözlükle bakan Arap gezginleri ve yazarlar bile henüz Şamanist dönemdeki kadınların dürüstlüklerini ve namusluluklarını dile getirememezlik edememişlerdir. VI. y. yıl Göktürkleri'nden sözeden bir Çin kaynağı Göktürkler'de; "birisinin karısıyla gayri meşru ilişkide bulunanlar idam olunurdu" demektedir. XI. y. yıl Arap yazarı Gardizi "Türk kadınları pek pakizedirler (temiz)" diye yazmaktadır. Plano Karpini, Marco Polo ve Klaviyo gibi Avrupalı yazarlar gözlemlerini buna benzer sözlerle dile getirirler. Henüz İslamlaşmamış X. y. yıl Oğuz toplumunu gezen Arap gezgini İbn Fazlan, bir şeriatçıya oldukça ters gelen dürüstlük ve kadının namusluluğuyla ilgili şaşırtıcı örneklere rastlar. İbni Fazlan'ın gözlemlerine göre;

"... Kadınlar yerli ve yabancı erkeklerden kaçmazlar. Aynı biçimde, kadın vücudunun hiçbir yerini insanlardan gizlemez. (...) (Kadının kadınlık organlarını açıkta tutması), onu örtüp de başkalarına izin vermesinden daha iyidir. (...) Zina diye birşey bilmezler. Böyle bir suç işleyen birini ortaya çıkarırlarsa onu iki parçaya bölerler. (...) Oğlancılık onlar arasında çok büyük suçtur" (28).

Durumun böyle olmasına karşın, tarihin derinliklerinden kalmış bu geleneklere bakıp da, bunların Alevilerce sürdürüldüğünü savunmak, salt kin kusmaktan başka bir şey değildir. Tıpkı cinsel özgürlüğü kapitalist ve burjuva çevrelerin kendilerinin yaşayıp, sosyalist ve komünist düzenlerde bu tür yaşamın olduğunu savunmaları gibi. Aym mantığın farklı alanlarda yürütülmesidir bu. Arap ve İran yörelerindeki Mazdekilik ve Karmatilik için söylenen kadın ortaklığı, heterodoks hareket olması nedeniyle Alevilik-Bektaşilikle paralellik kurularak, aynı uygulama Alevilere de yükletilmeye çalışılır. Ne var ki yalnızca Alevilere, Sünnilere değil. Oysa Aleviler de Sünniler de aynı Ortaasyalı Türk toplumlanndan gelmektedirler. Bu gelenek yaşıyorsa her iki kesimde de yaşıyordur. Bu gelenekler yüzünden suçlanacaklarsa, her iki kesim de suçlanmalıdır. Geçmişlerine bakılarak suçlanıyorlarsa, Ortaasyalı Türk boy ve toplumları her iki kesimin de atalarıdır. Her iki kesim de bu toplumların devamlarıdırlar. Sünni kesimleri gözardı ederek bu tür kalıntıların tümüyle Alevilerce yaşatıldığını, Alevi çevrelerin bu tür kalıntıların taşıyıcıları ve sürdürücüleri olduğunu savunmak, sosyolojiyle nasıl bağdaşır bilemem. Olan şu ki, şer'i çevreler öteden beri devlettir. Devletin olanaklarını kullanarak karşı kesim olan Aleviliği her yönden kıskaca alarak, bastırmaya ve üzerinde egemen olmaya çalışmışlardır. Bu tür iftiraların yalnızca Alevilere yakıştırılmasının nedeni budur, yoksa Alevilerin "mum söndürme!"lerinden değil.

XIII. - XIV. YÜZYIL TÜRKİYE'SİNDE

ALEVİLİĞİ KARALAYAN İKİ KAYNAK:

Bu dönemle ilgili iki temel kaynak vardır. Biri 1280-90'lı yıllarda Selçuklu Türkiye'sinde Aksaray'da yazılmıştır. Kitabın adı "Fustat ul-adale fi Kavâ'id is-saltana"dır. Yazan Muhammed bin Muhammed bin Mahmud el-Hâtib'dir. Eski Mazdek, Babek, Hurremi ve Batıni toplulukları ve akımlarıyla yola çıkar. Zamanında "Cavlakiler" olarak adlandırdığı Alevi heterodoks kesimleri bu tür topluluk ve akımların devamcığı olarak suçlar. "Zındık", "İbahi", "Rafizi" olarak değerlendirir. Namaz, oruç, hac gibi İslamın kurallarını yerine getirmediklerini belirtir. Yalnız kadın ortaklığı, cinsel konukseverlik, yakınlarıyla evlilik ve cinsel ilişki gibi yaşantılarla suçlamaz. Bu topluluklarda, bu tür durumlann olduğuna değinmez. Umarım Alevi-heterodoks toplulukların böylesi bir yaşantıları olsaydı, yazar bu yanlarını belirtmekten kaçınmazdı. Dahası açıklamaktan zevk alırdı. Dönemin gözlemcisi olan bu yazar, bu tür bilgiler vermez (29).

İkinci kaynaksa Osmanlılar'ın kuruluş yıllarına rastlar. 1340'lı yıllarda Niğde'de yazılmıştır. Yazarı şeriat ve ulema kesiminden Niğde'li Kadı Ahmet'tir. Kitabın adı "El-Veledü'ş Şefik"tir. Kaynak Niğde-Aksaray dolaylarındaki Taptuklu, Gökbörioğulları, Turgutoğulları, İlminoğulları, Şeyh İbrahim Hacı yanlıları, Luluva göçebe Türkmenleri'nden ve madenciliği, odunculuğu, kömürcülüğü meslek edinen topluluklardan söz eder. Ona göre "Cihan" bu gibilerle doludur." Osmanlı şeriatçısı bu boyların "İbahiye" mezhebinden olduklarını, "konuklarına kadınlarını sunduklarını" ve "çam ağacına taptıklarını" yazar.

Kadı Ahmet'e göre; "İblisin kızının öğretmesiyle, kadınların kadınlarla çiftleşmesi, ev sahibinin kızını, karısını ve kızkardeşini konuğuna-komşusuna ve temiz kişilere bağışlaması töresi bu toplumdan kalmıştır. Bunlardan önce hiç kimse böyle bir şey bilmezdi. Anadolu'da her şeyi mübah bilenlerden ve Türk şeyhlerinden bir toplum vardır. Onlara (Taptuklular) derler. Onlar da bu töreye uyarlar. Konuklar hakkında bunu adamlık bilirler. Efendimiz (Nureddin el Mekki) onlarla bulunmuş birçok şaşılacak şey görmüştür. Kullarına da bunları anlatmıştır" "Salih Peygamber zamanındaki kötülükler bu Taptuklular arasında yürürlülüktedir". "İbrahim Hacı hile, zındıklık ve sihir fenniyle uğraşmakta, Müslümanların karı ve çocuklarına egemen olmaktadır. Zamanın emiri ve hakiminin hükmüyle Niğde kadı ve naibleri tarafından öldürülürse fitne çevre yörelerden ve ülkelerden kalkacaktır". "İbahiye topluluğunun en büyüğü Niğde'de oturan, kendisine Kera-meti adını veren Ereğlili birisidir" (30).

Kaynakların bildirdiği bu toplulukların çoğu hakkında bir bilgimiz yok. Bu topluluk ve boyların özel olarak araştırılması gerekir. Gökbörioğulları acaba başında ünlü Muzaffereddin Gökböri'nin olduğu Erbil Hükümdarlığı mı? Onların bir uzantısı mı? Şimdilik bilemiyoruz. Fakat bunların birer Alevi-Türkmen boyları, beylikleri olduğu muhakkak. Yalnız kaynağın oldukça karalamakta amaçladığı Taptuklular çok iyi biliniyor. Ünlü mutasavvıf ozanımız Yunus Emre'nin bağlandığı bir akım ve içinde yeraldığı bir Alevi-heterodoks topluluk. Hiçbir kaynak da bu seçkin topluluk hakkında böyle bir savda bulunmamaktadır. Kapıldığı katı siyasal şeriatçı akım Kadı Ahmet'in gözlerini kör etmiş olmalı.

Kadı Ahmet'in yazdıkları ve savları bir yerde belge olamaz. Kuru bir iddiadan öteye geçemez. Yazdıklarının tanığı değildir. İddialarını bizzat görmemiş, gözlemlememiştir. Nureddin el Mekki'den duyduklannı aktarıyor. Bunu kendisi de dile getiriyor. Bu iddiayı belge olarak alsak bile tektir. Bu iddiayı destekleyen başka bir belge, kaynak yoktur (31). Mahmut el-Hatibi'nin kaynağı "Cavlakiler" olarak nitelediği Kalanderi-Haydari topluluklarına karşı olduğunu söyler, bunlan İslami kuralları yerine getirmemekle suçlar ama, namus konularına değinmez. "Kadınlarını-kızlarını ortak kullanıyorlar" gibi bir değerlendirmede bulunmaz. Eğer bu topluluklann bu tür bir yaşantıları ve gelenekleri olsaydı, onlara karşı olan, onları "İbahilik"le suçlayan Mahmut el-Hatib bu yanlarını daha da abartarak yazmaktan çekinmezdi (32).

Siyasallaşmış şeriatçılığın göremediği, sezemediği, anlayamadığı gerçekler vardır. O kesim tarih boyu Alevi gerçeğine erememiş, anlayamamıştır. Olaylara dışardan bakmış, iç yüzüne girememiş, o nedenle de kendisine ancak iftira etmek düşmüştür. Yaptığı da budur. İslamlık kadını erkeğin malı olarak görür. Alevilikte kadın erkeğin malı değildir. Erkek, kadının sahibi değildir ve sahibi olmadığı birşeyi de başkasına sunamaz. Katı İslami çevreler bu inceliği bir türlü anlayamamış, bu nedenle iftira batağına saplanmış kalmışlardır.

Alevi-Bektaşi hareketlerle Sünni nitelikli Mevlevi tarikatı Selçuklu ve Osmanlı döneminde hem içiçedirler, hem de birbirlerine rakiptirler. Toplumun başka başka saflarında yeralmışlardır. Gerek kuramsal, gerekse eylemsel çatışmaları vardır. Doğal olarak Alevi-Bektaşi hareketini çok iyi tanıyan Mevlevi kaynaklar bu tür anlatımlarda bulunur, Alevi-Bektaşi hareketine bu açıdan saldırırlardı. Ahmet Eflaki'den tutun hiçbir Mevlevi yazarı Alevi-Bektaşilerin bu yanına değinmez, bu açıdan girerek suçlamaz ve bilgi vermez.

Alevi-Bektaşilik ve Alevi-Bektaşi dervişler salt Alevi-Bektaşilerce sevilip, sayılmaz. Alevi-Bektaşi dervişlere Sünni halk da inanır ve saygı duyar. Horasan erenlerinin yatırları Sünnilerce de ziyaret edilir, adaklar sunulur. Anadolu'da Alevi-Sünni halkın birlikte sahiplendiği ve ziyaret ettiği birçok evliya mezarı vardır. Bunlar çoğunluk Alevi inancının ve kültürünün birer parçalarıdır. Babai eyleminin bastırılmasında Selçuklu yönetimi Alevi-Babai kitleleri üzerine Sünni insanları görderememiştir. Sünni çevreler de bunların maneviyatı karşısında tedirgindir. Korku, huşu ve saygı duymaktadır. Bunu yerinden gören Selçuklu yöneticileri taktik değiştirerek, bu eylemi Frank askerleriyle bastırmak zorunda kalmışlardır (33).

Kadı Ahmet'in belirttiği bu Alevi-heterodoks topluluklar bir yerde İslam öncesi dinlerinde getirdikleri inanç öğelerini sürdürmektedirler. "Çam ağacına tapıyorlardı" gözlemi onların bu yanını ortaya kor. Mahmut el-Hatib'in kaynağında da buna benzer gözlemler var. Aya, güneşe, yıldızlara "tapıldığı" anlatılmaktadır. Bu dönem Anadolu'sunda "doğa kültü"ne inanıldığı ortadadır. Bu inançlar Sünni-Alevi demeden Anadolu insanı içerisinde yaygındır. Demek ki bu toplulukların tam olarak Müslümanlaştığı, dahası Alevi ve Sünni olarak biçimlendiği bile kuşkuludur. İslam öncesi inançlardan İslamiyete geçiş aşamasını yaşamaktadırlar, bu topluluklar. Şer'i çevreler kendi ahlaksal anlayışlarına ters düşen toplulukların bu tür yaşam ve geleneklerini hemen Aleviliğe mal etmiş ve suçlama nedeni yakalamış olurlar. Bu tür toplulukların İslamlığı henüz yeterince benimsememeleri hele Sünnileşmeyip heterodoks çizgide takılıp kalmaları Mahmut el-Hatib ve Kadı Ahmet gibi şer'i çevreler için yeterli suçtur ve topun önüne alınmalıdır. Öyle de olmuştur. Bu tür toplulukların şer'i çevrelerce karalanmalannın nedeni, onların inançlarını, yani Sünniliği benimsememelerindendir. Yeni Anadolulu olan bu Asyalı toplulukların Alevi çizgide kalmalan şer'i çevreleri komplekse sürüklemiş, devlet ve çevresinin boy hedefi olmalarına neden olmuşlardır. O günlerden başlayan bu olgu ve politika bugünlere dek sürmüştür. Gerek Mahmut el-Hatib, gerekse Kadı Ahmet bu tür toplulukların tümüyle ortadan kaldırılmalarını, yok edilmelerini, yani öldürülmelerini önereceklerdir (34). İşte düşmanlığın ve kinin boyutu. Bu öneriye bakınca yapılan iftiraların nedeni kendiliğinden anlaşılmış oluyor.


Yüklə 0,63 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə