Yazar: baki ÖZ 1996



Yüklə 0,63 Mb.
səhifə6/15
tarix06.02.2018
ölçüsü0,63 Mb.
#26155
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15

Aynı yayınevinin Türkçe-İngilizce Büyük Lügatı'nda "kızılbaş" sözcüğünün karşılığı "düşük ahlaki değere sahip kişi" olarak verilir.

K.M.Vasıf Okçugil'in Kanaat Kitabevi'nde yayınlanans "İngilizce-Türkçe Büyük Lügat"ında "incest" sözcüğünün karşılığı "Kızılbaşlık, akraba ile zina" olarak karşılanır.

Aynı yayınevinin Arif Cemil Denker ve Dr. Bülent Davan'a hazırlattığı "Almanca-Türkçe Büyük Lügat"ta da "inzest" sözcüğü; "yakın kan hısımları arasında, yasak olan (memnu) cinsi mukavenet: Fücur, Kızılbaşlık, zina" olarak açıklanır.

Resulü Akdimen ile Ekrem Uzbay'ın İnkilap Kitabevi'ne hazırladıkları "Pocket Engilsh Dictionary" adlı sözlükte "incest", "akraba ile zina, Kızılbaşlık" demektir.

Kari Steverwald tarafından yazılan Otto Harrassowitz Verlag yayınevince basılan "Almanca-Türkçe Sözlük"de "Blutschande-Inzest" sözcüğü "yakın akrabalarla zina, Kızılbaşlık" olarak verilir.

Bunlar bilim adına, düşünce adına, yazım adına, yayın adına, eğitim adına, kısacası insanlık adına iğrenç şeyler. Alevilere tarih boyu böyle bir kampanya yürütülmüştür. Bu kampanyanın bugün de eğitim ve yayın kuruluşlannca sürdürüldüğü görülmektedir. Yapılan şey Osmanlı mantığının yaşatılmasıdır. Ne var ki bu Atatürk Türkiyesine yakışmaz. Bu mantıkla ve bu düşünceyle ulusal birlik ve bütünlük kolay kolay sağlanamaz. Bu insanlık düşmanı, Türkiye düşmanı mantık aradan çekilmelidir. Yeni Türkiye'nin yaratıcısı olacak olan yeni kuşaklar bu zehirle zehirlenmemelidir. Yoksa ülkemizin sonu karanlığa gider.

Mezhepler ve Tarikatlar Tarihçisi E.B.Şapolyo

Sapla Samanı Karıştırıyor :

E.B. Şapolyo kitabının birçok yerinde "mum söndürme"nin Rafizilerde ve Karmatilerde olduğunu, Alevi ve Kızılbaşlarda kesinlikle bu tür ahlak dışı uygulamaların görülmediğini belirtir (4). Böyle olmasına karşın, bir başka yerde Kızılbaşlarda evlilik olayını anlatırken II. Abdülhamit döneminde Alevi-Kızılbaş toplumu için hazırlanan bir raporu kendi anlatımı gibiymiş vererek, okuru çelişkiye düşürür. Seyyidin nikâh olayına yer veren bölümünde, "iki nesib (musahip) birbirine helâl olurlar". Kızılbaşlarda itikâd ve âdetlerden birinin de "çerağ söndürme" olduğunu, yılda bir kez mutlaka yapıldığını, "seyyidin yanına en güzel kızlar ve yakışıklı gelinlerin oturtulduğunu", sabahlara kadar "içkiler içilip raksedildiğini" tırnak içine almadan vererek bu kanıları sahiplenir konumuna düşer ve yazım hatasından dolayı Alevi toplumunu incitir. Nusayriler'in sabah işe giderken karılarının üç kez "rahmini" öperek, "senden çıkar ve sana döneriz" ayetini okuduklarını dayanaksız ve kanıtsız olarak yazması bu toplumu üzmüş, bir iftirayla karşı karşıya bırakmıştır.

Hangisine inanacağız? İlkine mi, sonraki yazdıklarına mı? Kafasındaki, düşüncesindeki ve yazdıklarındaki bu karışıklık nedir? Oysa Kızılbaşlığı, "toplumsal bir düzene ve bir hukuk anlayışına göre kurulmuş bir tarikat" olarak tanımlıyor (6). Toplumsal ve hukuk düzenliliği taşıyan bir tarikatta bu tür ahlak dışılık ve düzensizlikler olası mı? Öyle sanıyorum ki bu tür kuruntular Şapolyo ve Şapolyo gibi yazarların beyinlerindeki kuruntuların izdüşümleri, yansımalarıdır. Veya yanlışlıklarıdır. Oysa bunlann gerçekle bir ilgisi yoktur.

Edebiyat Dünyasından Bir Karases:

Ömer Seyfettin ders kitaplarına kadar girmiş, Türk toplumuna kendini kabul ettirmiş, ünlü bir öykücü ve romancıdır. Kitapları çocuklarımızın ve gençlerimizin elinden düşmez. Milli Eğitim Bakanlığı'nca okullara ve öğrencilere okunması örenilmiştir. Gel gör ki bu ünlü romancı da kendini Kızılbaşlık saplantısından kurtaramaz ve yeri geldiğinde zehrini kusar. "Harem" adlı kitabında Nazan'la Sermet adlı kahramanlarının ağzıyla söyleyeceğini söyletir. Boşanma yolunda olan bu çift birbirlerine yazdıkları anılarını okurlar. Yazar bu kahramanlarının ağzından Alevi-Kızılbaşlığa baltasını indirir. Doğallıkla bizlerin kendisine çocukluğumuzdan beri olan beğenimiz ve sevgimize de baltayı indirmiş olur. Sözü gediğine koyarak Alevi-Kızılbaşlığı şöyle karalıyor. İlgili bölüm şöyle:

"- Promiscuite ne?

- Evvel zamanda, insanlar, daha hayvanlara pek yakın iken ferdi izdivaç yokmuş. Sürü halinde yaşarlarmış. Kabilenin bütün erkekleri, bütün kadınların müsavi surette kocası imiş.

Nazan şaştı:

- Olur iş değil...

- Neye? Basit bir teşkilatın basit neticesi? Doğan çocukların anası babası da kabilenin bütün halkı imiş. Bu hâl, âyin gibi hâlâ bazı cemaetlerde devam eder. Meselâ 'Kızılbaşlar' gibi... Ne ise... okuyorum:

Kâğıtların açılması, mumun sönmesi... Her kadın yabancı bir erkekle ruhen birleşiyor. Yalnız eskiden vücutlar birleşirmiş; şimdi ruhlar... Bu vahşet, bu iptidailik değil de nedir?" (7).

Hukuk Bilimi Çevresinden Gelen Karases:

İki hukuk hocası evlenme çerçevesinde yakın akrabaların evlenme/evlenememe durumunu incelerler. Amaçları güya aile hukuku ve medeni hukuk alanında tarihsel, sosyolojik tesbitlerden yola çıkarak Türk toplumunun aile yaşatısına hukuk düzenlemesi getirmektir. Yasa dışı çocukların durumuna "inceste" kavramıyla yaklaşılır. Buna toplumumuzda ve tarihimizde dayanak aranır. Bu bilim adamlarının kuramlarına dayanak, Alevi-Kızılbaş toplumunun yaşatısında bulunur. Bilinen iftira bir kez de hukuk bilgini geçinenlerin kaleminde ve üniversite kürsüsünde yinelenir. İşte tesbitleri:

"Anadolu'da çok yakın akrabası ile cinsi ilişkide bulunan kimselere Kızılbaş derler. Bu sözcük aynı zamanda Alevi (Şii) bir tarikatın adı ise de; birçok yerde halk, çok yakın akrabası ile cinsi ilişkide bulunan kimseye dahi 'Kızılbaş' demektedir. Kullanılan sözcük bir tarikatın adı olması dolayısıyla doğru ve yerinde görülmezse de; sözü geçen fiilin diğer cinsi ilişkilerden bir sözcükle ayırt edilmesi halk arasında bu kavramın ortaya çıkmış olduğunu göstermektedir" (8).

Bu hukuk hocalarının bilim dışılıkları, bilim adına ciddiyetsizlikleri bu kadarla da kalmaz. Bilim dışı düşüncelerini, yine bilim dışı yöntemlerle kanıtlamaya çalışırlar. Dahası demokrat, laik ve aydın biri olarak tanınan ve bu uğurda yaşamını ortaya koymuş hukuk bilgini Prof. Muammer Aksoy'un adını ve kitabını kullanarak bunu yaparlar. Oysa ki gönderme yaptıkları bu kaynak, bu iki ciddiyetsiz bilim adamını (!) kanıtlamak orda dursun, tersini getirir. Bu hocaların Alevi-Bektaşiler hakkındaki kanaatlarını onlardan çok önceleri çürütmüş ve tersini savunmuştur. Demek ki toplum sevgisinden uzak oluş, insanı bilim adamı da, hukuk adamı da olsa şeriatın bağnaz batağına sürükleyebiliyor, kanıtları tersine çevirttirebiliyor, kişiyi çağın gerisine düşürebiliyor. İşte Prof. Aksoy'un başvurulan görüşlerinin ilgili bölümü:

" 'Kızılbaş' denilen bir Şii tarikata mensup kişilerce, pek yakın akrabalar arasındaki cinsi ilişkinin (hatta usul-füru ve kardeşler arasında bile) uygun görüldüğü söylenmektedir. Anadolu'da halk arasında 'Kızılbaş' denilen Aleviler hakkında bu gibi söylentiler olmakla birlikte, söz edilen bu yön kesin ve müsbet bir delille kanıtlanmış değildir. (...) ileri sürülen bu suçlamalar, kanaatımızca, Alevileri ne olursa olsun mahkum ve yoketmek isteyen bağnaz Sünni hocaların, bunlar üzerine halkın nefret ve düşmanlığını çekmek için garazkârca uydurdukları hayallerdir" (9).

Yargı sağduyulu okurumuzun...

Güner Ümit Olayıyla Ortaya Çıkan Bilinçaltındaki Karases:

Güner Ümit'in gevezeliği Alevileri yaraladı. Gerici ve bağnaz çevrelerin zehri bir kez daha kusuldu. Osmanlı'ya göre hiç de ilerlemediğimiz, Atatürk'ün amaçladığı o zihniyet değişikliğini gerçekleştiremediğimiz, umarım anlaşılmıştır.

Osmanlı Devleti, Safevi yanlısı olarak gördüğü Alevi toplumunu "Kızılbaş" olarak adlandırıyor ve "Vatan haini" olarak niteliyordu. Bu toplumu yok edebilmek için, her İran'a sefer düzenlendiğinde Alevi kırımı yapıyor, binlerce Alevilerin mülklerini Sünnilere ve düzen yandaşlarına dağıtıyordu.

Tescilli şeyhülislamlarına ve ulemalarına Alevilerle ilgili fetvalar düzenlettiriyordu. Bu fetvalarda Alevinin "katli helâl, malı haram" kılınıyordu. Cem törenleri yasaklanıyor ve basılıyordu. Alevi klasiklerine elkonuyor ve yakılıyordu. Cemlerde yapılan dinsel törenler "fisk-i fücur" olarak niteleniyor, Aleviler sürekli töhmet altında tutuluyordu. Müftü Hamza'nın, İbni Kemal'in, Ebussuud Efendi'nin ve daha birçok ulemanın fetvası bu karalamalar üzerine oturtulmuştu.

Bürokratların ve askerlerin tutumu bundan farklı değildir. Onlar devletin bu genel politikasını uygulamaya sokuyor, düzenin sürmesi adına yaşama geçiliyorlardı. Alevi-Türkmen boylarının Rumeli'ye, Madon, Koron gibi Yunanistan'ın batısındaki adalara ve Kıbrıs'a sürülmelerinin nedeni buydu.

Osmanlı tarihi boyunca Aleviler bir bakıma yeraltına çekilmişlerdi. "Takiyye" denilen gizlenmeyi yaşamsal görmüşlerdi. Ancak böylece cem-cematlerini yapıyor ve varlıklarını sürdürebiliyorlardı.

Oldukça da kan kaybına uğramışlardı. Tarihte Alevi olarak bilinen birçok yöre, topluluk ve köy bugün Sünnidir. Bu, Osmanlı'nın sistemli baskısının ve Sünnileştirme politikasının bir sonucudur. Daha XVII. y.yılın başlarında Aziz Hüdai Efendi gibi ulemadan kimileri devlete Alevi yörelerine camiler yaptırılarak, buraların sünnileştirilmesini önermekteydiler.

Osmanlı'daki bu toplumsal, siyasal ve ideolojik yapılanış Alevi toplumunu karşısına düşürdü. Alevi toplumu, muhalif bir kimlik altında hertürlü baskı, şiddet, yıldırma, karalama, aşağılama ve suçlamaya karşın varlığını koruyarak bugüne kadar sürdürdü. Sürdürdü ama, yüzlerce yıl devletin menfi propagandasının hedefi olarak doğallıkla. Medrese gibi devletin eğitim kurumları, cami ve tekkeler gibi Sünni İslamın inanç-ibadet kurumları toplumu Alevilerden uzaklaştırıcı propaganda yaptılar. Osmanlı yazını ve litaratürü Aleviliği aşağılayan pasajlarla doludur. Bu düşmanca çalışmalarla toplumda Alevilikle ilgili her türlü aşağılamalardan oluşan bir bilinç oluşturuldu. Kendini ve çağını aşamayanlar, bu sahte bilinci bugünlere taşıdılar ve bugün şöyle veya böyle kusuyorlar.

Doğallıkla, bu salt Aleviliğe özgü değil. Kurulu düzenin karşısında yeralan, baskıcı devlet düzenine boyun eğmeyen, adaleti, eşitliği, paylaşımcılığı, toplumculuğu, aydınlanmayı, özgürlüğü isteyen her düşünce ve hareketin başına gelmiştir. Geçmişte Batınılik, Karmatilik, günümüzde Komünizm gibi düzen ve hareketler bu karalamaların boy hedefi olmuşlardır. Kurulu düzen, karşısındaki muhalif hareketi söndürebilmek için toplumu en canalıcı noktasından yakalamış, muhaliflerini "kadın ortaklığıyla" suçlamış, böylece yüzyıllarca düzenlerini sürdürmeyi başarabilmişlerdir. Ne yazık ki Güner Ümit gibi aydın geçinenler düşüncesizce yaptıkları "gaf"larla katkıda bulunmuşlardır.

Oysa şuna dikkat etmek gerekir. Karnındaki çocuğun kime ait olduğunu tartışmaya açarak, daha acısı (kendi) "babasından mı aldığını" ağıza alacak kadar haya damarı çatlamış olan Güner Ümit'in hostesi ne Alevidir, ne de Komünist. Burjuva toplumunun bir bireyidir. İşin en acısı böyle bir aşağılığın içerisinde olmasına karşın kendisine "Kızılbaş mısın?" diye sorulduğunda "Estağfurullah"la karşılık veriyor. Özürü kabahatinden büyük. Hem utanılacak bir konumda, insanlık ve kişilik onurunu çiğnemiş, hem de bu haline bakmayarak "Kızılbaşlık"ı hor görüyor ve tepki gösteriyor.

Bunlar, yüzyıllardır bilinçaltına işlenen düşmanlıkların kusulmasıdır. Barışık olmak amacında olan toplumumuzu sokağa döker, ayrılık tohumlarını yeniden yeşertir. Böyle bilinçsiz beyinlerin toplumumuza zarar vermesine tüm demokrat, aydın, laik çevrelerin izin vermeyeceğine inanıyorum.

Güner Ümit Olayının Ardındaki Önyargı ve Toplumuzda Açtığı Yaralar:

Alevi toplumu zaman zaman yaralar alıyor. 1977'de TV'de yayınlanan "Aşk-ı Memnu" filminde "Kızılbaşlık" karalanıyordu. Alevi toplumunun tepkisi o gün pek güçlü olmamıştı. Çıkarılan ses, örgütsüz toplumun güçsüzlüğünün cılız sesiydi. Fakat artık günümüzde Alevilik bir yükselen değerdir. Alevi toplumu kimliğini kazanma sürecine girmiştir. Bu, haliyle örgütlülük gerektirmektedir. 1995'lerin Alevi toplumu 1977'lerin Alevi toplumuna göre oldukça ileridedir. Daha örgütlüdür ve kimliğinin bilincindedir. Türkiye toplumunun bunu görmemezlikten gelmesi, gerçekler karşısında devekuşu gibi kafasını kuma gömmesi bir çözüm değildir. Alevi-Bektaşilik bir toplumsal gerçeklikdir, bir Türkiye gerçeğidir. Bu toplum küçümsenmemeli, görülmemezlikten gelinmemeli, onların insan hak ve özgürlüklerine değer verilmelidir. Yoksa Türkiye'deki demokrasi sakat yürür, insan hakları sınavında sınıfta kalır, kendi toplumunu kendisi başına sorun yapar.

Doğallıkla bu hoş birşey değil. Aleviler sorunlu toplum özlemiyorlar. Gönenç duyacakları toplumsal ortam onların özlemi. Yapıları gereği banşçı, paylaşımcı ve toplumcudurlar. Bu nitelikleri onların insancılık yanını öne çıkarmıştır. Alevi toplumunu tanıyan, araştıran, inceleyen ve gözlemleyen yerli ve yabancılar bu kanıdadırlar.

İnsanlar çevreye, başkalarına kendi gözlükleriyle bakarlar. Kendileri nasılsa başkalarını da öyle görürler. Sevecen Alevi toplumu insanlara sevecence yaklaşmış ve sürekli istismara uğramıştır.

Kafası şeriatçı bağnaz çevrelerin yarattığı iftiralarla doldurulmuş ve o doğrultuda koşullandırılmış insanların Alevinin sevecen ve insancıl yapısını görmesi, değerlendirmesi olası değildir. Doğallıkla kafasında oluşturduğu zehirli tortuyu bilerek veya bilmeyerek kusacaktır. Zaman zaman Türkiye'de kullanılan [yumurtlanan?] "cevahir"ler bu türdendir.

Günlük yaşamımızda bu tür örneklere çok rastlamışızdır. Bunlar çoğu kez çeşitli nedenlerle basına da yansıyorlar. Güner Ümit olayı bu yansıyanlarındandır.

Anlatımlar hep "mış"lı olur. "Efendim duyduğumuza göre", yahut "büyüklerimizin anlattığına göre" denir ve başlanır Alevileri aşağılayıcı uydurmalar anlatılmaya. Hiç kimse araştırmamıştır, incelememiştir. Bilimsel bir araştırmanın sonucunu kimse vermez. Hep, küflenmiş ve koşullandırılmış beyinlerin uydurdukları, yeni düşmanlıklarla bezetilerek aktarılır. Türk toplumunun modern değil, gelenekçi ve feodal yapısının bir sonucudur bu. Okumuş-yazmış, dahası aydın geçinenler de aynı biçimde hareket ederler. "Dedemden, babamdan duyduğuma göre" diyerek duyduklarını anlatırlar. İşin ayıbı zaten burada. Türkiye'nin okumuşu, aydını, yazarı-çizeri babasının çağını ve zihniyetini aşamıyor. Bir geri çağda, zamanda bocalayıp duruyor. Türkiye'nin yerinde sayışının, geriye kalışının, çağdaş gelişmelere uzaktan seyirci kalışının nedeni işte bu. Gelişmede, ilerlemede, çağdaşlaşmada halkına/toplumuna önderlik edecek, çığır açacak, yolgösterecek, toplumun lokomotifi olacak, okumuş-yazmış, aydın, sanatçı, yazar-çizer kendi toplumunun gerisinde. İşin korkuncu budur. Ülkemiz açısında düştüğümüz karamsarlığın nedeni bu. Güner Ümit'in gafı Türk aydınının bu zavallılığını bir kez daha ortaya serdi sanırım.

Kaldı ki gerçekler çok farklı. Bu asıl gerçekler/doğrular araştırılıp incelenmek ve ortaya konulmak istenmiyor, kaçınılıyor. Doğrular araştırılsa ve ortaya konsa, doğruları söylemeye bağlı kalınsa hiç de yalanlar-yanlışlar yumağında boğulmayacağız. Belki doğru olmanın, dürüst olmanın, bir okumuşa, aydına, sanatçıya düşen doğruyu söyleme ve gerçekten yana olma onurunu yaşayacağız.

Gerektiğinde küçümsenen, "Türk tarihini doğru ve yansız yazmamışlar" dediğimiz yabancı araştırıcı ve tarihçiler, yerli geçinen Türk ve Müslüman tarihçilerden ve araştırmacılardan daha dürüst kalmış ve doğruyu söylemişlerdir. Yabancı tarihçilerin Anadolu'da ve Türk toplumları hakkındaki görüşleri şudur:

"Anadolu'da ve Türkler arasında toplu fuhuş yoktur".

İş Aleviliğe dökülünce şeriatçı tarihçiler ya ağızlarını kapıyorlar, ya da karalama furyasını sürdürüyorlar. Doğruluk, yansızlık ve bilimsellik bunun neresinde?

Oysa, Alevi-Bektaşiliğin yaşantısı, yaşam felsefesi ve ahlaksal değerleri çok farklı. Hakkındaki bu tür gerici, bağnaz ve düşmanca iddiaları çürütecek durumdadır. "Eline, beline, diline" ilkesi; bağlılığı ve dürüst davranmayı gerekli kılar. Aleviler bu ilkeyi yaşama geçirmişlerdir. Alevilikte, "Harama uçkur çözülmez". Alevilikte kadına değer verilir. Zinanın dışında kesinlikle kadın boşanmaz.

Sorarım, bu yüce değerler Aleviliğin dışında hangi felsefede vardır ve hangi toplumca yaşama geçirilmiştir? "Beline" dürüst olmayı, namusunun-eşinin dışındakilere bakmamayı ve eşinin dışındakilerle yatmamayı savunan ve yaşamına sokan, bir yaşantı ilkesi haline getiren kişi/kişiler/toplum nasıl olur da kızıyla, bacısıyla, anasıyla yatar? Uydu mu, yakıştı mı?.. Bu iftiranın uyar bir yanı var mı?.. Bu iftiralar akılla, akılcı düşünceyle bağdaşır mı?.. Elimizi vicdanımaza koyarak düşünelim ve yanıtlayalım. Kadının kötü yola düşüşünü önlemek, ona yaşam güvencesi sağlamak, çocuklara sağlıklı büyüme ortamı yaratmak için hangi felsefe/toplum boşanmayı sıfırlayacak ölçüde azaltmıştır?.. Yalnızca Aleviler... Bu Türkiye'de sosyolojik bir olgudur, gerçekliktir. Bunları Alevi-Bektaşilik ilke edinmiş ve yaşama geçirmiştir. Bu gerçeği hiçbir akılcı ve yansız düşünen yadsıyamaz. Yeter ki olaylara dürüst, önyargısız ve ardniyetsiz bakılsın.

Ardniyetsiz, önyargısız, dürüst, akılcı ve araştırıcı bir toplum özlemimizdir... Sanırım, toplumumuzu bu tür iftiralardan ancak, bu değerlere sahip olmakla kurtarabileceğiz. Türkiye'nin özlemi ve amacı bu niteliklere ulaşmış bir toplum yaratmak olmalıdır.

Güner Ümit Olayıyla Ortaya Çıkan Türk Aydınının Aymazlığı:

9. Ocak (1995) günü akşam İnterstar TV kanalında izlediğimiz bir proğram bizleri üzdü, yaraladı. Toplumsal barıştan yana olan tüm çevreler ile demokrat, laik ve devrimci kesimler de bu proğram karşısında yaralandılar. Toplum, tepkisini anında gösterdi. Tepki, Alevi toplumuna yakışır bir tepkiydi. Ölçülü ve ilkeli oluşu bunun göstergesidir.

Gönül ister ki ülkemizde bu tür toplumsal birlik ve bütünlüğü yaralayan, kimi çevrelerin onuruyla oynayan davranışlar olmasın... Bu tutum ve davranışlar sonucu yaralanan kesimler tepki göstermek zorunda kalmasın, sokaklara dökülmesin...

Bunlar bilerek mi yapılıyor, bilmeyerek mi?.. Yani bu yaralayıcı söz ve davranışlar planlı ve programlı birer davranışlar mıdır?.. Umarım bilinçsiz yapılıyordur...

Bilinçli de, bilinçsiz de yapılsa sonucu olumsuz. Rencide edici, kırıcı, üzücü şeyler... Sonuçta ulusal ve ülkesel birlik ve bütünlüğün zedelenmesine ortam hazırlayan davranışlar bunlar.

Kimsenin de ülkemizi ve toplumumuzu böyle bir ortama sürüklemeye hakkı ve yetkisi yoktur.

Alevi toplumu ağırbaşlı ve oturaklı bir toplum. Sağduyulu olmayı bilir. Geçirdiği tarihsel deneyim onlara bu niteliği kazandırmıştır. Daha zor koşullarda yaşam ve onur savaşımını verebilmiştir. Bugün de vermesini, gerektiğinde direnmesini, onurunu korumasını bilir.

Onurlu insanlar, onurun değerini bilirler. Onurlu toplumlar da öyle. Onurlu insanlar, toplumlar başka insanların-toplumların onuruna saygı duyarlar. Onursuz insanlarda/toplumda doğallıkla başkalarının onuruna saygılı olması beklenemez. Alevi toplumunun onuruna yönelik böyle bir karalama karşısında, Alevi toplumunun ölçülü direnci böyle bir onur anlayışının sonucudur.

Biz Güner Ümit'in bilinçsizce o sözleri kullandığına inanıyor ve inanmak istiyoruz. Alevi toplumu bu açıdan onu bağışlıyor da. Ama, Kızılbaşlık-Alevilik-Bektaşilik olgusunun kendi yaşadığı toplumun aydınlarınca tanınmayışını sanmıyorum bağışlasın...

Güner Ümit, bir TV programı yapabilecek düzeye gelmiş biridir. TV, bir yayın, kültür, eğitim organıdır. Bir uygarlık aracıdır. Güner Ümit ve Güner Ümit'ler yüksek eğitimler görerek, yabancı diller öğrenerek, dünyayı tanıyarak buralara gelmişlerdir. En azından ben böyle görüyorum. Haritada yerini gösteremeyecekleri bir yerdeki toplumları, yaşantıları, siyasal hareketlerini bilirler, ahkâm keserler. Ama kendi ülkelerinde, birlikte yaşadıkları insanları/toplumu tanımamaları, onlar hakkında birkaç kitap okumamaları, dahası babadan-dededen duyduklarıyla yetinmeleri utandırıcıdır. Bence bağışlanamaz olanı budur. Ne yazık ki ülkemizde basın, yayın, TV, yazın ve sanat çoğunluk bu kapasite ve nitelikteki insanların elinde. Toplumumuzun eğitilmesi, kültürlenmesi ve bilinçlenmesinde bu alanlar oldukça etkenler. Babadan-dededen kalma Ortaçağ kalıntısı fanatik ve gerici düşünce kırıntılarıyla toplumu yoğurmanın, sözüm ona bilinçlendirmenin sonucu ne olur?.. Öyle sanıyorum bugünden belli...

Elimizde, Güner Ümit ve Güner Ümit gibi duyduklarıyla "şov yapan"lara "Allah akıl-fikir ihsan eyleye" demekten başka bir şey gelmiyor. Umarım yazarı, çizeri ve sanatçısıyla Türk toplumu bu olanlardan ders çıkarır ve kendisine çeki düzen verir. Eğitme ve bilinçlendirme işi yapan bu kişi, kurum ve kuruluşlar hata ve cahillikleriyle toplumun huzursuzluklarına yol açmaz, dahası gönençli ve barışık yaşamalarını iş edinirler.

Doğallıkla bunun için de önce kendilerini yetiştirir, bilgilenir, yakından uzağa doğru yaşadığı dünyasını tanırlar. Ama, önce varsa kafalarındaki ardniyetliliği atmalılar.

Öyle sanıyorum ki, bu da bir zihniyet değişikliğini gerektirmektedir. Türk aydınının acil sorunu budur. Türk aydını henüz çocukluk dönemini yaşıyor. Amaçsız ve yetişmemiş bir çocuk...

Türk aydını önce insanı/toplumu sevmeyi amaçlamalı. İkinci olarak öğrenmeli... En son öğretmeli ve bilinçlendirmelidir. Öncelikle bunlara kendisinin acil gereksinimi vardır. Çünkü, bilgisi olmayanın düşüncesi olmaz.

Güner Ümit Olayının Düşündürdükleri:

Güner Ümit'in İnterstar TV kanalındaki şovundan toplumumuz için kimi dersler çıkarılmalıdır. Şöyle ki;

• Türk aydını yetersizdir. Aydın olduğunu söyleyen okumuş kesim, aslında okumamıştır. Okumadıkları bu tür gaflarıyla bilinçsiz olarak ortaya çıkmaktadır. TV gibi önemli bir yayın organının programcısı birlikte yaşadığı toplumu bilmiyor, tanımıyor. Bu toplum hakkındaki bilgileri dededen-babadan duydukları kimi fanatik ve gerici kafaların Ortaçağ baskıcılığı altında ürettikleri bilgi ve düşünce kırıntılarından ibarettir. Günümüzde Alevilikle ilgili yerli-yabancı onlarca kitap, araştırma olmasına karşın Güner Ümit bunlardan hiçbirini okumamış, okuma-inceleme gereğini duymamıştır.

• Gelenekçilik ve gelenekçiliğin gereği olan sözlü bilgi edinme aydın geçinen okumuş kesim için de geçerlidir. Güner Ümit ve Güner Ümit gibilerinin yazılı kaynaklara başvurmayışı, sözlü aktarımlarla yetinmesi, aydın ve kentli kesimin dahi gelenekçi toplum yapısını kıramadığını gösterir.

• Türk toplumunun acil gereksinimi zihniyet değişikliğidir. Güner Ümit kötü niyetli olmadığını söylemesine karşın, bu varolan toplumsal gerçeği değiştirmez. Türkiye'de tarihsel yönlendirmelerin sonucu olarak; bir kesim bir başka kesime karşı hoş bakmıyor demektir. Bu hoş bakmayış feodal yapısını kırmış, kentlileşmiş ve aydın sayılan kesimler içerisinde bile var. Güner Ümit'in bilinçsizce dile getirdiği anlayış bu bakışın sonucudur, kanıtıdır. Eğitim gördüğünü ve aydınlandığını sanan okumuş kesim bile gerekli zihniyet değişikliğini yaratamamış ve çağın gerisinde kalmıştır. Birlikte yaşadığı bir topluma hangi koşullar altında bu tür karalamaların yapıldığını anlayamamış, halkı eğitmeyi, bilinçlendirmeyi üstlenen bu kişi ve zihniyet halkın gerisinde kalmıştır.

• Geleneksel bilgilerle ve sözlü duyumlarla yetinmek, XXI. y. yıla ulaşan Türkiye toplumunu nasıl çağdaş teknolojiye, kültüre, anlayışa ulaştırır?.. Bu tutumla çağdaşlaşılır mı?.. Düşündürücü bunlar. Bireysel olarak dedesini-babasını aşmayan/aşamayan oğul, toplumsal olarak da bir önceki kuşağı aşamayan genç kuşakların yarattığı toplum, ileri toplum kabul edilebilinir mi? Bu yaratılan toplum ilerlemiş-gelişmiş toplum sayılır mı? Ama, öyle sanıyorum ki önceki dönemi aşamayan toplum duraklamıştır. Önceki dönemin gerisine düşülmesi kaçınılmazdır. Dededen-babadan edilirken duyum ve bilgi kırıntılarıyla yetinen aydınların varacağı yer çağın gerisidir.

• Alevi aydınları da bu durumda sonuçlar çıkarmalıdırlar. Görüldüğü kadarıyla yazılan-çizilenler Alevi toplumu içerisinde kalmakta. Alevi toplumunun dışına ulaşılamamaktadır. Alevi toplumunun dışındaki okur Alevi yayınlarına yabancıdır, uzaktır. Bunun çeşitli nedenleri vardır.

1) Alevi toplumu geniş kitlelere ulaşabilen yayınlar yapamamakta ve günümüzde en etkin bir iletişim aracı olan televizyondan seslenememektedir.

2) Alevi toplumunun dışındaki okur, Alevi yayınlarını ciddiye almamakta, bu yayınlar karşısında çekingen davranmakta ve uzak kalmaktadır. Kanıma göre Alevi toplumu bu olumsuzlukları aşmalıdır.


Yüklə 0,63 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə