83
olduğu her zaman ileri sürülmüştür. Doğruluk payı bulunan bu görüşe göre Gazâlî,
ilk sûfilerden beri süregelen adı konmamış bir İşrâkiliğe yeniden şekil vermiş, bu da
Sühreverdî için ilhâm kaynağı olmuştur. İlk sûfîlerde ilhâm ve keşf gibi sadece bir
bilgi edinme aracı olan işrâk Gazâlî‘den sonra özellikle ―şeyh-i İşrâk‖ ve ―hakîm-i
ilâhî‖ diye tanınan Sühreverdî‘nin çalışmalarıyla kapsamlı bir tasavvuf felsefesi veya
teosofik bir tasavvuf haline gelmiştir.
173
Sühreverdî‘ye göre biz bedenlerimiz alâkalarından temizleyip ilâhî nurları
düşünmeye dalınca, nefislerimiz ilâhî idrakler ve tecelliler ile dolar. Bedenî
tutkulardan arındıkça ilâhî nurlar artar. Felekî hareketlerin yenilenmesiyle de hareket
yenilenir ve devam eder. Bu zincirleme yenileniş ile süflî âlemde hadiselerin zuhuru
birbirini takip eder.
174
Sühreverdî, İşrâki doktrinini temellendirirken Meşşâî felsefenin problemleri
üzerinde yürür; bunlardan bazısını değiştirerek sistemine alır, bazısını da reddeder.
Mesela Aristoculuk‘ta varlığın en yüksek cinsleri sayılan on kategoriyi cevher,
hareket, izafet, nicelik ve nitelik olmak üzere beşe indirir, yani bir varlığı diğerinden
ayırıp tanımada bu beş kategorinin yeterli olduğunu söyler. Ayrıca kategorilerin
Aristo‘dan değil Pisagorcu bir filozof olan Arkhutos‘tan alındığını iddia eder.
Aslında Sühreverdî, mânevi varlıkları hesaba katmadan varlığı sadece maddeye
indirgeyerek kategorileri belli sayı ile sınırlamanın ve bunları varlığın temel formları
saymanın yanlış olduğu kanısındadır. Esasen ona göre kategorilerin ilme pek fazla
katkısı da yoktur. Bundan başka Sühreverdî, Aristo‘nun tarif anlayışını da eleştirir.
Buna göre eğer bir şeyin tarifi o şeyin cinsiyle faslından (temel özellik) yapılacak
173
Kaya, a.y.
174
Bolay, a.g.e., s.121.
84
olursa herkes o temel özelliği bilemeyeceğinden böyle bir tarif istenilen kesin bilgiyi
vermeyecektir. Kaldı ki tarifi yapan kişinin o şeyin temel özelliğini doğru olarak
belirlediğinin güvencesi de yoktur. Şu halde bu konuda Meşşâîler, ―Bir bilinmeyene
ancak bir bilinen kanalıyla ulaşılır‖ şeklindeki kendi kurallarına ters düşmüşlerdir.
175
Yine Meşşâîler‘e göre cevher heyûlâ ve suretten oluşan bir bileşiktir. Onlar,
cismin ayırıcı vasfı olarak kesintili ve kesintisiz olmanın temeline heyulayı koyarlar
ve cismi tanımada miktarın bir rolü olmadığını savunurlar. Sühreverdî‘ye göre bu da
yanlış bir yaklaşımdır. Zira kesintisizlik iki cisim arasındaki sürekli bağıntıyı
belirlese de cisimden ayrı bir şeydir. Buna karşılık miktar asla cisimden ayrılmaz.
Öyleyse cisim üç boyutlu bir miktardan başka bir şey değildir. Bir başka deyişle
cisim hacimden ibarettir. Buna göre mutlak cisim (heyûlâ) mutlak miktardan, özel
cisimler ise özel miktarlardan oluşur. Nitekim aynı mumun erimiş haliyle katı hali
arasında miktar bakımından herhangi bir fark yoktur. Bu da gösteriyor ki
Meşşâîler‘in cismin temeline mahiyeti belirsiz olan heyûlâyı koymaları anlamsız bir
şeydir.
176
Sühreverdî, Meşşâîler‘in bilgi problemine getirdikleri çözümü de
eleştirmektedir. Meşşâîler, bir şeyin algılanabilmesi için onun maddeden soyutlanmış
olmasını şart koşarlar. Sühreverdî‘ye göre eğer bu iddia doğru olsaydı heyûlânın (güç
halindeki soyut madde) doğrudan algılanması gerekirdi. Halbûki heyûlâ ancak bir
form (sûret) kazandıktan sonra algılanabilmektedir. İşrâkilik‘te ise algının sebebi
nurdur. Her şey nurdan sudûr eder ve yine nura döner. Bir şeyin algılanması o şeyin
175
Kaya, ―İşrâkıyye‖, ss.436-437.
176
Kaya, a.y.
85
terkibindeki nurun miktarına bağlıdır.
Ayrıca Meşşâîler, bir şeyin algılanışı
esnasında algılayanla (nefis, akıl) algılanan şeyin sûretinin birleşip özdeşleştiğini,
yani bilen özne ile bilinen nesnenin bir ve aynı şey haline geldiğini söylerler.
Sühreverdî‘ye göre bu yanlış bir temellendirmedir; zira gerek algıdan önce gerek algı
anında gerekse algı gerçekleştikten sonra nefisle sûret (özne ile nesne) ayrı ayrı
şeylerdir; bir başka ifadeyle algılanan ne kadar çok ve çeşitli olursa olsun veya ne
kadar yenilenip tekrarlanırsa tekrarlansın algılayan nefiste herhangi bir yenilenme
olmaz, o daima sabit bir güçtür. Sühreverdî‘nin deyişiyle. ―Algı olsun veya olmasın
daima sen sensin.‖
177
İşrâki felsefede sistemin bütününe hâkim olan nur gayet açık ve seçik
olduğu için apriori bir kavram gibi tarife gerek kalmadan anlaşılır bir ilkedir. Nur,
özünde apaçık olup başka varlıkları açığa çıkarandır. Meşşâîler‘in varlığı zorunlu-
zorunsuz (vacip-mümkin) diye ikiye ayırdıkları gibi İşrâkiler de varlığı sembolize
eden nuru, var olmak için başkasına ihtiyacı olmayan ―saf nur‖ ve varlığı
başkasından olan ―arazî nur‖ diye ikiye ayırırlar. Ayrıca kendi kendine kâim olan
karanlığa ―gasak‖, başkasına bağımlı olan karanlığa da ―hey‘e‖ adını verirler. Özü
itibariyle bağımsız, şuur ve idrâk sahibi olan varlıklar saf nurdur ve bunların madde
ile hiçbir ilişkisi yoktur. Bunlara aynı zamanda ―kahir nurlar‖ denilir. Allah,
melekler, idealar ve insanî nefisler saf nuru temsil eder. Yıldızlar ve ateş gibi varlığı
başkasından olanlar ise arazî nur diye adlandırılır. Ayrıca bunlar ―müdebbir nurlar‖
diye de anılır. Cisimler ve fizikî nesneler gibi şuurdan yoksun varlık türleri asıl
karanlığı; renk, tat ve koku gibi nitelikler ise arazî karanlığı temsil eder. Varlığı
meydana getirmek üzere nurun işrâkında, yani nurlar nuru olan Allah‘tan çıkıp
177
Kaya, ―İşrâkıyye‖, s.437.
Dostları ilə paylaş: |