Allah’A İman ve allah sevgiSİ



Yüklə 86,5 Kb.
tarix06.10.2018
ölçüsü86,5 Kb.
#72850

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيم



أَجْمَعِينَ وَصَحْبِهِ وَآلِهِ مُحَمَّدٍ سَيِّدِناَ عَلىَ وَالسَّلاَمُ وَالصَّلاَةُ الْعَالَمِينَ رَبِّ لِلّهِ اَلْحَمْدُ

ALLAH’A İMAN VE ALLAH SEVGİSİ
İman, Allah'ın varlığına ve birliğine yani Allah’tan başka ilâh bulunmadığına, sonra Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v) Allah’ın kulu ve el­çisi olduğuna ve kendisine gönderilen Kur’ân-ı Kerîm’e tereddütsüz inanmak ve bunu kalp ile tasdik etmektir.1
İslâm dinine girmenin ilk şartı olan Allah’a ve Resûlullah’a (s.a.v) iman etmek, her Müslüman tarafından bilinmesi gereken “şehadet” kelimesinde toplan­mıştır. Bu mukaddes cümleyi dil ile ikrar ederek kalbiyle tasdik eden kimseye “inanmış” anlamına gelen mümin ve müslüman adı verilir.2
Kelime-i Tevhid
Kelime, “söz” anlamına, tevhid ise “Allah’ın bir ve tek olduğuna inanmak” anlamına gelir. Kelime-i tevhidi söyleyen bir kişi “Allah dışında itaat edilecek, bo­yun eğilecek, inanılacak hiçbir varlığın bulunmadığına, O’nun ibadet edilmeye layık tek ilâh olduğuna ve Hz. Muhammed’in de (s.a.v) O’nun elçisi ol­duğuna” inandığını açıklamış olur. İnsanlar bu sözü ina­narak söylerlerse müslüman olurlar.
Kelime-i tevhid şöyle söylenir:“Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah.”
Manası: “Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed (s.a.v) O’nun peygamberidir."
Kelime-i tevhid, İslâm inancının en veciz ve en özlü bir şekilde ifadesidir. Bu söz, Allah’ın (c.c) varlığına, birliğine ve Hz. Muhammed’in (s.a.v) hak peygamber olduğuna inanmayı ifade eder. Buna inanan kimse, Peygamber’e indirilen Kur’ân-ı Kerîm’e ve onun ihtiva ettiği bütün hükümlere inanır.3 Peygam­ber Efendimiz (s.a.v), “Kimin son sözü ‘lâ ilâhe illallah' olursa cennete girer4 buyurmuştur.5
Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor: "Şüphesiz Allah, yalnız kendi rızasını isteyerek, 'Lâ ilâhe illallah' diyen kimseye, ateşi yasaklamıştır.”6
Kelime-i Şehadet
Şehadet sözcüğü, “şahitlik etmek” anlamına gelir. “Kelime-i şehadet” ile "kelime-i tevhid” yakın anlamlara sahip iki ifadedir. Aralarında sadece söyleniş bakımın­dan fark vardır.
Kelime-i şehadet şöyle söylenir: “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh.”
Manası: “Ben kabul eder ve şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve yine kabul eder ve şahitlik ederim ki Muhammed (s.a.v), Allah'ın kulu ve el­çisidir.” 7
Kelime-i şehadet getirmiş olan bir müslüman, Allah’ın emirlerini yapacağına, yasaklarından kaçınacağına dair söz vermiş olur. Çünkü kelime-i şehadeti söyleyen kimse Allah’ın varlığını, birliğini ve ancak kendisine ibadet edile­ceğini kabul eder. Sonra Hz. Muhammed’in (s.a.v) Allah’ın kulu ve resûlü olduğuna şehadet eder.
Kelime-i şehadeti söyleyerek yaptığımız sözleşme­ye bütün mahlûkat şahit oluyor. Şayet bu sözleşmeyi bozarsak, sözümüzden döndüğümüze şahit olan veya bu sözleşmeye aykırı hareket ettiğimize tanık olan yeryüzündeki ve gökyüzündeki her şey Allah’ın huzurunda aleyhimize şahitlik edecektir.
Müslüman olmak bilerek, isteyerek, benimseyerek inanmaktır. Bir kimse kalben inanmadığı halde diliyle kelime-i tevhidi veya kelime-i şehadeti söylese iman etmiş olmaz. İslâm dininde yüce Allah’a, meleklere, Allah'ın kitaplarına, peygamberlere, ahiret gününe, kazâ ve kadere iman etmek esastır.8 Bunları bilip kabullen­mek imanın temel şartıdır. Onun için, “İmanın şartları altıdır” denilir. Bunlar, inanılması zorunlu din ilkeleridir. Bunları doğrulamadıkça iman gerçekleşemez. Bunlar­dan herhangi birini inkâr etmek -Allah korusun- insanı dinden çıkarır.9, 10
Sevabı En Çok Olan Kelime
Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor:

"Allah, kıyamet gününde bir adamı ortaya çıkaracak. Herkesin gözü önünde her biri gözün görebileceği kadar büyük olan tam doksan dokuz dosya açılacak. Sonra o adama şöyle diyecek:


'Bunlardan bir şeyi inkâr edebilir misin? Yazıcı meleklerim sana haksızlık ettiler mi?' Adam,

'Hayır yâ Rabbi!' diyecek. Yüce Allah,


'Katımızda senin sevabın vardır. Bugün sana hiçbir haksızlık yapılmayacaktır' diyecek ve ona içinde, "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh." yazılı bir kâğıt çıkarıp,
'Haydi tartıya" hazırlan!' diyecek. Adam,

'Yâ Rabbi! Bu kadar dosyanın yanında bu kâğıt neye yarar?" der demez, kendisine şu söylenecek:

'Sen bugün haksızlığa uğratılmayacaksın:'
Terazinin bir kefesine dosyalar, diğer kefesine de şehâdet kelimesi yazılı kâğıt konulacak ve kâğıt, dosyalara ağır gelecektir. Çünkü Allah'ın ismini hiçbir şey tartamaz."11, 12
İmanın Geçerli (Sahih) Olmasının Şartları
İmanımızın geçerli olması için bizde bazı şartların bulunması gerekir. Bu şartları yerine getirmeden imanımız geçerli olmaz, imanın geçerli olmasının şartları şunlardır:
1. İmanımızın devamlı olması gerekir. İnancımızı son nefesimize kadar korumalıyız.

2. İnanmamız gereken şeylere hiç tereddütsüz inanmalıyız.

3. İmanımız, Kur'an'ın ve Sünnet’in bizden istediği şekilde olmalı. Bunlara aykırı olursa imanımız geçerli olmaz.

4. İmanımız, ümit ve korku arasında olmalı. Allah'ın rahmetini düşünüp cennetini ümit etmeli, azabını düşünüp cehennemden korkmalıyız. Yaptığımız ibadetlere güvenip, "Ben mutlaka cennete girerim" diye düşünmek doğru değildir. Günahlarımızdan dolayı, "Allah beni affetmez" diyerek Allah'ın rahmetinden ümidimizi kesmek de Allah'ın razı olmadığı bir davranıştır.

5. İman ye's (ümitsizlik) halinde olmamalıdır.

6. Dinimizin hükümlerini inkâr edici söz ve davranışlardan uzak durmalı ve hepsinin güzel olduğunu kabul etmeliyiz. Mesela dinin bütün emirlerine inandığı halde oruç ibadetini inkâr eden kimse imanını kaybetmiş olur. Aynı şekilde bir ibadeti beğenmemek de imanımızı kaybetmemize sebep olur. (Allah korusun).

7. Dinimizin helâl dediğini helâl, haram dediğini de haram olarak kabul etmeliyiz. Aksini düşünmek imanı kaybetme tehlikesini beraberinde getirir.13
En Büyük Nimet
Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v) sahabilerle birlikte Mescid-i Nebevî'de otururken, Bilâl-i Habeşî (r.a) hazretleri aşka geldi. Kendinden geçmiş coşuyor, yerinde duramıyor, oynuyordu. İçeriye giren ve onun bu halini görün Hz. Ömer (r.a) yanına yaklaşarak,
- Yâ Bilâl, bu halin nedir? Burasının mescid olduğunu, Hz. Peygamber'in (s.a.v) meclisinde bulunduğunu unuttun mu, diye sordu.
Aşka ve muhabbete gelen Hz. Bilâl (r.a),

- Benim halimde ne var ki? İstersen git halimi Resûlallah'a arzet, yanlışım varsa tövbe ederim ve bir daha yapmam, dedi.


Bu karşılığı alan Hz. Ömer (r.a) hemen Hz. Resûlullah'ın (s.a.v) huzuruna vardı ve,

- Yâ Resûlallah! Gördüğünüz gibi Bilâl, mescidin huşûunu bozuyor. Burada neşelenip coşuyor, oynuyor, hopluyor, zıplıyor, bir şeyler söylüyor, dedi.


Resûlullah(s.a.v) Hz. Bîlâl'i çağırttı ve,

- Yâ Bilâl, seni sevindiren, oynatan, hoplatan, zıplatan, söyleten nedir, diye sordu. Hz. Bilâl (r.a),


- Yâ Resûlallah! Cenâb-ı Hak bana hidayet nasip etti. Ben bir köleydim. Mekke'nin ileri gelenlerinden nice kimseler bu saadete eremediler. Ebedî saadetten mahrum kaldılar. Onlara hidayet nasip olmadı. Ben sevinmeyeyim de kim sevinsin? Ben oynamayayım da kim oynasın, dedi.
Bunun üzerine Hz. Resûlullah (s.a.v),

- Bilâl'e dokunmayın! Sevinip neşelensin. Hak onundur, buyurdu.14


Amelsiz Müslümanlık Olur Mu?
Din sadece bir fikirden, güzel düşünceden ibaret değildir. Din, Allah Teala’nın (c.c) hükümleridir. Müslüman, bu hükümlere samimiyetle uyan kimse demektir. Teslim olan tabi olur, tabi olan huzur bulur. Çünkü Allah Teala’nın (c.c) dininde, insanı mutlu edecek her şey vardır. İnsanı yaratan onun derdini ve dermanını en iyi bilmez mi?
Din, sadece inanmak ve kalple kabul etmek de değildir. Din, samimi olarak inanmak ve inandığı esasları ihlasla yaşamak demektir. Dinin esası ihlastır; yani Allah’a karşı samimi olmaktır. Din, baştan sona kulluk ve güzel ahlak demektir. Din, Allah Teala’nın (c.c) kulun yaşaması için gönderdiği hükümlerden ve edeblerden ibarettir. Allah’a iman ettiğini söyleyen bir kimsenin O’nun emir ve hükümlerini hafife alması, onları ihmal etmesi veya gereksiz görmesi imanı ile bağdaşmaz. Böyle düşünen bir kimse, ya aklının kusurunu anlar, şeytanın hilesini fark eder ve bu hallere tevbe eder veya kalbinden imanı gider.
Allah Teala (c.c), Kur’an-ı Hakim’de elliden fazla yerde, Cennet’e giren mü’minlerin en önemli iki özelliğinden bahsetmiştir. Bunların birincisi şeksiz (şüphesiz) iman, ikincisi de Allah için salih amel işlemektir. Elbette Cennet’e Allah Teala’nın rahmetiyle girilir; ancak Yüce Rabbimiz, bu rahmetini ve mağfiretini salih amel işleyen mü’min kullarına va’detmiştir.
Gerçek bir müslüman, ben Yüce Yaratıcıya iman ederim fakat dünyada nasıl yaşayacağımı kendim belirlerim, iyiyi kötüyü aklımla seçerim, arzuladığımı yerim, istediğimi içerim, beğendiğimle evlenirim, haram ve helal diye bir sınır tanımam, diyemez. Bunu diyen mümin olmaz; böyle düşünen ve söyleyende iman kalmaz.
Bir müslüman, Allah’a imanı tam ve şirkten uzak olduğu halde, nefsinin hevâsına uyup bazı farzları terk etse veya haramlara girse, bu yüzden küfre girmiş olmaz. Bu durumda kendisine tevbe farzdır. Tevbe etmeden ölse bile, yine mü’mindir; tevhid üzere ölmüştür. Cenâb-ı Hakk (c.c) dilerse kendisine hiç azap etmeden affederek onu rahmetiyle Cennetine koyar. Veya geçici bir azapla cezâlandırır ve sonunda ebedî nimet yurdu Cennet’e alır.15 Asıl olan Allah’ın (c.c) birliğini bilmek ve buna iman etmektir. Bu kadarcık bilgi ve iman olmadan Cennet’e girmek mümkün değildir.
İmanın, ilim ve salih amel ile korunma altına alınması gerekir. Çünkü kalbteki iman, dil ile söylenmez ve amel ile isbat edilmezse, imanın ne varlığı anlaşılır, ne de tadı. Bir kimsenin müslüman olduğuna şahitlik edilebilmesi için, onun müslümanlığını ilan etmesi veya bunu bir ameli ile göstermesi gerekir.
İman ile amel, kalple vücut gibidir. Kalp de vücut da tek başına hayat bulamaz. İmanın salih amel, taat ve ibadetle gereği yapılınca, İslam yaşanmış olur. İslam imanın ilan edilmesidir. Amel ve ibadet, kalpteki imanın dili hükmündedir.
Kendisini yaratan ve yaşatan Yüce Rabbine imanı olup da hiç itaatı olmayan bir insanda, O’na karşı hiç değilse biraz mahcûbiyet ve hayâ bulunmalıdır. Bu kadarcık hayâ da bir iman alâmetidir ve Hz. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in müjdesiyle, bunun bile kazancı büyüktür. Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Sizden evvelki ümmetler içinde bir adam vardı. Tevhid hâriç işe yarar hiçbir hayırlı ameli yoktu. Bir gün âilesini toplayıp:
“Öldüğüm zaman beni yakınız. Kemiklerimi havanda döverek toz ediniz. Sonra rüzgârlı bir günde bu tozun yarısını karaya, yarısını denize atınız” diye vasiyet etti. Adam ölünce vasiyet yerine getirildi. Aziz ve celil olan Allah rüzgâra: ‘Dağıttığın tozları topla’ buyurdu. Rüzgâr tozları topladı, huzur-i ilâhiyeye getirdi. Hak Teâlâ adama: “Neden böyle hareket ettin? diye sordu. Adam:
“Senden hayâ ettiğim için yâ Rab.” diye cevap verdi. O zaman Allah Teâlâ:

“Ben de seni mağfiret ettim.” buyurdu.“16


Güzel Amellerin Kabulü İmana Bağlıdır
Bir güzel işin, faydalı hizmetin, sanat ve fennin sevap getirmesi için ilk şart, bütün alemleri yaratan Allah’a iman etmektir. İkinci şart da, ameli Allah’ın öğrettiği edeb üzere yerine getirmektir.
Hz. Âişe (r.ah) vâlidemiz anlatıyor: Hz. Peygamber’e (s.a.v), câhiliyye devrinde yaşayan ve iyilikleriyle meşhur olan Abdullah b. Cüdân’dan bahsettim; onun misâfirlerine ikramda bulunduğunu, akrabalarının hukukunu görüp gözettiğini, köle âzat ettiğini, fakirleri doyurduğunu, komşularına iyilikten geri durmadığını zikrettim. Bu yaptıklarının âhirette kendisine bir faydası olup olmadığını sordum, Hz. Peygamber (s.a.v): “Hayır, bir faydası olmayacaktır; çünkü o, bir gün olsun: “Rabbim beni affet!” demedi, buyurdu.17
Allah’a ve ahirete iman etmeyenlerin yaptıkları güzel işlere karşılık olarak ahirette bir sevap yoksa da, dünyada bir faydasını görürler. İnsanlar için yaptıkları faydalı işlere karşılık olarak vücutlarına afiyet, mallarına artış ve dünya rahatlığı verilir. Veya kendilerine iman ve İslam nimeti hediye edilir.
Ashabtan Hakim b. Hizam (r.a), Allah Rasülüne (s.a.v), gelerek: “Ben müslüman olmadan önce cahiliyye devrinde yaptığım iyiliklerin bir faydasını görecek miyim?” diye sordu; Efendimiz (s.a.v): “O iyiliklerinin bir karşılığı olarak müslüman oldun ya” buyurdu.18, 19
Muhabbetullah (Allah Sevgisi)
Kainatta her varlık bir çekimle hareket etmekte, kainatın kendisi de ilâhi mukadderatına koşmaktadır. Mutlak kudrete râm olarak Alemlerin Rabbi'ne doğru bir koşuştur bu. Her varlığın kendi lisanı ile zikrederek, kendine mahsus hal içinde tutulduğu bir cezbedir.
İnsanoğluna gelince, o da kendi mayasında bulunan fıtrî aşk ile vuslata doğru koşar durur. Rabbi'nden gelmiştir, kaçınılmaz dönüşü yine O'nadır.
Bütün bu koşuşların, bu dönüşlerin hareket unsuru ise muhabbettir. Eğer muhabbet unsuru kainattan ve insandan alınacak olsaydı, geriye manasız, gayesiz, boş bir kainat; ümidi, azmi, hayat enerjisi tükenmiş, cesetleşmiş insanlar kalırdı.
Denilebilir ki, muhabbet hayatın özüdür, ruhudur. Rabbimiz'in bütün emirleri, hakikatte muhabbet yoluyla vuslata bir çağrıdır. Her emir vuslata çeken manevi bir ip hükmündedir. Her yasak ise Hakk'a uzanan muhabbet ipini koparacak engelleri ortadan kaldırmak içindir.
İnsanın hamuru da muhabbetle yoğrulmuştur. İman, Hakk'ı tasdikin aşk haline gelmiş mertebesidir. Dinimiz İslâm ise, bu aşkla kainata, hayata ve olaylara izah getiren, şekil veren, disiplin altına alan mükemmel yoldur. Amel'e gelince; o da insan azalarını, disiplin altında yaradılış istikametine sevketme durumudur ve sevginin, muhabbetin fiilî isbatıdır. Ölüm de, vuslata götüren en önemli vasıta olduğundan muhabbetin kemal noktasıdır.
İnsanın ahiret hayatı, mahşerdeki hali, müsbet veya menfi değer kazanır. Cennet ve Cemalullah muhabbetin neticesinde elde edilir. Kısacası muhabbet, dünyayı ve ukbayı düzenleyen sırrı taşır.
Yağın süt içinde dağılması gibi, muhabbet de hayatın her alanına sirayet etmiştir. Her insanda bu duygu köklü olmakla beraber, olumlu neticeler verebilmesi için layık olana yöneltilmesi şarttır. Muhabbeti, fani, kifayetsiz, manasız şeylere yöneltmek, zillet ve perişanlıktır. Bu nedenle dinimiz, dünyaya Cenab-ı Hakk'ı unutturacak şekilde bağlanmayı, ülfet etmeyi yasaklar.
Rabbimiz, imanını muhabbetle bütünleştirip pekiştiren mümin kulların vasıflarını beyan babında şöyle buyurmuştur: “...Allah onları, onlar da Allah'ı severler.” (Maide, 54)
Muhabbetin ilâhi mecraında istikrar sağlayarak mücerret olmaktan çıkması, kemalâtla donanarak muhabbetullah haline dönüşmesi, ancak İslâm'la mümkündür. Başka hiç bir din, hiç bir akım, görüş veya felsefe insanı bu hedefe vardırmaz. İnsan fıtratına konmuş bulunan bu ilâhi sermaye ancak müslüman olmakla hakiki anlamına kavuşur. Sadece müslümanın muhabbeti bir nur ve feyz olup mahlukata akar; güneş ışığı gibi bütün kainatı nurlandırır. Başka dünyaların insanları ise, ne kadar sevgi edebiyatı yaparsa yapsın, kendi nefsini sevmekten öte geçemez, geçemiyor.
Muhabbette çokluk, tevhid açısından bir mahzur teşkil etmemektedir. Çünkü, yaratılmış, Yaradan'dan ötürü seviliyor demektir. Bu durumda sevilenlerin çok oluşu muhabbetullaha zarar vermediği gibi, muhabbetullahın sebebi olan marifetullah açısından bir zenginlik ifadesi olarak mana kazanır. Zira ibret nazarı, muhabbette de eserden müessire doğru bir yol bulur.
Yüce dinimiz nazarında muhabbet o kadar önemlidir ki, adeta dinin temeli, imanın harcı, ibadetin enerjisi ve tefekkürün muharrik gücü haline gelmiştir. İman ve teslimiyetin, Allah yolunda fedakârlığın zirvesi olan cihad da ancak muhabbetullah ile izah edilebilir.
Bir hadis-i kudsîde Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeme muhabbet ettim (bilinmemi murad ettim), kainatı yarattım.”
Bütün varlıkları ilâhi muhabbetle yaratan Rabbimiz, onların herbirini kendi sanat ve kemaline delil kılmıştır. İlâhi sanatın bir harikası olan insanın varlığı da, aşk ve muhabbetin kâmil tezahürüdür. Zira Cenab-ı Mevlâ'nın gizli hazinesinden taşıp coşarak süslediği bu alemden murad, onun içindeki varlıklar değil, insandır. Bu itibarla insanın gerçek onuru, yaradılış gayesini koruyabildiği nisbettedir.
Var oluş sebebi muhabbet olduğundan, her canlıda bu vasıf fıtrî bir temayül arzeder. Zehirli akrebin bile yavrularını sırtında taşıması bu muhabbetin bir neticesidir. Bu temayül, varlıkların en şereflisi olan insanda zirvededir. Bununla beraber insan, bu imtihan aleminde muhabbet ettiği varlığın buna layık olup olmaması durumuna göre bir netice elde eder.
Nitekim insanın tabi tutulduğu ilâhi imtihanlar, bir nevi, muhabbeti nasıl kullandığı ile alakalıdır. Bunun için Rabbimiz, insanoğlunun mizacına müsbet temayüllerin yanı sıra menfi olanları da dercetmiştir. Bu istikamette Mevlâmız, mutlak varlık, mutlak güzellik ve mutlak hayır gibi üç büyük sıfatından insanoğluna bahşetmiş ve onu bunların zıdları olan mutlak yokluk, mutlak çirkinlik ve mutlak şer ile de malul kılmıştır. Ayet-i celilede, “(Allah) ona (insana) iyilikleri de, kötülükleri de ilham etmiştir.” (Şems, 8) buyurulmuştur. İşte insanoğlunun, bir ömür, cazibesine kapıldığı biri menfi, diğeri müsbet iki zıt taraf...
İnsan için asıl büyük tehlike menfi olan tarafa yönelmesidir. Zira buna yönelenler adeta körleşirler, sırf kendisini ve yaptıklarını beğenirler. Bu durum beşerî aczi farkettirmeyen büyük bir gaflet ve zaaftır. Bu, ilâhi kudrete yabancı kalıp, kendinde kudret vehmederek ‘ben' diyerek kibirlenmektir.
Bu itibarla hadis-i şerifte buyurulan “ölmeden evvel ölünüz” hitabının yüklendiği hakiki mana, menfi kutuba ait kötü sıfatların tuzağına düşmemeyi ve nefsin girdabından kurtulmayı ifade eder. Buradaki nefsin öldürülmesi demek, nefse hakim olmak demektir.
Kul, menfi sıfatları ne ölçüde en aza indirebilirse, o ölçüde Rabbine yakınlaşmış olur. Buna muvaffakiyet için, kalbin istidadı nisbetinde muhabbeti Cenab-ı Hakk'a yöneltmek gerekir.
Bu noktada, muhabbetin birdenbire Cenab-ı Mevlâ'ya yöneltilmesinde, birçok tehlike ve tuzak bulunduğunu da hatırlamak gerekir. Hz. Musa a.s.'daki tecelli bu hale bir misaldir.
Bir peygamberin bile takatini eriten bu büyük ve ani tecelli de gösteriyor ki, muhabbette tedricilik, yani kademe kademe yöneliş zaruridir. Kalbin ilâhi aşka kabiliyet ve meylini artırıcı, güçlendirici alıştırmalar gerekir. Bu ise Hak dostlarının, rabbanî alimlerin mekteplerinde, onların rehberliğinde yürümeyi gerektirir. Zira kalp ancak aşama aşama kabiliyet ve muhabbet temayülünü artırır, berraklaşır ve ilâhi muhabbbete layık olabilme yolunda takat kazanır.
Sahip olduğumuz maddi ve manevi imkanlar ve dünya nimetleri; ana-baba, evlat, eş sevgileri Cenab-ı Hakk'ın kullarına lütfudur. Ancak bütün bu sevgiler, Hak için ve Hak yolunda vasıta olmalıdırlar. Bunlara gönlümüz esir olmamalıdır. Çünkü bütün'e aşık olanlar, parçalara aşık olmazlar. Öyle yapanlar bütün'den mahrum kalırlar.
Ahiretini düşünen her akl-ı selim sahibi kolayca anlar ki, sonsuz isteklere, zevk ve sefalara, fani sevdalara bir sınır çizmek, muhabbeti, ilâhi maksada yönlendirmek, yaradılış gayesinin zaruretidir. Mutlak güzellik, Cenab-ı Hakk'ın güzelliğidir. Hayranlık içinde seyrettiğimiz bütün güzellikler de ancak Cennet-i Alâ'dan akseden zerrelerdir.
Ölçü bellidir: Bütün muhabbetler, yöneldiği varlık nisbetinde meşrudur. Yeter ki bu muhabbetler kalp için mutlak karargâh, bir son durak olup, aldanış ve hüsranla neticelenmesin.20
Muhabbetin kaynağı
Gavs-ı Sânî hazretlerine soruldu: “Efendim, uzun zamandır ziyaretinize gelip gidiyoruz. Yanınızdayken hâlimizde bir düzelme oluyor. Sizden ayrıldıktan sonra, memlekete döndüğümüzde bu hâl bir süre daha devam ediyor. Daha sonra hâlimiz muhafaza edemiyoruz. Bize ne buyurursunuz?”
Gavs-ı Sânî Hz.leri, elini yumruk hâline getirerek şöyle buyurdular: “İnsanın kalbi bu yumruk kadardır. Bunun içinde muhabbetullah olması lazımdır.” Sonra orada yanan ışığı göstererek: “Şu anda ışık yanıyor, etraf aydınlık. Bu ışık sönerse etraf karanlık olacak. Aynı anda hem ışık hem karanlık olmaz. Işık yanarsa aydınlık olur; sönerse karanlık olur. Kalbin durumu da böyledir. Onun içinde muhabbetullah/Allah sevgisi olması lazımdır. Muhabbetullah yoksa başka şeyler vardır. Başka şeyler olunca kalbe Allah muhabbeti girmez. Allah muhabbetini elde etmek için sofi şu dört şeye devam etmesi gerekir:
1-Mürşid ziyareti.
2-Mürşid sohbeti.
3-Rabıta.
4-Vird.21
Korkuda ve Sevgide Denge
Korku ve sevgi hayatın düzeni için şarttır. İnsanın terbiyesi ve dengesi bunlarla sağlanır. Ancak bunların da dengede tutulması gerekir. Hiç korkulmayacak bir zamanda korkmak, zayıflık ve zillettir. Korkulması ve çekinilmesi gereken yerde hiç aldırış etmemek ise cahillik ve ahmaklıktır.
Bir insanın, “Âlemlerin Rabb’i olan Allah’ın (c.c) azap ve hesabından korkmuyorum" demesi veya ilâhî uyarılara hiç aldırış etmemesi, tam bir cehalet ve gaflet örneğidir.
Bir kimsenin, menfaatim elden gidecek, işimden olacağım, aç kalacağım korkusuyla, haram helâl düşünmeden her ne denirse yapması ve böylece insanlığını ayaklar altına alması; yüce yaratıcıya secde etmeye yanaşmazken, bir lokma ekmek için basit bir kulun karşısında iki büklüm olması, dünyada yaşanacak en kötü zillettir. Bu kimse tövbe edip halini düzeltmezse ebedî ahireti de zillet içinde geçecektir.
İçimizde korku ve sevgiler değerimizi gösterir. Kimden, neden korktuğumuza ve kimi niçin sevdiğimize bakmalıyız. Yersiz ve gereksiz korkular, iman zayıflığından ve feraset noksanlığından kaynaklanır. İman, bütün âlemlerin sahibi yüce Allah’a inanmak, güvenmek ve teslim olmaktır. Feraset, dünyayı, olayları ve insanları gerçek haliyle tanımaktır.
Yüce Allah'ı tanıyan kimse, O’ndan başkasından korkmaz. Dünyayı gerçek haliyle gören kimse, kalbini ona bağlamaz. İnsanın aslını bilen kimse, ona kurtarıcı gözüyle bakmaz, onun yanında şeref aramaz.
Allah Teâlâ, bize korkma ve sevme duygusunu vermiştir. İkisi de terbiye ve manevi yükseliş için gereklidir. Yüce yaratıcımıza kulluk sevgiyle yapılmalıdır. Ancak, bazen haddini aşan nefsi korku yoluyla hizaya getirmek gerekir. Allah (c.c) çok merhamet ve rahmet sahibidir; fakat O'nun azabı da çok şiddetlidir.
Allah Teâlâ bizlere: “Eğer gerçekten inanmışsanız sadece benden korkun, sakın insanlardan korkmayın" emrini veriyor.
Gerekli olanı yaptıktan sonra, başa gelen sıkıntıları iman, sabır ve tevekkülle karşılamalıyız. Karşımızdaki düşmanın çokluğundan değil, kalbimizdeki iman ve itimadın azlığından korkmalıyız. Eğer yüce Allah biricik sevgilimiz ve O’na kavuşmak tek hedefimiz ise ölümden başka daha ne istiyoruz ve ölmekten niçin korkuyoruz?
Yüce Rabbimiz, Resulullah'ın (s.a.v) ashabını şöyle methediyor: "Onlar öyle kimselerdir ki bir kısım insanlar kendilerine, ‘Düşmanlarınız toplandı üzerinize geliyor, onlardan korkun!’ dediklerinde, bu onların imanını artırdı ve şu karşılığı verdiler: Allah bize yeter, O ne güzel vekildir."22
Allah dostlarından Bayezid-i Bistâmî’ye (k.s),
"Seni çok rahat görüyoruz, rızkını nereden nasıl temin ediyorsun?” diye sorduklarında, hazret şu cevabı verir:
“Benim Rabbim, köpekleri ve domuzları rızıklandırıp aç bırakmazken, beni mi aç bırakır?”
Son olarak, gerçekten seven gönülleri dünyada hiçbir olayın sarsamayacağını şu hadise ne güzel anlatır:
Uhud Harbi bitmiş, müslümanlar yetmiş şehid vermişti. Dînâroğulları’ndan bir kadın savaş alanına koşmuş, sonucun ne olduğunu öğrenmeye çalışıyordu. Savaşta babası, kocası ve kardeşi şehid düşmüştü. Yolda karşılaştığı insanlar acı durumu kendisine haber verdiler. Kadın,
“Allah Resûlü ne yapıyor, o nasıldır, ne haldedir?” diye Peygamber Efendimiz'i (s.a.v) soruyordu. Ashab,
“Hamdolsun Allah'a (c.c), Resûlullah (s.a.v) iyidir!” dediler. Kadın,
“Onu bana gösterin!” dedi, gösterdiler. Kadın o tarafa doğru koştu, Allah Resulü’nü görünce sevindi, üç şehidin acısını içine attı,
“Sen hayatta ve aramızda olduktan sonra, bütün musibetler bana hafif gelir yâ Resûlallah!" diyerek yoluna devam etti.23, 24
وَآخِرُ دَعْوَانَا أَنِ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ


1 bk.Nesefî, Metnü'l-Akâid, s. 8; Cemâleddin el-Gaznevî, Usûlû'd- Din, Beyrut: Dârü'l-Beşâiri'l-lslâmiyye, 1998, s. 250; Sübkî, Şerhi es- Seyfû'l-Meşhûr fi Şerhi Akideti Ebû Mansûrei-Mâtürîdi: Mâtüridi'nin Akide Risâlesi (trc. Saim Yeprem), İstanbul: İFAV, 2000. s. 25-26.

2Ali el-Kârî, Şerhu'l-Fıkhi'i-Ekber, Beyrut: Dârü’n-Nefâis, 1997, s. 180.

3İbrahim el-Bâcûrî, Tuhfetû'l-MüridalâCevheretû't-Tevhid, Beyrut: Mektebetü Dârü’l-Beyrûtî, 2002, s. 294.

4Ebu Davud, Cenaiz, 15-16

5Delilleriyle islam Akaidi, Hüseyin Okur, Semerkand Yayınları, sf.18.

6Buhârî.

7Bâcûrî, Tuhfetü’l-Mûrfd, s. 114.

8 Bâcûrî, Tuhfetü’l-Mûrid, s. 262.

9 Bâcûrî, Tuhfetü'l-Mürid, s. 473.

10 Delilleriyle islam Akaidi, Hüseyin Okur, Semerkand Yayınları, sf.20.

11 Tirmizî.

12 Temel din Eğitimi, Eyyüp Beyhan, Hâcegân Yayınları, sf.26.

13 Temel din Eğitimi, EyyüpBeyhan, Hâcegân Yayınları, sf.33.

14 Rahmet Kapısı, Yeni Başlayanlar İçin İslâm Ve Tasavvuf, Siraceddin Önlüer - Bekir Sel, Şadırvan Yayınları, sf.14

15Bkz: İmam Sâbûnî, er-Risâle fî İ’tikâdi Ehli’s-Sünne (Akidetü’s-Selef), 276.

16 Hadis için bkz: Buhârî, Enbiya, 54; Müslim, Tevbe, 24; Ahmed, Müsned, I, 398.

17 Müslim, İman, 365; EbûAvâne, Müsned, No: 291, 292.

18 Buhari, Büyu’, 110; Edeb, 16; Müslim, İman, 194-196.

19 Ehli Sünnet İnancı, Dilaver Selvi, Semerkand Yayınları.

20 Fıtrî Muhabbet ve Yönelişlerimiz, Mübarek Erol, Semerkand Dergisi, Temmuz 2004.

21 Arifler Yolunun Edepleri

22 Âl-i İmrân 3/172.

23 Şemseddin Şâmî, Sübûlü'l-Hûdâ ve'r-Reşâd, 4/228.

24 Edep Bir Taç İmiş, Doç. Dr. Dilaver Selvi, Semerkand Yayınları, sf.96.

Yüklə 86,5 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə