Avrupa ile asya arasindaki adam



Yüklə 392,95 Kb.
səhifə1/10
tarix21.03.2018
ölçüsü392,95 Kb.
#32690
  1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

AVRUPA İLE ASYA ARASINDAKİ ADAM

GAZİ MUSTAFA KEMAL

III

Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır.

Dizgi - Yayımlayan:

Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş.

Baskı: Çağdaş Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. Şti.

Mart 2000

DAGOBERT VON MİKUSCH

AVRUPA İLE ASYA ARASINDAKİ ADAM

GAZİ MUSTAFA KEMAL

III

Türkçesi: Esat Nermi Erendor
CGAZETESİNİN

OKURLARINA ARMAĞANIDIR.İKİNCİ BÖLÜM

8. KARAYA ÇIKIŞIN İKİ TÜRLÜSÜ
Suriye cephesinin çöküşüyle Makedonya'da da kesin sonun belirlenmesi aynı zamana rastlar. Bulgar cephesi çözüldü. Kral Ferdinand teslim olmak ve tahttan çekilmek zorunda kaldı; böylece müttefik krallar zincirinde kopan ilk halka oldu.

Galiplere İstanbul'a giden yol açılmıştı. Makedonya'daki İtilâf devletlerinin başkomutanı, Fransız generali Franchet d'Esperey ordularını hemen bu yeni hedefe yöneltti. İngiliz filosu da aynı doğrultuda Ege Denizi'nde hazırlıklara girişti. Hristiyan ordularının eski Bizans'ı geri almak üzere yürüyüşe geçecekleri an gelmişe benziyordu.

Fakat Türk ordularının Başkomutanı Enver Paşa ne kendisinin ne de ülkesinin henüz her şeyi kaybettiği kanısında değildi. Her zaman olduğu gibi pervasız ve kararlı tutumuyla, direniş kuvvetlerini toparlamaya çalıştı; telaşlı emirlerle ulaşabildiği bütün birlikleri başkente çağırdı. Trakya'da ilerleyen düşmana karşı Çatalca hattında karşı çıkmayı düşünüyordu. Belki daha önce 1912 felatinde olduğu gibi, şimdi de saldırıyı son dakika defederim umudundaydı. Ama onun yıldızı sönmüştü artık; en yakınları bile peşinden gelmeye yanaşmadılar.

O sırada Mustafa Kemal hâlâ Halep'te İngilizlere karşı savaşıyordu. İttifak devletleriyle müttefiklerinin partiyi kaybettikleri gün gibi besbelliydi. Fakat o, Türkiye'nin tüm varlığının tehlikede olduğunu görmekteydi, barış ise herkesin sandığı gibi, öyle çabuk geleceğe benzemiyordu. Şimdi söz konusu olan ülkenin bu ağır bunalımlardan sıyrılıp kurtulmasıydı. Kendisini böylesine bir ödevle yükümlü sayıyordu. Padişaha, Mareşal İzzet Paşayı sadrazam yapması için telgraf çekti ve yeni kabine için bir dizi adam önerdi; kendisi için de tam yetkiyle bütün orduların başkomutanlığını va harbiye nazırlığını istedi.

Az sonra da Talat ile Evner'in devrildikleri haberini aldı; İzzet Paşa sadrazam olmuştu; önerdiği kimselerin çoğu kabineye girmişti, aralarında bir zamanlar Sofya'da elçi olan, eski dostu Fethi Bey de bulunuyordu. İzzet Paşa çektiği telgrafta ''Birlikte çalışmayı Allah nasip ederse, barış imzalanmasından sonra umut ettiğini'' bildiriyordu. Mustafa Kemal istemiş olduğu başkomutanlık yerine, sadece o güne kadar Liman von Sanders tarafından yönetilen Kuzey Suriye'deki ordular grubunun komutanlığını aldı. Adana'ya gitti, burası Küçükasya'nın güney kıyısındaki Kilikya ovasının merkezi olan bir kentti; orda, küçük bir otelin konfordan yoksun odasında Liman von Sandres'ten komutayı devraldı. Vedalaşmaları sırasında Alman mareşali ''Bu genel felaket içinde'' dedi, ''Beni yalnızca bir şey teselli ediyor, o da komutanlığı size bırakmış olabilmemdir.''

Sadrazam İzzet Paşa bir önce mütareke görüşmelerine başlanmasını istiyordu. Derhal yapılacak ayrı bir barışla bu badireden ucuz kurtulanabileceği kanısı yaygındı. En çok da İngiltere'ye güveniliyordu. Bu amaçla Kut-ül-Amara'da tutsak alınmış İngiliz generali Townshend aracı olarak, Amiral Calthorpe'a gönderildi; amiral filosunun bir kısmıyla Çanakkale Boğazı'nın girişi karşısında, Midilli Adası'nın Mondros kasabası önünde demir atmış beslemekteydi.

Osmanlı devletinin kayıtsız şartsız teslim olması gerekiyordu. Bu ilkede görüş birliğine varıldıktan sonra, ayrıntıların saptanmasında hiçbir zorluk yoktu. Nitekim mütareke antlaşması Carthorpe'un amiral gemisi Agamemnon'un güvertesinde öylesine çabuk gerçekleştirildi ki, Fransız müttefiklere danışmaya bile vakit bulunamadı. Genera. Franchet d'Espèrey'e gönderilmiş bulunan haberci, güya yolda yanlışlıkla alıkonulmuştu. Trakya'dan ilerleyen Fransız ordusu, mütarekenin yapıldığı 30 Ekim 1918 günü Edirne dolaylarında Meriç'i geçmiş bulunuyordu ve birkaç günde İstanbul'a ulaşabilirdi; bu da İngilizlerin hesabına pek gelmiyordu.

Mütareke koşulları beklendiği gibi sert ve katı olmamıştı. gerçi bütün donanmanın teslim edilmesi gerekiyordu, ama kara kuvvetlerine yumuşak davranılmıştı. Bu çeşit teslim oluşlarda öteden beri olağan sayılan, ordunun silâhlarından arındırılarak derhal dağıtılması ve bütün savaş malzemesine el konulması gibi bir durum söz konusu değildi. Sadece genel bir ifadeyle, Türk ordusunun hızla terhis edilmesi istenmiş, ancak sınırların ve yurtiçi düzenin korunması için gerekli görülecek birlikler bunun dışında tutulmuştu.

Daha sonra galipler hesabına ciddi sakıncalar doğuracak bu ihmal, Amiral Calthorpe'un bir dalgınlığı sayılmıştır. Daha çok denizcilik alanında bir uzman olan amiral, mütarekenin telaşından kara ordusunu zarar vermeyecek duruma getirmeyi unutmuş olmalıdır. Ancak bu konuda İtalya'nın daha sonra dışişleri bakanı olan temsilcisi Kont Sforza'nın (*), bu maddenin yumuşak ifadesini İngiltere'nin inceden inceye düşünülmüş bir art niyetine dayandırması daha doğru bir değerlendirme gibi görünmektedir. İngiltere kabinesi daha o zamandan Osmanlı İmparatorluğu'nun mirasına konacaklar arasında anlaşmazlıklar çıkacağını görmüştü. Geleneksel ''a deux mains - yarına'' politikasıyla, gerektiğinde Türkiye'yi henüz tümüyle tasfiye edilmemiş bir faktör olarak, müttefiklerinin rahatsız edici isteklerine karşı kullanmak için, karar vermek serbestliğini korumak istiyordu. Bu fazla dikkatli sakınganlık zaman zaman İngiltere'nin aleyhine olmuştur. Ancak İngiltere yine de politikasını büyük bir ustalıkla sürdürerek, bütün tehlikelerin içinden sıyrılmayı, Britanya İmparatorluğu için önemli hedeflere ulaşmayı bilmiştir.

***

Mütareke sonucunda Suriye cephe komutanlığı da kalmamıştı. Toros dağlarının güneyindeki bütün illerin, Çukurova'yla birlikte, Türk silâhlı kuvvetlerince boşaltılması gerekiyordu. 1918 güzünün sonlarında Mustafa Kemal artık işsiz bir generaldi; İstanbul'a döndü.

Eski imparatorluk kenti her zamanki gibi, tükenmeyen görkemiyle yine karşısında uzanmaktaydı; tatlı bir meyille yükslelen terasların hiç solmayan yeşilliği arasında sultan saraylarının beyazlığı ışıldıyor, karmakarışık ev yığınlarının üstünde camilerin heybetli yapıları yükseliyor, kubbelerinde İslâmiyet'in simgileri altın hilaller yumuşak sonbahar güneşi altında hâlâ parıldıyordu.

Ancak yine de yazgının bir dönüm noktasında bulunulduğu hissedilmekteydi, kentin üzerine sıkıntı veren bir bulut gibi çökmüştü bu. Boğazın mavi suları, uzun topları tehdit edercesine kıyıya çevrili, gri zırhlı gemilerin kalabalığında kaybolmuştu. Müttefik donanmaları burada tolanmış yatıyordu, neler isteyeceği korkuyla beklenen galiplerin mağrur bir güç gösterisiydi bu.

Türk İstanbul, her zaman gürültülerle dolu, hayatla dolu İstanbul, şimdi suskundu, ıssızdı, sinmiş gibiydi. Ne bir ses vardı, ne de varlığını hissettiren bir kıpırdanış. Bu kent adeta sesini geceden yitirmiş gibiydi. Caddeler boş duruyordu; satıcıların haykırışları kesilmişti; dükkânların, mağazaların çoğu kapalıydı; cami avlularındaki şadırvanların suyu akmaz olmuştu; akşamları evleri bir karanlıktır kaplıyordu; su yoktu, kömür yoktu, yaşamak için gerekli hiçbir şey yoktu. Kent halkından sokakta kime rastlasanız, ürkek ve telâşlı, bir an önce sıvışmaya bakıyordu. Fes, Osmanlının simgesi fes, şimdi bir utanç işareti olmuştu. Zaman zaman kaldırımlarda küçük müfrezelerin veya devriye kollarının sert adımları yankılanıyordu: İngilizler, soğuk, suskun, tepeden tırnağa silâhlı; Fransızlar, alaycı ve kaygısız; İtalyanlar, kibirli, çok hareketli ve şapkalarında yeşil tüy demetleri.

Galata köprüsünden öteye, Pera'ya, Hristiyanların kentine geildi mi her şey sesleniveriyordu. Evler baştan başa bayraklarla donanmıştı; sokaklar neşeli, gürültücü bir kalabalıkla dolup taşmaktaydı. Çoğu Rumların olan mağazaların vitrinlerinde, çiçeklerle ve mavi-beyaz kordelalarla süslü Venizelos'un resimleri göze çarpıyordu; bu Giritli avukat, Alman kayzerinin eniştesi olan Kral Konstantin'i devirmiş ve geleceği sezen sağlam içgüdüsüyle ülkesini tam zamanında İtilaf devletinin safına geçirmişti.

Son zamanlarda sık sık görülen cinsten, büyük askeri tiyatro temsillerinden biri burda verildi, ancak bu seferki çok daha olağandışı nitelikteydi; çünkü İngilizler bu işte de erken davranmışlardı. Böyle olmakla birlikte Fransız generali Franchet d'Esperey yine de ordunun başında kente girdi. Ne var ki artık bir fethi ordusu değildi bu, sadece bir zafer alayıydı. Ancak yine de güzel sahneye konulmuştu. Ağır yürüyüşle bu alay, zaferi kazanmış orduyu temsil ederek. Galata köprüsünden hareketle Pera'yı baştan başa dolaştı Kent halkının bu alayı karşılayışı ise tek kelimeyle kusursuzdu; bütün ezilen halkların kurtarıcısı ve koruyucusu sevgili Fransa coşkuyla alkışlandı.

Yüzyıllarca sürmüş bir rüyanın artık gerçekleştiğinden, Hristiyanlığın Bizans'ı geri aldığından artık kimsenin kuşkusu kalmamıştı.

Yerli Rumlar için ise galiplerin Konstantinopel'i işgal etmeleri, burasını yeni kurulacak Büyük Helen devletinin başkenti yapmak üzere Venizelos'a vermeleri demekti. Bu kurnaz avukat, Paris'te dünyanın gelecekteki tarihini yönlendirecek dört büyükler kurulunda söylevler veriyordu. Osmanlı hükümetinin yönetim tarzından yakınmaları için gerçekten bahane gösterebilecek tek halk olan Ermeniler, dünya adaletinin savunuculuğunu üstlenmiş bulunan başkan Wilson'a güveniyorlardı. Türklerin kendilerine uyguladığı baskı politikasının, Kuzey-Amerika kamuoyunda yarattığı moral öfkeyi, Küçükasya'nın iç kesiminde kurmak istedikleri büyük bir Ermeni devleti için, eski Ermenistan'ın tekrar canlandırılması adına sağlam bir garanti görüyorlardı. Güney sınır bölgesinde Müslüman bir dağlı halk olan Kürtlerde bağmsızlık istemekteydiler. Öyle ya, parola halkların kendi yazgılarını yine kendilerinin belirlemesi değil miydi?

Türklerin umutsuzluğa düşmeleri için gerçekten nedenleri vardı. Ülke çok kan kaybetmişti, nüfus azalmıştı, hemen hemen aralıksız sekiz yıl sürmüş savaşlarda en iyi güçleri eriyip gitmişti; açlık ve yoksulluk kentleri, köyleri kırıp geçiriyordu. Hiçbir yerde kurtuluş umudu belirmiyordu; hiçbir yerden bir dost eli uzanmıyordu; hiçbir taraftan yardım umudu da yoktu. Son saat gelip çatmışa benziyordu. Bir yüzyıldan fazla zamandır hasta döşeğinde yatan Osmanlı İmparatorluğu şimdi son nefesini vermek üzereydi. Dünya bunalımı üç tane imparatorluk tahtını alıp götürmüştü, böylesi tahtlar içinde en güçsüzü olan sultanın tahtı hiç ayakta kalabilir miydi? Ötekilerin yazgısında onun da yazgısı belli olmuştu: Avusturya-Macaristan monarşisi bir çırpıda çöküvermiş, toprakları parça bohçası halinde küçük devletlere bölünüvermişti. Almanya bile -o ilk zamanlarda- yıkılmak üzereymiş gibi görünüyordu.

İmparatorluğun yarısı Şam, Kudüs, Bağdat, Mısıl ve Halep gibi kentlerle birlikte elden gitmişti. İslâm birliğinin son kalıntısı da yoktu artık; güney illeri bütün Arapları bir araya getirecek büyük bir devletin hayalini kurmaktaydı.

Elde kalan Anadolu ve Avrupa yakasındaki bir avuç topraktı, o da galiplerin buyruğu altındaydı. Ülkenin can damarları, demiryolları, limanları müttefiklerin askeri karakollarınca işgal edilmişti. Paris'te toplanan büyüklerin hiç acelesi yoktu. Bir an önce düzenlenmesi gereken iş, Orta Avrupa'nın durumuydu. Türkiye bekleyebilirdi, nasıl olsa elini kolunu bağlamışlardı, yerinden kıpırdamaya hali yoktu. Nitekim Türkiye konusunda görüşbirliğine varmaları, iki yıla yakın bir zaman alacaktır; kötü sonuçlar doğuracak bir duraksamadır bu.

İstanbul'un Türk çevreleri yorgun bir tevekküle kapılmışlardı. Kendine güven duygusu kaybolmuştu. Avrupa o kadar çok ve o kadar uzun zaman ''hasta adam'' lafı etmişti ki, sonunda buna inanılmış ve tüm umutlar yitirilmişti. Kaçınılmaz sona boyun eğmek, alın yazısının yargısını tevekkülle kabul etmek zorunda kalındı. Buna karşı çıkmak çılgınlık olurdu, üstelik durumu daha da kötüleşirdi. Şimdi söz konusu olan sadece ülkenin durumu daha da kötüleştirirdi. Şimdi söz konusu olan sadece ülkenin varlığını sürdürebilmesi, ne şekilde olursa olsun yaşaması isteniyordu, yeterki ortaya konacak koşullar kabul edilebilir şeyler olsun.

Mustafa Kemal İstanbul'a döndüğünde böylesine bir havanın ortalığı kaplamış olduğunu gördü. Mareşal İzzet Paşa bile cesaretini yitirmiş, hükümütin yönetiminden vazgeçmişti. Mustafa Kemal kendisini ziyaret edip istifasının nedenlerini öğrendi. Padişah, sadrazama, üç sorumluyu, Talât, Enver ve Cemal'i derhal tutuklatmadığı, hatta anlışıldığına göre Alman gemileriyle kaçmalarını kolaylaştırdığı için öfkelenmişti. Vahidettin nefret ettiği bu üç hasmının mahkeme edilip asılmalarını istemişti; böyle davranmakla galiplere yaranmayı amaçlıyordu; oysa müttefikler mütareke imzalandığında -o günlerin modasına aykırı olarak- savaş suçlularının teslimi isteğinde bulunmamışlardı.

Padişah, İzzet Paşa'yla bir anlaşmazlığa düşmeyi istiyordu, çok geçmeden de bu fırsatı yakalamıştı; özsaygısı incitilen paşa istifa etmiş ve sadrazamlığa seksen yaşındaki Tevfik Paşa getirilmişti. Yeni sadrazam Abdülhamit döneminden kalma bir yöneticiydi, son olarak Londra büyükelçiği görevinde bulunmuş ve bu sırada İngiltere'nin sempatisini kazanmıştı. Kurduğu yeni hükümetin, anayasa uyarınca meclisten güvenoyu alması gerekiyordu.

O günlerde Mustafa Kemal yasal yollardan dizginleri eline almayı umuyordu. Partiler dışı, enerjik kimselerden millî bir kabine plânladı. İzzet Paşa'yı yeniden sadrazamlığı kabule razı etti. Arzu edilen kişilerin hangi bakanlıklara getirileceğini gösterip bir histe hazırlandı; hiç kuşkusuz bu çalışmada yönlendirici kişi Mustafa Kemal'di.

Şimdi her iş parlamentoya kalmıştı. Tevfik Paşa'nın güvenoyu alması engellenmeliydi. Böylece padişah halk temsilcilerinin iradesine boyun eğdirilmiş olacaktı. Mustafa Kemal bu kararı vermek üzere toplanmış meclise koştu. Çoğunluğa sahip İttihatçılar arasında dostları vardı; Enver'in düşmesinden sonra bu dostlar eskisine oranla çok artmıştı, bunlardan biri de büyük nüfuza sahip Fethi Bey'di. Başlangıç için partiden yararlanabilirdi; dizginler ele alındı mı, partiye gerek kalmazdı. Fethi Bey partili milletvekillerinin bir kısmını toplantıya çağırdı; görüşme bir yan odada yapıldı General görüşlerini orada etkili biçimde açıkladı. Milletvekilleri güvenoyu verilmemesi durumunda, bunun meclisin dağıtılması sonucu vermesinden korkuyorlardı. Daha iyi ya diye Mustafa Kemal buna karşı çıktı, bu durumda zaman kazanılır ve arzu edilen hükümetin kuruluması için ortam hazırlanırdı. Toplantıya katılanların çoğunluğu bu cesur plânı benimsemiş görünüyordu, bu şekilde komiteye de eski etkinliği kazandırılabilecekti. Genel eğilim Mustafa Kemal'in istediği doğrultuda belirlmişti. Henüz görüşmeleri devam ederken oylama için toplantı zili çaldı ve milletvekilleri salona çağrıldı.

Mustafa Kemal balkona geçip beklemeye koyuldu. Güvenoyu konusu gündeme geldi. Oylama yapıldı. Başkan sonucu açıkladı: Tevfik Paşa hükümeti büyük çoğunlukla güvenoyu almıştı. İttihatçılar içgüdüsel şekilde genç generalin, tıpkı Enver gibi çok geçmeden tüm iktidarı ellerinden alacağını hissetmiş olmalıydılar.

Milletvekilleri onun yolunu tıkamışlardı; bu durumda önünde ancak son bir olanak vardı. Parlamento binasını terketti. Eve gelir gelmez, telefonla hemen sarayı aradı ve padişahla çok acele bir görüşme dileğinde bulundu. Bu başvuru kendisine bildirildiğinde Vahidettin herhalde gülümsemiş olmalıdır. Demek bu adam tekrar ona dönüyordu, kendi oyununda onu kullanabilirdi, bir zafer olurdu bu daha çok, görüşmenin ilk selâmlık resminde yapılmasını kararlaştırdı; böylece generali tören sırasında hazır bulunmakla, padişaha bağlılığını göstermeye zoralmış, aynı zamanda kendisini özel surette kabul ettiğini de herkese duyurmuş olacaktı.

Namazdan sonra Mustafa Kemal'i salona çağırttı. Görüşme padişah tarafından kasten uzatıldı, bir saat sürdü, fakat doğru dürüst bir şey konuşulmuş değildi. Vahidettin generalin açıklamalarını, ne kabul ne red belirtisi göstermeden dinledi. Sonra birden şu soruyu yöneltti:

''Ordu komutanlarıyla subaylarının size büyük güven duyduklarından eminim. Ordu tarafından bana karşı hiçbir harekette bulunulmayacağına dair garanti verebilir misiniz?''

Soru yöneltilen kısa bir an düşündükten sonra ''Komutan veya subayların tahta karşı ayaklanmaları için şu sırada herhangi bir neden bulunduğunu sanmıyorum'' diye cevap verdi. ''Hatta efendimizin korkmasını gerektirecek bir şey bulunmadığı yolunda kesinlikle garanti verebilirim.''

Padişah ''Ben sadece bugünden bahsetmiyorum'' diye devam etti, ''yarını... ve tüm geleceği kastediyorum.''

General, padişahın bazı plânları için kendisini, dolayısıyla da orduyu kazanmayı amaçladığını farketmişti. Bunun ne olduğunu bilemiyordu, fakat kendi kartlarını açık oynayıp hükümdarı kuşkulandırmak için de hiçbir neden görmedi. Mustafa Kemal'in verdiği cevap nakledilmemiştir, fakat, padişahı bir ölçüde ferahlatmış olmalıdır ki, Vahidettin görüşmenin sonunda şunları söylemiştir: ''Siz akıllı ve anlayışlı bir komutansınız. Arkadaşlarınızı aydınlatıp yatıştırarak etkileyeceğinizden eminim.''

Görüşmeye kimse tanık olmamıştı, ancak herkesin dikkatini çekmişti, özellikle de uzun sürüşüyle. General -bir süre önce padişah yaverliğine atanmıştı- tekrar bekleme salonuna döndüğü zaman, orada bulunanların çok şeyler anlatan merak dolu bakışlarıyla karşılaştı.

Yine aynı gün bir padişahlık iradesi yayınlandı; meclisin dağıtıldığını bildiriyor, yeni seçimlerin ne zaman yapılacağına ise hiç değinmiyordu. Mustafa Kemal'le yapılan görüşmenin hemen ardından böylesi bir baskı önleminin alınması, onunla meclisin dağıtılması arasında bir bağlantı kurulmasına yol açtı; oysa kendisi milletvekillerinin önünde böyle bir çözüm yolunu hiç istemediğini belirtmemiş miydi?

Peki, bu adam ne istiyordu, nereye varmayı amaçlıyordu, plânları neydi? Bütün bunlar bir sır halinde kalıyordu, kişi olarak kendisi de büyükbir bilinmeyendi; yine de he hizip onu kendi safında sanıyor, her parti onu kendi yandaşıymış gibi görüyordu. Orduda geniş bir çevre, padişahın da doğru teşhis ettiği gibi, sevilen bu generale büyük umutlar beslemekteydi. Adeta onun vereceği parola beklenmekteydi; gelgelelim böyle bir işaret verilmiyordu bir türlü. eski modaya göre bir hükümet darbesinin her an için başarı şansı vardı. İttihatçılarla çok iyi ilişkiler içindeydi, buna rağmen kendisini yüzüstü bırakmışlardı. Komitenin hâlâ ülke çapında dal budak salmış bir örgütü vardı; genç general istemiş olsa ordunun desteğiyle kendilerine hizmet edebilirdi. Padişah da onu kendi safına çektiğine inanıyordu; bir zamanların başkaldıran askerinde tahtın güvenilir bir koruyucusunu görüyordu. Ve hükümdar generalin verdiği güvenceyle, şimdi olayları kendi bildiğince yönlendirmeye hazırlanıyordu.

Nitekim kısa süre sonra harekete geçti. Sadrazam Tevfik Paşa'ya, meclisteki rahatsız edici çoğunluklarına rağmen İttihatçıları saf dışı etmek hizmeti gördürülmüştü. Bu başarıldığına göre, artık bütün partilerin kızdığı Tevfik Paşa düşürülebilirdi. Zaten kendisi de güçlü bir varlık gösteremiyordu.

Bu arada komite de padişaha karşı yoğun çalışmalara girişmişti. Hatta ülkenin iç kesimlerinde İttihatçılar, yandaşlarını bir ayaklanma sahneye koymak için silâhlandırmaktaydılar. Abdülhamit tahtan indirildiği zaman, Yıldız Sarayında, Vahidettin'in ağabeyine vermiş olduğu jurnaller ve gizli siyasal raporlar bulunmuştu. Bunlar İttihatçı gazeteler tarafından yayınlandı, artık her yanda açıkça tahttan indirme lafları ediliyordu.

Karşı harekete geçmenin tam zamanıydı. Yabancı işgal devletleri de komitenin kışkırtmalarından kuşkulanmaktaydı. Tevfik Paşa kayboldu; onun yerine 1919 Mart'ında Damat Ferit Paşa, padişahın eniştesi bu İngiliz centilmeni, çoktandır özlediği sadrazamlık görevini üstlendi. Onunla birlikte liberaller birliği denilen parti, monarşist-dinci parti, İtilâf ve Hürriyet partisi de dümeni eline alıyordu. Müttefiklerin yüksek komiserleri de yeni sadrazama çok yakınlık gösterdi; o da buna aynı yakınlıkla karşılık verip uysal davranmakla ülkeye hizmet edeceğine ve kabule zorlanılması tehdidi altında bulunulan barış antlaşmasının koşullarını yumuşatacağına inanıyordu. Müttefiklerin isteği üzerine Damat Ferit Paşa İttihatçı önderlerden en tehlikelilerini tutuklattı; böylece ülkede hafiften başlamak belirtileri gösteren direnişi daha nüve durumundayken yok etmek amaçlanmıştı. Tutuklananlardan biri, Ermenilerin öldürülmesine güya karışmış olmakla suçlanıp asıldı. İdam edilen iç düzenlenen cenaze töreni sessiz, fakat çok etkileyici bir gösteri yürüyüşünün yapılmasına neden oldu.

İrtica gemi azıya almıştı; padişah ile eniştesi Damat Ferit hemen hemen kısıtsız şekilde egemenliklerini yürütüyorlardı. Tekrar bütün gözler Mustafa Kemal'e çevrildi. Her şeyi oluruna mı bırakacaktı, yoksa olup bitenlerin arkasında o mu vardı?

Pera'nın bir dış semti olan Şişli'de bir ev kiralamıştı; orda kendi halinde bir insan olarak yaşıyordu, ama hiçbir şekilde kabuğuna çekilmiş de değildi. Onu sık sık kulüplerde görüyorlardı; Pera sosyetesiyle yakın ilişkiler sürdürüyordu; kendisini sürekli hatırlatmaktaydı, hep göz önündeydi ve aynı zamanda kilometrelerce uzaklardaydı. Yaşanılan zamanın sıkıntıları geleceğin neler getireceği herkesin zihnini kurcalıyordu; düşünceler, arzular, projeler birbirine karışıyordu. Herkes onu, şu ya da bu amaç için kazanmak istiyordu; meraklı bir ilgiyle söylenenleri dinliyor; küçük, keskin, derinden bakan gözleriyle konuşan kimseyi süzüyordu, fakat kendisi hep susuyordu; yüz çizgileri kıpırtısız kalıyor, ne evet diyordu, ne de hayır. Onu kendi saflarına çektiklerini sanıyorlar, ama yine hep ellerinden kaçırıyorlardı; ona güveniyorlar, ama yine de hiçbir zaman bundan emin olamıyorlardı. Onda saklı duran bir şey vardı; seziliyordu bu; belirli bir şeye yöneldiği de hissediliyordu, ama neydi bu yöneliş, işte işin burası tümüyle belirsiz kalıyordu.

Bu arada ilk günlerdeki umutsuzluk havası da biraz dağılmıştı; yeniden bir parça yüreklenilmeye başlanmıştı. Başlangıçta birbirine perçinlenmiş gibi görünen müttefiklerarası bağlar da artık eski sağlamlığında değildi. Üç yüksek komiserin çoğu kez birbirinin aleyhine çalıştığını Türkler derhal farketmişlerdi; her biri kendi ülkesinin çıkarına propaganda yapıyordu. Genellikle hoşgörülü bir davranış içindeydiler; Damat Ferit sadrazam olduktan sonra bu tutumları daha da yumuşamıştı. Yakınlık gösteriliyor ve konuşmalarda barışın, ilkin korkulduğu gibi, pek öyle kötü koşullarda yapılmayacağı sezdiriliyordu. Türkler de yetki sahiplerinin gönüllerini çelmek ve dostluklarını kazanmak yollarını arıyor, milletine göre değişik yollar deniyorlardı: İngilizlerle doğruluk ve dürüst davranışlarla yakınlık kuruluyor; İtalyanlara ekonomik ayrıcalıklar doğrultusunda göz kırpılıyordu; Fransızlar ise kendilerine açılmış Pera salonlarında, alımlı oldukları kadar lütufkâr da olan kadınların büyüsüne kapılıyorlardı.

Tek tük gerçek umut ışıkları da belirmekteydi. Hindistan Müslümanlarının ileri gelenleri İngiliz hükümetine verdikleri bir dilekçede, Halife-Sultanın İstanbul'dan uzaklaştırılmasının Hindistan'ın İslâm dünyası üzerinde, tehlikeli olmasa bile pek elverişsiz karşı tepkilere yol açacağını bildirmişlerdi. Sevindirici bir işaret bu. Rusya çöktükten sonra İngiltere, en çok Müslüman nüfusa sahip ülke durumundaydı. Bu kitleye saygı göstermek bir zorunluluktu İtilaf devletlerinin en güçlüsünün koruyuculuğuna dayanılır, ona bir çeşit himaye yönetimi kurmak olanağı verilirse, o zaman belki devlet ayakta tutulabilir, hatta büyük arazi kesimlerin elden gitmesi bile önlenebilirdi. Padişah ancak İngiltere'nin yardımıyla tahtını koruyabileceğine inanıyordu. Sadrazam Damat Ferit de bunu tek kurtuluş yolu ve ''en az kötü'' çare olarak görmekteydi. Böylece hükümetin desteğinde ve İngiliz parasıyla beslenen bir ''İngiliz Dostları Derneği - İngiliz Muhibleri Cemiyeti'' kuruldu. Bu derneğin yönetici beyni Sait Molla adında müsteşarlık yapmış bir gazeteciydi, daha sonraları Kemalistlerin etkin bir düşmanı olmuştur.

Yüklə 392,95 Kb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə