Dördüncü yüzyılda Makedonyalılar, Yunanistan ve İran’ın tamamını otuz yıl içinde ele



Yüklə 344,41 Kb.
Pdf görüntüsü
tarix08.09.2018
ölçüsü344,41 Kb.
#67798


Roma 

Dördüncü  yüzyılda  Makedonyalılar,  Yunanistan  ve  İran’ın  tamamını  otuz  yıl  içinde  ele 

geçirmişlerdir ve Roma lejyonlarının ilerlemesi de bu dönemden itibaren durdurulamaz hale gelmiştir 

(Davies,  2006:  162).  Askerliğin  yurttaşlıkla  birebir  ilişkili  olduğu  Yunan  kentlerinde  yurttaş  sayısının 

arttırılması  konusunda  Yunanlıların  gönülsüz  olmaları  nedeniyle  savaş  meydanlarında  asker  sayıları 

gün  geçtikçe  azalmıştır.    Aksine  hem  Makedonyalıların  hem  de  Romalıların  asker  (paralı  asker  olan 

peltastlar ve lejyonerler) ve yurttaş edinme konusundaki becerileri insan kaynaklarını devasa şekilde 

arttırarak  küçük  ama  bağımsız  kent  devletlerini  yok  edip  imparatorluklar  çağını  başlatmıştır. 

Yunanlılar  hiçbir  zaman  elli  binden  fazla  ağır  zırhlı  piyadeyi  savaş meydanına  sürememişlerdir;  ama 

Roma  Cumhuriyeti  kalabalık  İtalyan  yarımadasının  insan  gücünü  askere  almayı  bir  kez  başarınca, 

yarım milyon asker sürekli emrinde olmuştur (Davies, 2006: 162). 

Roma ve benzeri kentlerin kurulmasından önce İtalya yüzlerce yıl boyunca köylerden oluşan 

bir  yer  olarak  kalmıştır  ve  dış  dünya  buradaki  yaşamı  yalnızca  gelişigüzel  bir  şekilde  etkilemiştir 

(Boatwright, Gargola ve  Talbert, 2004: 1). Roma karanlık  çağlardan beri hem yerli halkların hem de 

toprağının  verimliliği  ve  ikliminin  katlanabilir  olması  nedeniyle  her  yönden  gelen  kolonilerin 

oluşturduğu çeşitlilikle bir karmaşa ortamı oluşturmuştur. Roma baştan sona yapay ve zoraki bir birlik 

olarak ortaya çıkmıştır (Hegel, 2006: 211). 

Roma’nın tarihsel gelişimi üç bölüme ayrılabilir; krallar çağı, Roma kentinin kuruluşundan son 

krallarının kentten kovulduğu İ.Ö. 510 yılına kadar olan yıllar; Roma Cumhuriyeti dönemi, İ.Ö. 509’dan 

Agustus’un diktatörlüğü için gerekli olan yasal düzenlemeleri yaptığı İ.Ö. 27 yılına kadar olan yıllar ve 

son olarak da bu diktatörlükle başlayıp bin yılı aşkın bir süre sürecek olan İmparatorluk Çağı (Kamm, 

1995: 2). Roma kenti Tiber Nehri ile Alba Tepeleri arasında yer alan Latium düzlüklerine yayılmış otuz 

civarında halkla ortak bir Latin kültürünü paylaşırken başarılı ticaret kentleri gibi hem İtalya’dan hem 

de doğudan pek çok yabancıyı kendine çekmiştir (Freeman, 2005: 358).  

Roma,  haydut  çobanlardan  ve  her  tür  ayaktakımının  bir  araya  gelmesiyle  oluşmuştur,  daha 

sonra ele geçirilen ve yok edilen kentlerin nüfusları da oraya katılmıştır ve bu durum daha zayıf, daha 

yoksul, daha geç katılmış olanların zorunlu olarak  başlangıçta kenti kurmuş ve kendilerini yiğitlik ve 

varsıllık  yoluyla  seçkinleştirmiş  olanlara  karşı  bir  değersizlik  ve  bağımlılık  ilişkisi  içinde  olmalarına 

neden  olmuştur.  Roma’nın  toplumsal  yapısında  oluşan  bu  ikili  durum  daha  sonra  yöneten  ve 

yönetilen  sınıfı  olarak  görülebilecek  olan  patrisyenler  ve  pleblerin  meydana  gelmesine yol  açmıştır. 

Patrisyenler aristokrasi sınıfını temsil ederken Plebler de sıradan halk yani populus’u oluşturmaktadır.  



Devletin ilk yağmacı yıllarında her yurttaş zorunlu olarak askerdir, çünkü devlet savaş üzerine 

dayanmaktadır;  ancak  bu  yük  her  yurttaşın  savaşta  kendi  kendisini  silahlandırması  ve  idame 

ettirmesini gerektirdiği için birçok yurttaşı zor durumda bırakmıştır  (Hegel, 2006: 213). Patrisyenler 

ve plebler arasındaki statü farklılığı ve güç dengesizliği ilk krallar zamanından itibaren artmaya devam 

etmiştir. Patrisyenler olarak adlandırılacak olan soylu aileler karşısında direnç gösteremeyen plebler 

önce  topraklarını  ardından  da  özgürlüklerini  yitirmeye  başlamışlardır.  Bu  eşitsizlik  ve  yoksulluk 

ortamında  plebler  arasından  çıkan  bazı  gruplar  patronus  adını  verdikleri  aristokratlara  birer  klient 

(yanaşma) olarak tabi olmuşlardır. Soylu bir efendiyle ile yanaşması arasındaki Roma’ya özgü bu ilişki, 

Avrupa Ortaçağ’ındaki derebeylik sisteminde olduğu gibi Roma’nın toplumsal ve siyasal yaşamında da 

temel  bir  önem  taşımaktadır  (İplikçioğlu,  1997:  123).  Roma  pleblerinin  yurttaşlık  nüvesi  aynı  Antik 

Yunan’da  olduğu  gibi  askeri  kimliklerinden  ortaya  çıkmaktadır.  kendi  kendilerini  silahlandırabilenler 

hem Romanın askeri olmuştur hem de yüzler meclisine girmiştir.  

kralların Roma üzerindeki hâkimiyeti 200 yıldan fazla sürmüştür (Ackroyd, 2005: 10). Kralların 

aristokratlar tarafından sürülmesinden hemen sonra patrisyenler ve plebler arasındaki kavga yeniden 

başlar  çünkü  kraliyetin  ortadan  kaldırılması  yalnızca  kraliyet  gücünü  ele  geçiren  aristokrasinin 

üstünlüğüne yol açmış ve plebler ise Krallarının onlara sağladığı korumayı yitirmişlerdir (Hegel, 2006: 

223).  Birçok  kez  patrisyenlere  karşı  ayaklanan  plebler  bazı  dönemlerde  orduya  katılmayı  bile 

reddetmişlerdir.  Pleblerin  savaş  zamanında  ordudan  ayrılarak  Roma  dışındaki  bir  tepede  istekleri 

yerine getirilinceye kadar beklemeleri olarak adlandırılan ayrılma tarihçilere göre pleblerin en güçlü 

silahıdır (Boatwright, Gargola ve Talbert, 2004: 56).  Plebler ve  patrisyenler arasındaki mücadeleye, 

sürekli olarak partisyenlerden koparılan ödünler damgasını vurmuştur; 

Plebler  ve  patrisyenler  arasındaki  mücadelede  bir  dengenin  sağlanmasından  sonra  Roma 

kendi  dışındaki  dünyaya  gözlerini  açmıştır.  Krallar  çağından  sonra  ortaya  çıkan  Cumhuriyet 

döneminde  Romalılar  kendilerine  has  yurttaşlık  örgütlenmesi  ve  düzenli  bir  ordunun  temelini 

oluşturan  lejyoner  yapılanması  ile  devlet  birliğini  de  sağlamayı  başarmışlardır.    Farklı  koşulları  olan 

Sparta  dışında,  kent  devletlerinin,  etkili  bir  dış  siyaseti  sürekli  olarak  destekleyebilecek  ‘daimi’  kara 

ordularının bulunmayışı, Atina gibi denizde  güçlü devletlerin ise  dar görüşlülükleri, Yunan dünyasını 

bir  devlet  birliği  halinde  birleştirmeye  yönelik  girişimleri  engellemiş;  kentlerin  kendi  yurttaşlık 

haklarını  diğer  kentlerle  paylaşmaya  razı  olmamaları  da,  polis  dünyasının  sürekli  parçalanmışlığını 

pekiştirmiştir  (İplikçioğlu,  1997:  118).    Ancak  Yunan  dünyası  bu  şekilde  sık  sık  birbirleriyle  veya  dış 

güçlerle savaş halindeki toplulukların karmaşık mozaiğinden oluşurken Roma’nın odağında tersine tek 

bir devlet bulunmaktadır (Rich ve Shipley, 1993: 1).  




Kralları ülkelerinden kovup konsüllerin gözetiminde  bir cumhuriyet yönetimine geçen Roma 

öncelikle İtalya’da siyasal birliği sağlamıştır. Pleblere bir çeşit ikinci sınıf yurttaşlık payesi vererek ordu 

için  gerekli  olan  insan  kaynağını  dolduran  Roma  yönetimi  Yunan  muadillerinin  düştüğü  sıkıntıya 

düşmemiştir.  İkinci  sınıf  yurttaşlık  modeliyle  politik,  toplumsal  ve  ekonomik  alanlarda  farklı  hak  ve 

sorumluluklara  sahip  bir  yurttaşlık  statüsünün  mucidi  olan  Romalılar  modern  yurttaşlık  tipolojisine 

kamusal  alan  ve  özel  alan  dilemmasını  hediye  etmişlerdir.  Atina’nın  demokratik  yönetimi  altındaki 

tüm  yurttaşlar  aktif  ve  özgür  bir  şekilde  yurttaşlığın  hem  sefasını  hem  cefasını  çekerken,  Roma’da 

zamanla  yurttaşlığın  sefasını  sadece  zenginler,  cefasını  da  alt  sınıftan  olan  insanlar  çekmeye 

başlamıştır.  Antik  Yunan’da  yurttaşın  bireysel  olarak  hak  ve  sorumluklarının  bir  nişanı  olan  arete 

halesi  Roma’da  toplumsal bir  dönüşüm  yaşamıştır.  Roma  için  virtus yürekliliktir;  ama  bu  salt  kişisel 

yüreklilik  değildir,  tersine  kendini  özsel  olarak  yoldaşlık  birlikteliği  içinde  gösterir;  bu  birliktelik  en 

yüksek  değer  olarak  geçerlidir  ve  her  tür  zorbalık  ile  birleşmiş  olabilir  (Hegel,  2006:  212).  Atina’da 

yurttaşın  kentle  olan  politik  ilişkinin  bir  ürünü  olan  arete  Roma’nın  bir  kentten  imparatorluğa 

dönüşmesiyle toplumun ayağına vurulan bir zincir haline gelmiştir; ulusal saadet zinciri. Antik Yunan 

yurttaşlığı her yönüyle somut yaşanabilir bir olguyken Roma’da yurttaşlık yalnızca bir yasal bir imgeye 

dönüşmüştür. Günümüz Amerikan yurttaşlığının durumundaki gibi o dönemin birçok halkı tarafından 

popüler bir hüviyet kazanan Roma yurttaşlığının sloganı da Cicero’nun ağzından dökülmüştür; ‘Civis 

Romanus sum’ (ben bir Roma yurttaşıyım). 

Roma Cumhuriyet döneminde, öncelikle yakın bölgesindeki bazı kentlere daha sonra da uzak 

Asya’ya kadar birçok topluma Roma yurttaşlığı statüsü vererek yurttaşlık olgusunu kent sınırları dışına 

çıkartmıştır. Roma, mağlup olan halklara, oy hakkı ve belirli idari görevlere gelme hakkı olmayan ikinci 

sınıf  yurttaşlık  hakkı  bahşetmiştir.  Savaştan  sonra  kölelerin  bile  yararlandığı  bu  uygulamayla  Roma 

yurttaşlığı  artık  coğrafi  olarak  Roma  kentinin  kendisiyle  sınırlı  kalmayacak  bir  ‘ulusal’  statü  halini 

kazanmıştır  (Heater,  2007:  56).  Roma  bu  antlaşmalar  uyarınca  düşmanlarını  yok  etmemiştir,  bunun 

yerine Tiber’den Napoli Körfezi’ne kadar uzanan sahil düzlükleri boyunca onları ‘ulus’ devletler olarak 

yeniden organize etmiştir (Freeman, 2005: 366).  

Roma  toplumu,  yurttaş  olanla  olmayan  ve  yurttaş  olmayanların  da  özgür  olanla  olmayan 

arasındaki  temel  hukuki  fark  üzerine  kurulmuştur;  sıkı  bir  kalıtsal  toplumsal  ‘tabakalar’  sistemidir. 

(Davies,  2006:  189).  Plebler  ve  patrisyenler  arasındaki  evliliklerin  yasak  olması,  toprak  sahibi 

olmayanların askere alınmaması, politik hakların iktidarda bulunan aristokratlar lehine olması gibi ilk 

dönemde  görülen  bazı  uygulamalar  belirli  bir  kast  sisteminin varlığına  işaret  etmektedir.   Romalılar 

belki  de  dünya  tarihindeki  ilk  pragmatist  devlet  örgütlenmesi  oldukları  için  tüm  bu  olumsuzlukları 

zaman  içinde  katlanılabilir  düzeye  çekmeyi  başarmışlardır.  Bu  durum,  İ.Ö.  451-450  yıllarından  beri 



‘eşit  hukuk’un  kaynağı  olarak  görülen  On  İki  Levha  Kanunları,  yani  bütün  yurttaşları  eşit  olarak 

bağlayan  görüşlerle  başlamıştır;  yıllar  boyunca  da  hukuk  her  noktadan  test  edilmiş,  değiştirilmiş  ve 

genişletilmiştir (Davies, 2006: 197).  

Roma yurttaşı olma statüsü, bireyin, Roma hukukunun rehberliği ve himayesinde yaşadığının 

göstergesidir  (Heater,  2007:  51).  Hatta  Roma  hukuku,  tabi  olan  halklar  için  bir  ayrıcalık  olduğu  gibi 

yurttaşlar arasında da en onur verici, en soylu ve en faydalı bir meslek olarak da görülmüştür (Paoli, 

1999: 191). Toplumun uzun yıllar boyunca uyum içinde yaşamasının altında tüm bu zıtlıklara rağmen 

paranın güç ve iktidara giden yolda en önemli silah olması da yatmaktadır (Ackroyd, 2005: 94). Ayrıca 

her  ay  imparator  tarafından  yoksul  halka  bedava  dağıtılan  tahıl  (annona)  günümüz  sosyal  devlet 

anlayışının  iptidai  bir  örneğini  oluşturmaktadır.  İmparatorluk  çağında  tüm  zenginliklerin  Roma 

kentine  akmasıyla  aristokratların  küplerinin,  yoksulların  da  tabaklarının  dolması  Romalı  olmanın  bir 

prestij  haline  gelmesini  sağlamıştır.  Roma  kenti  sınırları  dışında  Roma  hâkimiyeti  altında  yaşayan 

halklar  da  Roma  hukukunun  güvencesi  uğruna  birinci  sınıf  olmasa  da  Roma  yurttaşlığının  sefasını 

sürmüşlerdir.  Zamanla  imparatorluğun  tüm  sınırlarına  yayılan  bu  yurttaşlık  uygulamasında  özgür 

yurttaşların  oğulları  doğrudan  yurttaş  olabilmektedir.  tüm  erkekler  ya  özgürdür  ya  da  köle.  Bunun 

ardından  özgür  erkeklerin  bazıları  ingeniu  (özgür  doğmuş)  bazıları  da  libertini  (azat  edilmiş)  olarak 

ikiye ayrılır (Gardner, 1993: 3). 

Roma’da  yurttaşlık  statüsü  evrimleşerek  Yunan  muadilinden  çok  daha  esnek  bir  hal 

almıştır; Romalılar çeşitli yurttaşlık sınıfları oluşturmuş, kölelere yurttaşlık onuruna kavuşma 

olanaklarını sunmuş ve bu unvanı kentin dışına, zamanla bu “dünya imparatorluğu”nun en uç 

sınırlarına  kadar  tek  tek  bireylere,  hatta  topluluklara  dağıtmakta  da  fazlasıyla  cömert 

davranmışlardır (Heater, 2007: 49). Roma, bu şekilde hem ordu için gerekli olan asker açığını 

hem  de  yurttaşlardan  gelen  vergiler  sayesinde  devletin  giderleriyle  oluşan  mali  açığı 

kapatmayı başarmıştır.  

Ancak  Roma’da  azat  edilen  bu  köleler  memurluk  görevlerine  gelememektedirler  ve 

bunlarla  benzer  statüde  olan  kadınlar  ise  ne  oy  kullanabilmektedir  ne  de  idari  görevlerde 

çalışabilmektedir (Gardner, 1993: 4). Çocukluklarını da diğer erkek çocuklar gibi babalarının 

iktidarı  (polestas)  altında  yaşayan  kadınlar  evlendikten  sonra  da  evlenme  şekline  göre  ya 

babalarının güvencesi ve otoritesi altında yaşamaya devam etmiştir ya da kocalarının ailesine 

malı  ve  mülküyle  intikal  etmiştir.  Bu  uygulamalar  Roma’daki  kadınların  genellikle  çocuk 

statüsünde tutulduğunu göstermektedir.  kadınlar kocalarıyla yemek yiyebilir, hatta kadın ve 

erkeklerin  bir  arada  bulunduğu  yemeklere  ev  sahibesi  olarak  başkanlık  edebilir  (Freeman, 




2005: 438). Hatta uzun yıllar süren savaşların, erkekleri köyünden kasabasından uzaklaştırdığı 

için  çocuklarıyla  kendi  başına  kalan  Romalı  kadın  kamusal  hayatta  daha  da  belirgin  bir 

görünüm kazanmıştır.  

Roma  Devleti  sınırları  genişledikçe  daha  uzun  süren  savaşlara  katlanmak  zorunda 

kalmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında da ordunun temelini yalnızca toprak sahibi yurttaşların 

oluşturması,  yıllarca  süren  savaşların  ardından  yalnızca  büyük  borçlarla  geriye  dönen  bu 

yurttaşların topraklarını zenginlere kaybetmesine neden olmuştur. Bunun sonucunda da birçok 

iç karışıklık yaşanması ve asker sayısının azalması nedeniyle başarılı bir general olan Gaius 

Marius  orduyu  yeniden  organize  ederek  toprak  sahibi  olmayan  diğer  tüm  yurttaşların  da 

ihtiyaçları karşılanarak orduya yazılmalarına imkân sağlamıştır (Ackroyd, 2005: 42). Sürekli 

artan yurttaş sayısı ile devasa bir güce ulaşan bu ordular iktidar ihtiraslarına yenik düşen bazı 

kumandanlarca  Roma’da  cumhuriyet  kaldırılarak  İmparatorluk  çağı  başlatılmıştır. 

İmparatorluk  Çağının  başlangıcında,  gelişmesini  sürdüren  Roma,  Avrupa’nın  batısından 

Asya’nın  iç  kısımlarına  ve  Afrika’daki  Mısır’a  kadar  uzanan  toprağın  hâkimiyetini 

kazanmıştır.  İmparator  Caracalla  kendisinden  önceki  birçok  imparatorun  çeşitli  vesilelerle 

arttırdığı yurttaş sayısını İ.Ö. 212’de imparatorluk sınırları içinde yaşayan tüm özgür insanlara 

armağan  etmesiyle  yurttaşlık  derecelerinde  çeşitli  coğrafi  istisnalar  ve  farklılıklar  neredeyse 

tamamen  yok olup  gitmiştir (Heater, 2007:  58).  İsa’nın doğumundan sonraki  yüzyıllarda  en 

parlak  günlerini  yaşayan  Roma  kenti,  zenginliğin  paylaşımındaki  adaletsizlikler  sonucunda 

birçok  ihanete  ve  suikasta  şahit  olmuş  ve  bu  çekişmeler  sonucu  çıkan  yangınların  arasında 

kalmıştır.  

 

 



Yüklə 344,41 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə