Feokromositomalar (pcc’ler)



Yüklə 107,09 Kb.
Pdf görüntüsü
tarix11.04.2018
ölçüsü107,09 Kb.
#37706


 

FEOKROMOSİTOMA 

 

Feokromositomalar  (PCC’ler)



10

,  böbreküstü  medullanın  kromafin  dokusundan  elde  edilen 

katekolamin  salgılayan  tümörlerdir.  Yakından  ilişkili  tümörler  olan  ekstraadrenal 

paraganglioma  (PGL)  isimli  tümörler  ekstraadrenal  yerlerde  ortaya  çıkabilirler.  Bu 

tümörlerden  katekolamin  salgılanması  sıklıkla  epizodiktir  ve  baş  ağrısına,  terlemeye, 

çarpıntıya ve hipertansiyona neden olur. Belirlenip tedavi edilmezlerse PCC ve PGL (PPGL), 

aritmi, miyokard enfarktüsü, inme ve ölüme neden olabilir. 

PPGL’nin  tanısı,  aşırı  katekolamin  salgılanmasına  dair  biyokimyasal  kanıtlara  ve  tümörün 

varlığının  görüntüleme  çalışmalarıyla  doğrulanmasına  dayanır.  Her  ne  kadar  tarihsel  olarak 

PPGL taraması için çok sayıda farklı biyokimyasal test kullanıldıysa da, plazma ve idrarda, 

katekolamin  yıkım  ürünleri  olan  metanefrin  ve  normetanefrinin  ölçümleri  artık  birinci 

basamak  testleri  olarak  değerlendirilmektedir.  Bu  iki  metabolitin  ikisinden  birinin  florid 

yükselmesi  neredeyse  %100  olasılıkla  PPGL  ile  ilişkilidir.  Ne  var  ki  metanefrin  ve 

normetanefrin konsantrasyonları,  ilgili  referans aralıklarının üst  sınırının yalnızca bir miktar 

üstünde  olduklarında,  gerçek  pozitif  ve  yanlış  pozitif  sonuçlar  arasında  ayrıma  gitmek  zor 

olabilir. 

Çok uzak olmayan bir geçmişte, PPGL’lerin %90’ının sporadik olarak meydana geldiklerine 

inanılıyordu. Ne var ki 10 farklı gendeki germ hattı mutasyonlarının PPGL’lere neden olduğu 

gösterilmiştir  ve  bu  tümörlerin  en  az  %30’unun  kalıtımsal  olduğu  bilinmektedir.  Önemli 

olarak,  genotip-fenotip  korelasyonları  açıklığa  kavuşturulmuştur:  farklı  mutasyonlar  spesifik 

klinik  özellikler  ve  hastalık  yerleriyle,  belli  katekolaminlerin  üretimiyle  ve  malignitenin 

çeşitlilik arz eden sıklığıyla ilişkilendirilmiştir. 

Bu Soru-Cevap makalesinde beş uzman, PPGL’nin tanı, lokalizasyon ve tedavisindeki en son 

durumu  tartışmaktadırlar.  Ayrıca  bu  tümörlere  sahip  hastaların  tanı  ve  yönetiminde  genetik 

testlerin rolüne dair görüşlerini sunmaktadırlar. 

PPGL’nin  prevalansına  dair  tahmininiz  nedir?  Bazı  popülasyonlar  bu  tümörleri 

geliştirmek açısından yüksek bir risk altında mıdır? 

 



 

Graeme  Eisenhofer:  İlk  otopsi  serileri  PCC  için  1000’de 

1’lik  bir  prevalansı  göstermişlerdir;  daha  yakın  tarihli 

serilerse  daha  düşük  bir  prevalans  olan  2000’de  1’i 

göstermişlerdir,  bu  da  yaşayan  bireylerdeki  tespit  oranının 

iyileştiğini düşündürmektedir. Buna rağmen, 10.000’de 1.5–

4 prevalansa tekabül eden, yıllık milyonda 2–5 olarak rapor 

edilen tespit oranı, çoğu vakanın yaşamları esnasında teşhis 

edilemediğini  düşündürüyor.  Bu  muhtemelen,  böbreküstü 

tümörlerde  yaklaşık  %15’lik  prevalansı  olan  ekstraadrenal 

paragangliomalar için de geçerlidir. 

PPGL  açısından  yüksek  bir  risk  altında  olan  popülasyonlar,  artık  tümör  yatkınlıkları  olduğu 

belirlenmiş  10  gende  germ  hattı  mutasyonları  olanlardır.  Tümör  için  taranması  gereken 

yüksek  risk  altındaki  diğer  popülasyonların  arasında  hastalık  öyküsü  olan  veya  görüntüleme 

çalışmaları esnasında tesadüfen bulunan böbreküstü lezyonları olan bireyler vardır. 

Karel  Pacak:  PPGL’ler  çok  nadir  bulunan  nöroendokrin 

tümörlerdir;  prevalanslarının  genel  popülasyonda  %0,05 

olduğu  tahmin  edilmektedir.  Bu  tümörlerin  %50’sinin 

yalnızca  otopside  teşhis  edildiği  düşünüldüğünde,  bu 

tümörlerin  prevalansı  daha  yüksek  olabilir,  belki  %0,1’e 

bile  ulaşabilir.  Hipertansiyonlu  hastaların  popülasyonunda 

ve bu tümörleri geliştirme riski olan ailelerde (örneğin, belli 

bir gen mutasyonunun taşıyıcıları) prevalans daha yüksektir. 



 

 

 

 

 

 


 

Eamonn  R.  Maher:  Bizim  lokal  popülasyonumuz  için 

spesifik  bir  prevalans  verisi  yoktur.  Ne  var  ki  bireysel 

popülasyonlarda  PPGL’ye  kalıtsal  yatkınlığın  prevalansı 

açısından, kurucu mutasyonların (örneğin, von Hippel-Lindau 

tümör  supresöründeki  “Kara  Orman”  mutasyonu,  batı 

Almanya’da  yaygın  olan  ve  yüksek  bir  PCC  riskiyle  ilişkili 

olan  E3  ubikitin  protein  ligaz  (VHL)  geni  (p.Tyr98His)), 

PPGL’nin  spesifik  kalıtsal  biçimlerinin  sıklığında  coğrafi 

varyasyonlara neden olabileceğini değerlendirmek önemlidir.  



William  F.  Young:  Katekolamin  salgılayan  tümörler 

nadirdir;  bir  milyon  insanda  2–8  vakalık  bir  yıllık  insidansı 

vardır.  Ayakta  tedavi  edilen  hastalardaki  hipertansiyonun 

ikincil nedenleri hakkındaki tarama çalışmalarına dayanarak, 

PCC’nin  prevalansı  %0,1  ila  %0,6  arasında  tahmin 

edilmektedir.  Buna  rağmen  bu  tümörlerden  şüphelenmek  ve 

onları konfirme, lokalize ve rezekte etmek önemlidir, çünkü 

(a)  eşlik  eden  hipertansiyon,  tümörün  cerrahi  olarak 

alınmasıyla iyileştirilebilirdir, (b) ölümcül bir paroksizm riski 

vardır,  (c)  tümörlerin  en  az  %10’u  kötü  huyludur  ve  (d)  yaklaşık  %20’si  familyaldır  ve 

tümörün probandda tespit edilmesi, diğer aile üyelerinde erken tanıya neden olabilir. 

Bu  nadir  neoplazmalara  dair  vaka  saptama  testleri,  prevalansın  yüksek  olduğu  klinik 

ortamlarda belirlenmiştir ve bunlar arasında şunlar vardır: hiperadrenerjik nöbetler (çarpıntı, 

diyaforez, baş ağrısı, tremor, solgunluk nöbetleri); tedaviye dirençli hipertansiyon; PCC veya 

paragangliomaya  predispoze  eden  familyal  bir  sendrom  (örneğin,  multipl  endokrin  neoplazi 

tip  2,  nörofibromatoz  tip  1,  von  Hippel  Lindau  sendromu  veya  süksinat  dehidrojenaz 

mutasyonları);  ailede  PCC  geçmişi;  tesadüfen  keşfedilmiş  böbreküstü  bir  kitle;  anestezi, 

ameliyat  veya  anjiyografiye  presör  yanıt;  genç  yaşta  (<  20  yaş)  başlayan  hipertansiyon; 

idiyopatik  dilate  kardiyomiyapati;  ve  gastrointestinal  stromal  tümörler  veya  pulmoner 

kondromalar öyküsü. 



 


 

Ronald  R.  de  Krijger:  17  milyon  nüfuslu  Hollanda 

popülasyonunda veya dünya çapında PPGL’nin prevalansını 

bilmiyorum.  Tahminlerime  göre  Hollanda’da  yıllık  PCC 

insidansı  100.000’de  0,5–1,0’dir  ve  bunun  yaklaşık  onda 

biri abdominal PGL içindir. Baş ve omuz PGL’si için yıllık 

insidans muhtemelen 100.000’de 0,2–0,3 civarındadır. Belli 

genlerde kurucu mutasyonları olan popülasyonlarda, yüksek 

bir risk vardır. Süksinat dehidrojenaz kompleksi, altbirim D, 

integral  zor  proteindeki  (SDHD)  kurucu  mutasyonlar  göz 

önüne  alındığında,  Hollanda’da  baş  ve  boyun  PGL’si  için 

durum budur. 



Plazma  serbest  ve  üriner  fraksiyone  metanefrinler  PPGL’yi  taramada  birinci  basamak 

testleri  olarak  kabul  edilmektedirler.  Bu  testlerden  birisinin  daha  üstün  olduğunu 

düşünüyor musunuz? Birinin yerine diğerinin kullanılması gereken spesifik durumlar var 

mıdır? 

Graeme  Eisenhofer:  Bugüne  kadar  plazma  serbest  ve  üriner  fraksiyone  metanefrinlerin 

tanısal  performansını  doğrudan  kıyaslayan  4  çalışma  olmuştur  ve  hepsi  tutarlı  bir  şekilde, 

plazmanın idrar testine kıyasla daha yüksek bir tanısal duyarlılık ve özgüllüğe sahip olduğuna 

göstermişlerdir. Yine de tüm o çalışmaların kısıtlamaları vardı ve her bir test için rapor edilen 

farklılıklar,  katekolamin  fazlalığına  dair  diğer  testlerle  kıyaslandığında  göreceli  olarak 

küçüktü. Dolayısıyla aksi kanıtlanana dek, birinci basamak testi olarak her ikisi de uygundur. 

Çocuklarda ve böbrek yetmezliği olan hastalarda plazma testi idrar testinden daha uygundur. 

Bazı  araştırmalar  aynı  durumu  yüksek  PPGL  riski  altında  olan  popülasyonlar  için  de 

önermişlerdir,  fakat  bu  aslında  referans  aralıklarıyla  ilgilidir.  Tümörleri  tespit  etmek  için 

optimal tanısal duyarlılık açısından uygun olan yüksek kesim noktalarında, plazmanın tanısal 

özgüllüğü  idrar  testininkinden  daha  yüksektir;  dolayısıyla  plazma  testi,  düşük  riskli 

popülasyonlarda da tercih edilebilir. 

Test  seçiminden  daha  önemli  olan,  ölçüm  yöntemi  ve  her  testte  klinisyen  ve  laborantların 

deneyim  ve  uzmanlıklarıdır.  Örneğin  sıvı  kromatografisi–tandem  kütle  spektrometresiyle 

(LC-MS/MS)  ölçülen  üriner  metanefrinler,  immünolojik  testlerle  elde  edilen  plazma 



 

metanfrin  ölçümlerine  kıyasla  (özellikle  personel,  hastaların  kan  alımı  için  doğru 



hazırlanmasında deneyimli olmadığında) daha çok tercih edilirler. 

Karel  Pacak:  Bizim  NIH’deki,  çok  sayıda  hastaya  dayanan  deneyimimiz,  birinci 

biyokimyasal  test  olarak  plazma  metanefrinlerinin  idrar  metanefrinlerine  üstün  olduğuna 

göstermektedir. Bu tümörlerin, tümörün içinde serbest metanefrinlere doğru metabolize edilen 

katekolaminler ürettiklerine ve bu serbest metanefrinlerin de sürekli olarak tümör dokusundan 

dolaşıma  salındığına  dikkat  edilmelidir.  İdrardaki  metanefrinlerin  değerlendirilmesi, 

(dekonjugasyonlarından  sonra  serbest  olarak  ölçülen)  konjuge  metanefrinlerin  ölçümünü 

içerir.  Konjuge  metanefrinler  de  farklı  organlarda  üretilir.  Dolayısıyla  bu  tümörlerin 

biyokimyasal 

tanısında 

plazma 


serbest 

metanefrinlerin 

ölçümü, 

idrar-konjuge 

metanefrinlerden daha iyi bir tanısal belirteç sunar. Ne var ki bu durum pratik fayda açısından 

henüz kanıtlanmamıştır. 



William  F.  Young:  Mayo  Kliniğinde  en  güvenilir  vaka  tespiti  stratejisi,  fraksiyone 

metanefrin  ve  katekolaminleri,  24  saatlik  idrar  alımında  ölçmektir.  Eğer  klinik  şüphe 

yüksekse,  plazma  fraksiyone  metanefrinler  de  ölçülmelidir.  Bazı  gruplar,  plazma  fraksiyone 

metanefrinlerin PCC için bir birinci basamak testi olması gerektiğini savunmuşlardır; negatif 

bir testin prediktif değeri son derece yüksektir ve erken preklinik hastalıkları olan ve yalnızca 

dopamin  salgılayan  neoplazmaları  olan  hastalar  hariç  olmak  üzere,  normal  bir  plazma 

fraksiyone metanefrin sonucu PCC’yi dışlar. Plazma testi ayrıca basitliği nedeniyle çekicidir. 

Her ne kadar plazma fraksiyone metanefrinlerin ölçümü %96 ile %100’lük tanısal duyarlılığa 

sahipse  de,  tanısal  özgüllüğü  %85  ila  %89  arasında  olacak  şekilde  suboptimaldir;  tanısal 

spesifiklik 60 yaşından büyük hastalarda %77’ye iner. Üçüncül bakım kliniğinde görülen ve 

plazma  fraksiyone  metanefrin  ölçümleri  referans  aralığının  üstünde  olan  hipertansiyon 

hastalarının %97’sinde PCC olmayacağı kestirilmiştir ve bu da, takip eden görüntülemeler ve 

potansiyel  olarak  uygun  olmayan  ameliyatlar  nedeniyle  aşırı  sağlık  harcamalarına  neden 

olacaktır.  Dolayısıyla  plazma  fraksiyone  metanefrinler,  bir  birinci  basamak  testi  olarak 

tavsiye  edilmek  için  gerekli  tanısal  özgüllüğe  sahip  değildir  ve  bu  test,  şüphe  indeksinin 

yüksek olduğu vakalara saklanmalıdır. 



Plazma  serbest  veya  üriner  fraksiyone  metanefrinlerin  az  veya  bir  miktar  arttığı 

durumlarda,  potansiyel  bir  PPGL  vakasının  biyokimyasal  tetkikinde  hangi  ilave  testler 

faydalıdır? 


 

Graeme  Eisenhofer:  Sınırdaki  test  sonuçları  için,  takip  testlerinin  ilk  tarama  testiyle  en 

azından eşit tanısal duyarlılığa ve ideal olarak, ondan daha iyi tanısal özgüllüğe sahip olması 

önemlidir.  Dolayısıyla  üriner  fraksiyone  metanefrinlerin  sınırda  yükseldiği  durumlarda 

plazma  metanefrinlerinin  ölçümleriyle  takip  etmek  uygundur.  Plazma  normetanefrinlerin 

sınırda  yükseldiği  durumlarda,  (ilacın  uygulanmasından  önce  ve  üç  saat  sonra  yapılan 

normetanefrin  ölçümleriyle)  klonidin  supresyon  testi,  gerçek  pozitif  sonuçları  yanlış  pozitifi 

sonuçlardan ayırt etmek için doğru bir yöntem sunar. 

Ne var ki  genelde plazma metanefrinlerine dair çoğu  yanlış pozitif sonuç basitçe, hastaların 

yetersiz hazırlanışını  yansıtır ve hastanın olabildiğince rahat  olduğu sırtüstü  dinlenmenin en 

az yarım saat sonrasında kanın tekrar alınmasıyla kolayca çözüme kavuşturulur. İlk testlerden 

altı veya daha fazla ay sonra, değerlerdeki daha ileri artışları ölçmek için tutunulan bekle ve 

yeniden test et yaklaşımı, çözülmesi daha zor olan vakalara diğer bir yaklaşımı sunar. 

Karel Pacak: Bu tümörlere sahip hastaların yaklaşık %20–%30’u tartışmalı değerler sunarlar 

(örneğin,  üst  referans  sınırının  dört  katından  daha  düşük  plazma  metanefrinleri  için)  ve 

herhangi bir lokalizasyona başlamadan önce PPGL’nin varlığını teyit etmek veya elemek için 

ilave  bir  test  gereklidir.  Plazma  normetanefrin  ölçümüyle  birleştirilmiş  klonidin  supresyon 

testi en iyisidir. Bu testin tanısal  duyarlılığı %97, tanısal özgüllüğü %100’dür. Ne var ki bu 

testin metanefrinden başka bir şey salgılamayan tümörlerde kullanılamayacağına dikkat etmek 

önemlidir. Fakat metanefrinin %99’u böbreküstü bezinden elde edildiği için, epinefrin üreten 

bu  tümörlerin  tanısı  ve  lokalizasyonu  genelde  zorlu  bir  görev  değildir.  Ayrıca  pek  çok 

hastada,  yüksek  metanefrin  konsantrasyonlarının,  (antihipertansifler  de  dâhil)  çeşitli 

ilaçlardan  kaynaklanabileceğini  de  eklemeliyim;  dolayısıyla  ilk  olarak,  herhangi  bir  ilacın 

biyokimyasal sonuçlara interferansı değerlendirilmelidir. 

William F. Young: Bu sorunun cevabı klinik duruma bağlıdır. Eğer klinik durum, tesadüfen 

keşfedilmiş  iki  santimetrelik  vasküler  bir  böbreküstü  kitleyse,  fraksiyone  metanefrin  ve 

katekolamin  ölçümleri  normal  olsa  bile  PCC’den  şüphe  edilmelidir.  Erken  evrelerinde  tüm 

PPGL’ler  “prebiyokimyasal”dır.  Öte  yandan  klinik  durum  belirgin  paroksizmleri  olan  bir 

hastaysa, paroksizmlerden bir PCC sorumluysa, fraksiyone metanefrin ve katekolaminlerdeki 

artış  da  benzer  şekilde  etkili  olmalıdır;  bu  klinik  ortamda  fraksiyone  metanefrin  ve 

katekolaminlerdeki minimal artışlar PCC ile tutarlı değildir. 

Enstitünüzde PPGL’yi lokalize etmek için hangi görüntüleme metotları kullanılmaktadır? 



 

Graeme  Eisenhofer:  Çoğu  merkezde  olduğu  gibi  Dresden’de  biz  ilk  lokalizasyon  için  esas 

olarak bilgisayarlı tomografiyi (BT) kullanıyoruz ve gerekirse MRI da mevcut. Çoğu vakada 

123


I-metaiyodobenzilguanidin  (MIBG)  sintigrafisi  de  kullanıyoruz,  fakat  ilaveten 

18

F-



florodeoksiglikoz  (FDG)  ve  pozitron  emisyon  tomografisi  (PET)/CT  için 

68

Ga-DOTATATE 



kullanma imkanımız da var. 

Karel  Pacak:  Anatomik  görüntüleme  çalışmaları  (ister  BT  ister  MRI)  PPGL’nin  yerini  ilk 

belirleme  çalışmalarında  kullanılırlar.  Anatomik  görüntüleme  çalışmalarını  kullanmayı 

fonksiyonel  görüntülemeye  tercih  etmenin  sebebi,  cerrahi  prosedürlerin,  tümörün  iyi  bir 

anatomik lokalizasyonu olmadan nadiren gerçekleştirilmeleridir. NIH’de biz   BT’yi MRI’ya 

tercih  ediyoruz.  Ne  var  ki  hamile  kadınlarda,  çocuklarda  ve  kontrast  boyalarına  alerjisi 

olanlarda  ve  radyasyona  maruz  kalmanın  minimize  edilmesi  gereken  durumlarda  MRI 

kullanılmalıdır.  Tüm  bu  tümörler  o  bölgede  yer  aldığı  için  ilk  olarak  karna  BT 

uygulanmalıdır.  FDG  PET, 

18

F-florodopamin  veya 



18

F-florodopa  PET  veya 

123

I-MIBG 


sintigrafisinin  de  dâhil  olduğu  fonksiyonel  görüntüleme  çalışmaları  bu  tümörlerin 

lokalizasyonunda,  çok  sayıda  sebepten  ötürü  kullanılmaktadır.  İlk  olarak,  örneğin 

18

F-

florodopamin  PET  ve 



123

I-MIBG  sintigrafisi,  tümöre  dair  biyokimyasal  bir  kanıtı  olan 

hastalardaki bir tümörü  neredeyse %100’lük tanısal özgüllükle onaylayan, PPGL’ye spesifik 

görüntüleme metotlarıdır. İkinci olarak, bu tümörlerin (onların metastatik lezyonları da dâhil) 

değerlendirilmesinde  çok  değerli  olan,  genotipe  spesifik  bir  görüntüleme  fenotipi  vardır. 

Dolayısıyla  SDHB  ile  ilişkili  PPGL’lerde,  FDG  PET  en  hassas  olandır.  Kafa  ve  boyun 

PPGL’lerinde 

18

F-florodopa  PET  kullanılmalıdır  ve  genel  olarak  primer  veya  metastatik 



tümörler için (örneğin, bu tümörlerin genetiği bilinmediğinde), 

18

F-florodopamin tercih edilen 



fonksiyonel  görüntüleme  metodudur.  Gelecekte  tümöre  spesifik  fonksiyonel  görüntüleme 

metotlarına  maliyet  açısından  uygun  bir  yaklaşımın,  daha  ileri  seviyede  tesis  edilmesi 

gerekmektedir  (özellikle,  metastatik  PPGL’lerin  değerlendirilmesinde 

18

F-florodopanın  rolü 



ve  fonksiyonel  görüntülemenin,  MYC’yle  ilişkili  faktör  X  (MAX)  ve  transmembran  protein 

127 (TMEM127) ile ilişkilendirilmiş yeni keşfedilen PPGL’lerde kullanımının rolü). 



Eamonn R. Maher: Bizim, yüksek genetik riskli bireylerde PPGL tespit etmek için standart 

görüntüleme  metodumuz  MRI  taramasıdır.  MRI  tarafından  tespit  edilen  ve  daha  ileri 

araştırmaları gerektiren anormallikler için BT taraması veya MIBG uygulanabilir. 



 

William  F.  Young:  Lokalizasyon  çalışmaları,  biyokimyasal  çalışmalar  katekolamin 

salgılayan bir tümörün tanısını onaylamadan başlatılmamalıdır. Böbreküstü bezlerin ve karnın 

BT  veya  MRI  ile  bilgisayar  destekli  görüntülenmesi  ilk  lokalizasyon  testi  olmalıdır.  Bu 

tümörlerin yaklaşık %85’i böbreküstü bezlerinde bulunur ve %95’i karın ve pelviste bulunur. 

Katekolamin  salgılayan  paragangliomaların  en  yaygın  lokasyonlarının  arasında  (prevalans 

sırasıyla), süperior abdominal paraaortik bölge, inferior abdominal paraaortik bölge, mesane, 

göğüs kafesi, kafa tabanı ve boyun ve pelvis vardır. 

Karın ve pelvisin kontrastlı BT’si bizim ilk lokalizasyon testimizdir. Eğer bu çalışmayla bir 

PPGL  tespit  edilmezse,  klinisyen  tanısı  yeniden  değerlendirmelidir.  Örneğin,  klinisyen 

trisiklik antidepresanlı bir tedaviyi (en yaygın yanlış pozitif biyokimyasal test sebebi) gözden 

kaçırmış  mıdır?  Biyokimyasal  tanı  sağlamsa  ve  karnın  ve  pelvisin  BT’si  negatifse,  tanısal 

duyarlılığı  yaklaşık  %80  ve  tanısal  özgüllüğü  %99  olan 

123


I-MIBG  sintigrafisiyle  devam 

ederiz.  Kullanılabilecek  fakat  nadiren  gerek  duyulan  diğer  lokalizasyon  prosedürlerinin 

arasında  göğsün,  boynun  ve  kafa  tabanının  bilgisayar  yardımlı  görüntülenmesi  vardır. 

Semptomatik  PCC  veya  paragangliomanın  ortalama  boyutu  4,5  cm’dir;  onları  bulmak  zor 

değildir. 

İyi ve kötü huylu PPGL’leri ayırt etmek için etkili yöntemler var mıdır? 

Graeme  Eisenhofer:  Şu  anda  iyi  ve  kötü  huylu  PPGL’leri  ayırt  edecek  güvenilir  bir  histo-

patolojik  yöntem  yoktur.  Maligniteyi  teşhis  etmek  için  kabul  edilen  tek  yöntem  hala, 

metastatik  lezyonların  gösterilmesidir;  ne  var  ki  bu,  metastazların  yokluğunun  iyi  huylu  bir 

sınıflandırmayı  gösterdiği  anlamına  gelmez.  Çünkü  böylesi  lezyonlar  genelde  cerrahi 

rezeksiyondan  ancak  yıllar  sonra  belirgin  hale  gelirler.  Dolayısıyla  maligniteyi  öngörmenin 

güvenilir bir yöntemi olana kadar hiçbir PPGL iyi huylu olarak sınıflandırılmamalıdır. 

Kötü huylu PPGL’lerin belirlenmesinde yukarıda bahsedilen eksikliklere rağmen, metastatik 

hastalık  için  çok  sayıda  risk  faktörü  vardır.  Ekstraadrenal  bir  lokasyonu  olan  tümörlerin 

malignite riski, böbreküstü bir lokasyonu olanlara kıyasla 3,4 kat daha fazladır. Büyük boyut 

da  bir  risk  faktörüdür  ve  ekstraadrenal  lokasyonla  birlikte,  SDHB  geninin  mutasyonlarıyla 

ilişkili yüksek malignite riskini teşkil eder. 

Yüksek  plazma  serbest  metoksitiramin  konsantrasyonları  da  (dopaminin  metaboliti), 

metastatik PPGL’lerin umut veren yeni bir biyobelirteci olmaya adaydır, çünkü yakın tarihli 

kanıtlar, LC-MS/MS tarafından doğru bir şekilde belirlendiklerinde bu ölçümlerin, metastatik 




 

hastalıklı  hastaların  %80’inden  fazlasını,  %90’lık  tanısal  özgüllükle  tespit  ettiğini  öne 



sürmektedir. 

Karel  Pacak:  Şu  anda,  histopatalojik  incelemeler  de  dâhil  olmak  üzere,  iyi  ve  kötü  huylu 

PPGL’leri ayırt etmek için etkili bir yöntem  yoktur. Karboksipeptidaz E umut vaat eden bir 

belirteçtir fakat rolü geniş bir PPGL serisiyle ortaya konmalıdır ve yalnızca bazı PPGL’lerde 

yardımcı  olabilir  (örneğin,  SDH’yle  ilişkili  PPGL’lerde).  Ne  var  ki  geçmiş  ve  yakın  tarihli 

gözlemler ve geniş klinik çalışmalara bakarsak, SDHB’yle ilişkili PPGL’ler, boyutu 5 cm’den 

büyük  tümörler  ve  yüksek  plazma  metoksitiraminleri  olan  hastaların,  metastatik  hastalık 

geliştirme risklerinin çok daha fazla olduğu barizdir. 

Eamonn  R.  Maher:  Uzak  metastazların  yokluğunda,  germ  hattı  SDHB  mutasyonlarının 

varlığı, malignitenin ön riskini kayda değer bir biçimde artırır, fakat bireysel bir PPGL’nin iyi 

veya kötü huylu olduğunu kesin bir şekilde söyleyemez. Yukarıda Dr. Eisenhofer’in belirttiği 

üzere,  plazma  metoksitiramin,  metastatik  yayılımının  olasılığının  faydalı  bir  prediktörü 

olabilir. 

William  F.  Young:  Katekolamin  salgılayan  iyi  ve  kötü  huylu  tümörleri  ayırt  etmek  klinik, 

biyokimyasal ve histopatolojik karakteristikler nedeniyle zordur. Kötü huylu PPGL tanısı, bu 

tümörü, normalde kromafin dokusu içermeyen yerlerde bulmayı gerektirir (örneğin, karaciğer

kemik, akciğer, omentum veya lenf düğümlerinde). Multipl endokrin neoplazi tip 2 veya von 

Hippel  Lindau  sendromlu  hastalarda  malignite  nadirdir,  fakat  SDHB’deki  mutasyonların 

neden  olduğu  familyal  paragangliomalı  hastalarda  yaygındır.  SDHB  mutasyonlu  hastaların 

kötü huylu hastalığı ve nonparaganglioma neoplazmalarını (örneğin, renal hücreli karsinom) 

geliştirmeleri  daha  olasıdır.  Kötü  huylu  PCC’li  hastalar  için  5  yıllık  sağkalım  oranı  <  %50 

olsa  da,  prognoz  değişiklik  gösterir;  hastaların  yaklaşık  %50’si  hastalığın  ağrısız  biçimine 

sahiptirler  ve  beklenen  yaşam  süreleri  20  yıldan  fazladır.  Kalan  %50’siyse  hızla  ilerleyen 

hastalığa sahiptirler ve ölüm, tanıdan 1–3 yıl sonra gerçekleşir. 

Ronald R. de Krijger:  Bu zor bir konudur. Kısa cevap hala, hayırdır. Çevreleyen yapılarda 

radyoloji  ve  nükleer  görüntülemeyle  veya  ameliyatta  tespit  edilen  bariz  metastaz  veya  iç 

büyüme  varsa,  özellikle  bu  bulgular  histolojik  sonuçlarla  destekleniyorsa,  güvenle  malignite 

tanısı  konulabilir.  Fakat  durum  nadiren  böyledir.  PPGL’lerin  büyük  çoğunluğu  bir  organda 

tek bir lezyon olarak ve hastalığa dair başka herhangi bir kanıt olmadan ortaya çıkarlar. Genel 

endokrin tümörlerinin gelecekteki davranışlarını belirlemede histolojik kriterlerin pek yararlı 




10 

 

olmadığı  gösterilmiştir.  Benzer  şekilde  proliferatif  fraksiyonun  belirlenmesinde  MIB-1 



etiketlemesi,  metastaze  olmayan  PCC  ve  PGL’leri  olanlardan,  yeterli  derecede  iyi  ayırt 

edememiştir. PASS (Böbreküstü Bezinin Feokromositoma Ölçeklenmiş Skoru) 2002  yılında 

önerilmiş,  fakat  daha  sonra  yüksek  intraobserver  varyasyonu  ile  problemi  olduğu 

gösterilmiştir.  Şu  ana  dek  yeterli  tanısal  duyarlılığı  ve  özgüllüğü  olan  hiçbir 

immünohistokimyasal ve moleküler belirteç öne sürülmemiştir. 

PPGL tanısı konmuş bir bireyin tedavi seçenekleri nelerdir? 

Graeme  Eisenhofer:  Uygun  preoperatif  hazırlığın  ardından  cerrahi  rezeksiyon  çoğu  hasta 

için etkili bir tedavi sunar, fakat hastaların dörtte birinde, takip eden rekürent veya metastatik 

hastalık  gerçekleşebilir.  Dolayısıyla  ameliyat  sonrası  periyodik  tarama  tüm  hastalar  için 

gereklidir. 

Metastatik hastalığı olan hastaları iyileştirmek için şu anda bir tedavi  yoktur. 

131


I-MIBG’yle 

radyoterapi en yaygın olarak kullanılır, fakat hastalarda bazen etkilidir. Daha pek çok palyatif 

veya  deneysel  tedavi  seçeneği  vardır.  Şu  ana  dek  hiçbirinin  etkinliği  gösterilememiştir. 

Kombinasyon  veya  PPGL  genetik  alttiplerine  göre  spesifik  yolakları  hedef  alan 

kişiselleştirilmiş tedaviler en fazla umut vaat edenlerdir. 

Karel Pacak: Uygulanabilir olması halinde cerrahi yaklaşım tüm hastalar için ilk seçenektir. 

Metastatik hastalıklı hastalar için seçenekler kısıtlıdır. Eğer hastaların yavaşça ilerleyen fakat 

kapsamlı olan hastalığı varsa ve 

123


I-MIBG sintigrafisinde pozitiflerse, 

131


I-MIBG kullanarak 

radyoterapi  genelde  tavsiye  edilir.  Hızla  ilerleyen  hastalığı  olan  hastalarda  siklofosfamid, 

vinkristin  ve dakarbazin  (CVD) kemoterapisi genelde kullanılır. Ne var  ki  çoğu hastada, ne 

131


I-MIBG ne de CVD kemoterapisi iyileşmeye neden olmaz (nadiren, iyileşen bazı  hastalar 

rapor edilmiştir) ve hastaların yalnızca üçte biri yanıt verir. Yine de yeni sonuçlar, SDHB’yle 

ilişkili  metastatik  PPGL’lerin  yaklaşık  %70–%80’inin  CVD  kemoterapisine  yanıt  verdiğini 

göstermektedir.  SDHB’yle  ilişkili  metastatik  PPGL’ler  için  Sunitinib  veya  Affinitor 

kullanımını önermiyorum; bizim deneyimlerimize göre bu hastalar bu kemoterapötiklere bir 

yanıt  vermedi.  Kombine  mTOR1  ve  2  (rapamisin  1  ve  2’nin  memeli  hedeflenmesi) 

inhibitörleri, hipoksiya-indüklenebilir faktör (HIF), ısı şok proteini 90 (HSP90), AKT ve diğer 

inhibitörlerin  (veya  onların  kombinasyonlarının)  yakın  gelecekte  bu  hastaları  nispeten 

başarıyla tedavi etmeleri son derece olasıdır. 



11 

 

William  F.  Young:  PCC  ve  PGL  için  tercih  edilen  tedavi  yöntemii,  tam  cerrahi 

rezeksiyondur.  Cerrahi  sağkalım  oranları  %98  ila  %100’dür  ve  endokrinoloğun-endokrin 

cerrahının-anesteziyolog ekibinin becerisine büyük oranda bağlıdır. Ameliyatı takip eden en 

olumsuz  gelişme,  uzun  süreli  hipertansiyondur.  Başarılı  bir  tedavi  için  dikkatli  preoperatif 

farmakolojik  hazırlık  hayati  önem  taşımaktadır.  Katekolamin  salgılayan  çoğu  tümör  iyi 

huyludur  ve  tamamen  eksize  edilebilirler.  Tümörün  eksizyonu  sıklıkla  hipertansiyonu 

iyileştirir. 



PPGL’nin  tanısında/yönetilmesinde  genetik  testler  hangi  rolü  oynamalıdır?  PPGL’li  tüm 

hastaların geniş genetik testlere tabi tutulmalarını önerir misiniz? 

Graeme  Eisenhofer:  Genetik  testler  şimdiden  PPGL’li  hastaların  tanı  ve  yönetilmesinde 

kayda  değer  bir  etki  göstermektedir.  Belirlenmiş  mutasyonları  olan  böylesi  hasta  ve  aile 

üyeleri, PPGL için periyodik olarak taranması gereken önemli grupları temsil etmektedirler ve 

spesifik  test  kararı,  test  yorumu  ve  (diğer  belirtilerle  birlikte)  hastalığın  yönetimi  bu 

bireylerde, etkilenen genlere göre bireyselleştirilmelidir. 

Örnek  olarak,  SDHB  geninin  mutasyonlarına  sahip  hastaların  periyodik  biyokimyasal 

testlerine,  plazma  metoksitiraminin  ölçümleri  dâhil  edilmeli  ve  testin  yorumu  bu  analite  ve 

normetanefrine  odaklanamlıdır.  Bu  hastalardaki  yüksek  malignite  riski,  tümörlerin 

küçüklerken  erken  tespiti  ve  rezeksiyonunun  malignite  riskini  ve  oranlarını  azaltacağı 

beklentisiyle, dikkatli bir yönetim gerektirir. 

Genetiğin  önemine  rağmen,  tümör  yatkınlığı  genlerinin  panellerini  doğru  bir  şekilde  test 

etmek  için  daha  az  pahalı  yöntemler  kullanıma  girene  kadar  yaygın  testi  önermiyorum.  Bu 

esnada genetik testlerin, aile öyküsü veya klinik sunumu, o genler için bir mutasyon riskiyle 

uyumlu olan seçilmiş hastalardaki spesifik genlere uygulanması uygundur. 



Karel Pacak: Yukarıda da tarif ettiğim üzere genetik testler her hastanın  doğru tanılanması, 

yönetilmesi  ve  terapötik  seçenekleri  için  son  derece  önemlidir.  Gene  özgü  biyokimyasal  ve 

görüntüleme  fenotipleri  hâlihazırda  oldukça  iyi  tarif  edilmişlerdir.  Gene  özgü  terapötik 

fenotiplerin  yakın bir gelecekte sunulması olasıdır. Ne var ki bu, her hastayı  genetik testlere 

tabi  tutmayı  haklı  göstermez.  Ailesinde  PPGL  geçmişi  olmayan,  epinefrin  salgılayan  çok 

küçük  bir  PCC’si  olan  ve  50  veya  daha  büyük  yaşta  olan  hastaların  muhtemelen  sporadik 

tümörleri vardır ve en azından ilk aşamada genetik teste ihtiyaç duymazlar. Herhangi spesifik 

bir genetik test, aile öyküsünün varlığı, biyokimyasal fenotip, tümörün lokasyonu, metastatik 




12 

 

hastalığın varlığı veya multipüsite ve ilk tanıdaki yaşla yönlendirilmelidir. Yüksek girdi çıktılı 



yöntemleri kullanarak genetik testlerin daha az pahalı hale gelmesiyle, genetik testlerin tüm 

hastalara önerilme ihtimali yüksektir. 



Eamonn  R.  Maher:  Gelecekte  tüm  PPGL  hastalarına,  daha  ileri  primer  tümörlere  veya 

maligniteye  dair  risk  hakkında  bilgilendirilmek  için  (kendilerini  veya  aile  yakınlarınıa) 

genetik  tanılar  önerileceğini  düşünüyorum.  Geçtiğimiz  birkaç  yılda  PPGL  genlerinin  artan 

sayısı  ve  konvansiyonel  (Sanger)  dizilemeyle  gen  test  etmenin  yüksek  maliyeti,  evrensel 

testlerden  hedefli  testlere  doğru  bir  değişime  yol  açmıştır.  Ne  var  ki,  her  ne  kadar  klinik 

özelliklerin  değerlendirilmesi  (aile  öyküsü  ,  tanı  yaşı,  tümör  lokasyonu)  ve 

immünohistokimya  [örneğin,  SDHB,  süksinat  dehidrogenaz  kompleksi,  altbirim  A, 

flavoproteion  (Fp)  (SDHA)]  daha  düşük  maliyetli  hedeflemeler  sunabiliyorsa  da,  germ  hattı 

mutasyonlarını  taşıyan  tüm  hastaları  tespit  etmek  için  evrensel  testlerin  gerekli  olduğuna 

inanıyorum.  Yüksek  girdi  çıktılı  ikinci  nesil  dizileme  teknolojilerinin  ortaya  çıkışı,  çoklu 

genlerin ucuza test edilmesine olanak tanıyor ve biz, 9 PPGL geninin aynı anda dizileyen ve 

böylece,  tek  bir  geni  konvansiyonel  genetik  testlerle  analiz  etmenin  yaklaşık  maliyetiyle, 

kapsamlı  ve  daha  hızlı  bir  genetik  test  sunan  bir  PPGL  gen  paneli  testi  geliştirdik.  Bu  ve 

benzeri  genetik test stratejilerinin kullanıma  girmesinin, genetik testlerin  yayılmasına neden 

olacağını öngörüyorum. 

William  F.  Young:  Bir  hasta  şunlardan  bir  veya  daha  fazlasına  sahipse  genetik  test 

değerlendirilmelidir: (a) PGL; (b) iki taraflı böbreküstü PCC; (c) tek taraflı böbreküstü PCC 

ve ailede PCC/PGL öyküsü; (d) erken yaşta (< 45 yaş) başlayan tek taraflı böbreküstü PCC; 

veya  (e)  ilişkili  sendromik  bozukluklardan  birine  işaret  eden  diğer  klinik  bulgular. 

Klinisyenler,  klinik  olarak  onaylanmış  moleküler  genetik  tanı  laboratuvarlarının  bir  listesini 

elde  edebilirler  (www.genetests.org).  Genetik  testlerinin  kayda  değer  maliyeti  dikkate 

alındığında, her hastanın klinik senaryosunu temel alan aşamalı bir yaklaşım akıllıcadır. 

Ailedeki  PCC/PGL  geçmişine  dayanılarak  hastalık  için  risk  altında  olduğu  bilinen 

asemptomatik  bir  şahıs,  yalnızca  etkilenmiş  bir  aile  üyesi  bilinen  bir  mutasyona  sahipse 

genetik  teste  tabi  tutulmalıdır.  Genetik  test  karışık  olabilir;  bir  aile  bireyini  test  etmenin 

akraba  bireyler  üzerinde  etkileri  vardır.  Ailelerin  genetik  test  sonuçlarının  etkilerini 

anlamalarına  yardımcı  olmak  için,  risk  altındaki  bireylerin  teste  tabi  tutulmasını  koordine 

etmek  için  ve  ailelerin  test  sürecinin  öncesinde,  esnasında  ve  sonrasında  ortaya  çıkabilecek 



13 

 

psikososyal  sorunları  aşmalarına  yardımcı  olmak  için  genetik  danışmanlık  tavsiye 



edilmektedir.  Eğer  bir  hastadaki  mutasyon  testi  pozitifse,  birinci  dereceden  akrabalara 

(hastanın ebeveyn, kardeş ve çocuklarına) genetik test önerilmelidir. 

İlaveten,  PPGL’lerin  bazı  genetik  nedenleri  henüz  belirlenmediği  için  PCC  ve  PGL’li 

hastaların birini dereceden tüm akrabaları biyokimyasal teste (örneğin, fraksiyone metanefrin 

veya katekolaminler için 24 saat idrar) tabi tutulmalıdır. 

Ronald  R.  de  Krijger:  PPGL’lerdeki  germ  hattı  mutasyonları  ve  diğer  germ  hattı 

anormalliklerinin şu anki birikmiş oranı %30 ila %40’tır. Bu, PPGL’li tüm bireylere genetik 

test önermeye yetecek kadar yüksektir. Bu test tercihen, ileri klinik tablo (tümörün lokasyonu, 

başka  lezyonların  yokluğu),  biyokimyasal  bir  profil  ve  eğer  tümör  dokusu  mevcutsa  SDHB 

(ve  SDHA)  için  immünohistokimyasal  bir  testi  temel  alınarak  aşamalı  bir  biçimde 

gerçekleştirilmelidir.  Bir  germ  hattı  genetik  anormalliğinin  belirlenmesi,  indeks  hastanın 

gelecekteki takibini yönlendirecek ve aile üyelerinin ileri taramalarına olanak tanıyacaktır. 

PPGL için ilave yatkınlık genlerinin belirlenmesini bekliyor musunuz? 

Graeme Eisenhofer: Hiç şüphesiz başka PPGL yatkınlık genleri belirlenecektir. Ben ayrıca, 

PPGL’li  tüm  hastalardaki  tümör  yatkınlığı  genlerinin  tamamı  için  de  etkili  ve  doğru  testler 

önermenin, teknik ve ekonomik olarak uygulanabilir olacağı günlerin gelmesini bekliyorum. 

Karel  Pacak:  Evet,  bekliyorum,  özellikle  malignant/metastatik  veya  multipl  PGPGL’lerin 

patogenezine dahil olabilecek genlerin. 



Eamonn  R.  Maher:  Evet  bekliyorum.  Familyal  vakaların  (%30’a  kadar)  ve  multipl  tümör 

vakalarının, bilinen kalıtsal PPGL genlerinde bir germ hattı tespit edemediğimiz kayda değer 

bir  kısmı  vardır.  Her  ne  kadar  bu  vakaların  bir  kısmının  nihayetinde,  şu  anda  bilinen  bir 

gende,  standart  mutasyon  tespit  yöntemleriyle  tespit  edilemeyecek  bir  mutasyona  sahip 

olduklarının  ortaya  çıkacak  olması  mümkünse  de,  önümüzdeki  birkaç  yıl  içinde  yeni, 

kalıtılmış PPGL genlerinin belirleneceğinden ciddi bir şekilde şüpheleniyorum. 



William  F.  Young:  Evet.  Mayo  Kliniğinde,  şu  anda  bilinen  yatkınlık  genlerinin  hiçbirinde 

germ hattı mutasyonuna sahip olmayan familyal PCC ve PGL’li ailelerimiz vardır. 



Ronald  R.  de  Krijger:  Şu  ana  kadar  belirlenen  genlerin  sayısı  ve  yakın  zamanda  2  yeni 

yatkınlık  geninin  belirlendiği  düşünüldüğünde,  ilave  genlerin  de  bulunmasını  bekliyorum. 

Bilinen  genlerde  hiçbir  anormallik  yokmuş  gibi  gözüken  familyal  vakalar  hala  mevcuttur. 



14 

 

Dolayısıyla diğer genler için (potansiyel olarak, bilinen genlerin bir rol oynadığı yolaklarda) 



yer varmış gibi gözüküyor. 

 

 



 

 

Yüklə 107,09 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə