259
GABRIEL MARCEL FELSEFESİNDE
KİŞİ (ŞAHIS) FİKRİ
KOÇ, Emel
TÜRKİYE/ТУРЦИЯ
ÖZET
G. Marcel felsefesinde gezgin bir varlık olarak ‘kişi’ fikri, merkezi bir
yer işgal etmektedir. Onun kişi hakkındaki düşüncelerini ayrıntılarıyla
irdelemeksizin, felsefesinin bütünü hakkında net bir fikir sahibi olabilmek
neredeyse imkânsızdır. Marcel’e göre, insan ne olacağı önceden
belirlenmemiş olan, kendi istenciyle ‘yaşamak’ ve ‘varolmak’ arasında
karar vererek, varolmayı seçmek suretiyle kendini gerçekleştirmeye çalışan
bir varlıktır. Bu suretle ‘kişi için varolmak, kendini, kendi dışına açarak
ve kendini aşarak kendini yaratmak’ anlamına gelir. Yani varlık tecrübesi,
komünyonda ortaya çıkar. Varolmak, varlığa katılmaktır. Dolayısıyla
kişi, kendi imkân ve sınırlarını tanımak isterken ‘ontolojik bir bütünlüğü’
kavrayarak, doğayla, başka benlerle ve nihai noktada da Mutlak Sen (Tanrı)
ile uyumlu ilişkiler kurma girişiminde bulunan özgür bir varlıktır.
Anahtar Kelimeler: Kişi, bedene bürünme, bağlanma, sadakat, katılım,
özgürlük.
ABSTRACT
The Notion of Person in the Philosophy of Gabriel Marcel
In G. Marcel’s philosophy, the notion of ‘person’ as a homo viator
occupies a central place. Without discussing his view of person in detail, it
is nearly impossible to have a clear understanding of his whole philosophy.
According to Marcel, human is a being who tries to realize himself through
selecting to exist, deciding between ‘to live’ with his own will, which has
not been determined what to happen before, and ‘to exist’. In this way,
existence for person means to create himself by opening himself to out of
himself and exceeding himself. In other words, the experience of being
arises in communion. To be is to participate in being. Therefore, person
is a free being who attempts to establish conformable relations with the
nature, otherselves and the Absolute Thou (God) at the ultimate point,
260
apprehending ‘an ontological integrity’ while asking to recognize his
opportunities and limits.
Key Words: Person, incarnation, commitment, fidelity, participation,
freedom.
-----
Gabriel Marcel (1889-1973), teist egzistans felsefesinin Fransa’daki ünlü
simalarındandır. Konkre (somut) olana dönme eğiliminde olan egzistans
felsefesi, insanı bireysel orijinalitesi ve kendine özgü yaşam biçimiyle
biricik bir varlık olarak değerlendirir. Konkre felsefede insan, tamamlanmış
bir ürün olmayıp, kendini gerçekleştirme yolundaki bir varlık olduğu için,
konkre felsefe yapmak sistematik bir araştırma yapma ve rasyonel bir sistem
kurma kaygısından uzaklaşarak âdeta bir keşif yolculuğuna çıkmaktır. Bu
sebeple Marcel felsefesinde gezgin bir varlık (homo viator) olarak kişi fikri
(Marcel, 1962: 60) merkezi bir yer işgal etmektedir. Onun ‘kişi’ hakkındaki
düşüncelerini ayrıntılarıyla irdelemeksizin, felsefesinin bütünü hakkında
net bir fikir sahibi olabilmek neredeyse imkânsızdır. Kişi fikri Marcel’in
felsefi çalışmalarında “…tamamıyla temalaştırılmış bir fikir olarak
belirlenmekten çok…işlevsel…” yönüyle (O’Mally,1984: 276) ön plana
çıkmaktadır. Çünkü insan, ne olacağı önceden belirlenmemiş olan, kendi
istenciyle ‘yaşamak’ ya da ‘varolmak’ arasında karar vererek, varolmayı
seçmek suretiyle kendini gerçekleştirmeye çalışan bir varlıktır. Bu seçim,
kişinin kendi beni karşısında ‘objelerin’ olduğu kadar ‘başkalarının’ yani
‘ben-olmayanların’ da bulunuşunu fark etmesinden kaynaklanan bir
onaylamadır. Bu suretle ‘kişi için varolmak, kendini, kendi dışına açarak
ve kendini aşarak kendini yaratmak’ anlamına gelir. Zira kişisel tecrübe,
kendi üzerine odaklanan bir ‘ben’in tecrübesi olmayıp, ‘başkasına’ açılan
ve onun tarafından beslenen bir ‘ben’in tecrübesi olmak durumundadır.
Yani varolmak, birlikte-varolmaktır. Dolayısıyla aşk, bağlanma, sadakat ve
umut gibi değerlere dayalı insan ilişkileri doğrultusunda gerçekleşen ortak
bir yaşantı olmaksızın kişi olabilmek ve derin bir insanlık tecrübesinden söz
edebilmek mümkün değildir. Kişisel tecrübe derinleştiği ölçüde yalıtlanmış
bir ‘ben’den söz etme imkânımız azalacağı için insanlar, kendilerini aşarak
‘Varlığa açılma’ yolundaki çabalarının yoğunluğu ve tecrübelerinin derinliği
açısından birbirlerinden ayrılırlar. Bu sebeple Marcel felsefesinde “…kişi,
hem araştırma konteksi hem de…analiz edilmesi gereken epistemolojik
bir modelden çok, gerçekleştirilmesi gereken bir görev…”(O’Mally, 1984:
276) olarak karşımıza çıkar. Bu görev ilk bakışta gerek düşünce gerekse
aksiyon bağlamında bireysel yönüyle ön plana çıkma zaruretinde olsa da,
261
onun, ‘insanın ontolojik anlamı’ ve konumu itibarıyla nihai noktada ‘katılım
(participation)’ yani, ‘Varlıkla doğrudan bütünleşme’ esasına dayalı olan
evrensel bir görev olduğu anlaşılmaktadır. O hâlde Marcel felsefesinde kişi
fikri, kişi olmanın ne anlama geldiğine dair spesifik bilimsel incelemelere
dayanan genellemelerden değil, egzistansiyel tecrübelerimizden hareketle
ve insan olmanın asli anlamının keşfedilmesi suretiyle anlaşılabilecektir.
Marcel’e göre, insan ancak Sokratesvari bir ‘ben kimim?’ sorusunun
izlerini sürerek kendi imkan ve sınırlarını tanımak suretiyle modern
düşüncenin objektifleştirme eğilimlerinden kendisini kurtarabilir,
doğrudan tecrübesine dönebilir ve bu suretle insan olmanın asli anlamını
fark edebilir. Ben kimim? sorusunu Marcel şu ya da bu biçimde tüm
problemlerin kendisine bağlandığı “biricik metafizik problem” (Marcel,
1967: 24) olarak görür.
Konkre felsefede ‘ben’in keşfedilmesi ya da insanın tanınması Varlık
probleminden ayrı düşünülemez. Bu sebeple Marcel, ilk bakışta birbirine
karşıt gibi görünebilen ‘metafizik olan’ ile ‘egzistansiyel olan’ı birleştirebilen
bir yol bulunduğunu ve bunun da kendi varoluşsal derinliklerimizden
geçtiğini ifade etmiştir. Yani biz bireysel varlığı kendi varoluşsal derinliği
içinde ne denli tanıma imkanı bulabilirsek, “o denli…Varlık olarak
varlığa dair bir kavrayış…” (Marcel, 1964: 148) mümkün olabilecektir.
Zira ontolojik problem, varlığın kendi bütünlüğü içerisinde kavranmasını
esas alan ve “süjenin Varlığa…angaje olduğu bir araştırmadır.” (Muşta,
1998; 54) Bu sebeple Varlığı dışarıdan bir ‘problem’ olarak düşünmek
imkânsızdır. O, kendisini ‘problem-ötesi (meta-problematik)’ bir ‘sır’
halinde açığa vurmaktadır. Sır, bilinemez olan değil, objektifleştirilmesi ve
ayrıntılanması mümkün olmayan, bizzat yaşanan ve içsel olarak tecrübe
edilendir. Bu durumda: ‘Varlık Sırrı’na nüfuz etmemize imkân verecek
olan bireysel yaşantı ya da egzistansiyel tecrübe nedir sorusuyla?” karşı
karşıya kalırız ki Marcel’e göre, bu tecrübe bağlanma (commitment) ve
sadakattir. Zira, “…varoluşsal olanın alanı bağlanma ya da angajman…”
(Marcel, 1973: 35) alanıdır. Yani, konkre felsefede varolmak, seyirci değil,
katılımcı olmaktır. Kişinin, temel varoluşsal tecrübesi katılımdır. Katılım
ise ancak bağlanma ve bağlılığa sadık kalma suretiyle gerçekleşebilecektir.
Marcel, çok sayıda katılım örneğinden söz ederek üç temel katılım düzeyi
tespit eder: ‘Bedene bürünme düzeyi’, ‘komünyon düzeyi’ ve ‘aşkınlık
düzeyi.’
Marcel’e göre, ‘bedene bürünme (incarnation)’ yani ‘cisimleşme’,
katılımın ve kişi olabilmenin esasını oluşturur. Zira somut felsefeye
262
göre insan, ‘durum içindeki bir varlık’ olup, dünyada kökleşmiş olarak
keşfedilmek durumundadır. Ancak insanın kendisini bir durum (bağlam)
içinde bulması, onun tamamıyla determine edilmiş bir varlık olduğu
anlamına gelmemektedir. O, özgür bir varlık olarak bağlı bulunduğu
koşullara dair yaptığı değerlendirmeler doğrultusunda, kendi ontolojik
anlamına uygun, istikrarlı bir düzen oluşturabilme ve içsel birliğini –
fonksiyonlaşma ile bürokratikleşme sonucu–yitiren bir dünyayı yeniden
inşa edebilme çabalarıyla, somut bir durumdan bir diğerine geçecek
surette daimi yolculuk halindeki ‘gezgin bir varlık’tır. Bu perspektiften
bakıldığında Varlığı ya da nihai anlam kaynağını arayan insanın bu
dünyadaki durumu “…bir nehrin…kaynağını bulmaya kalkışan bir kaşifin
…” (Marcel, 1967: 95) maceracı bir gezginin * durumundan farksızdır.
Durum içindeki insanı, cisimleşmiş varlığından yani bedeninden ayrı
düşünmek mümkün değildir. Zira varoluş, ‘bir bedene bürünme’dir; yani
insanı kendi bedenine bağlayan bir bağdır. Bu sebeple Marcel, bedene
bürünmeden “temel metafizik veri” (Marcel, 1952: 18) olarak söz eder.
‘Dünya’ ile ‘ben’ arasındaki ilişki ‘beden’ * * aracılığıyla sağlanır.
“Bedenim benimki olarak öncelikle hissedilmiş bir beden olarak kendini
gösterir ve kendisinden başka olarak hissettiğim her şeye göre, mutlak bir
önceliğe sahiptir.” (Marcel, 2001: 101) Bu suretle beden, yalnızca biyolojik
ya da araçsal anlamıyla değil, ‘benimki olan bedenim’ ile hissedebilmem,
edimlerde bulunabilmem, başka benlere yönelebilmem, anlamında da tüm
kişisel tecrübelerim için temel oluşturan bir kesinliktir.
Katılımın ikinci düzeyi, bedene bürünmüş varlığın aşk, sadakat, umut
gibi edimlerle ‘başkasına’ bağlanması sonucu gerçekleşen komünyon
(communion) düzeyidir.
Marcel’e göre, insan varlığını anlamaya imkan veren şey, öncelikle
insan ilişkileridir. Zira ‘ben’, kendisini başkasına yönelimi aracılığıyla
gerçekleştirir ve başkasına tam anlamıyla bağlandığı anda kendisini
gerçekten tanıyabilir. ‘Başkası’, üçüncü tekil kişi olan ‘o’ olabileceği gibi,
∗
İnsanın bir durum içinde olma özelliği onun nihai noktada özgürce kendisine yönelebileceği bir hedefe ulaş-
ma ve ‘ontolojik bir bütünlüğü’ kavrama teminatından yoksun değildir. ‘Önsezi’ ya da ‘kör sezgi’ de denilebile-
cek olan bir sezgiyle beslenen refleksiyon ‘varlığın gerekliliği’ konusunda primitif bir teminat oluşturarak insa-
nın Ebedi olana açılmasına olanak sağlamaktadır.
**Beden, ‘objektif’ bir bakış açısının yanı sıra ‘varoluşsal’ bir bakış açısıyla da değerlendirilmeye müsaittir.
Tümel, soyut ve doğrulanabilir bir bilgiye yönelerek ‘ben’im ve ‘bedenim’ arasındaki hassas bağı koparan ‘bi-
rinci refleksiyon’un (kavramlaştırıcı düşünce) aksine, konkre düşünceye özgü olan ‘ikinci refleksiyon’ (düşü-
nen düşünce), ‘ben’imle ‘bedenim’ arasındaki içsel birliği vurgulayarak, ‘ben’im ve ‘bedenim’ arasındaki iliş-
kinin bir ‘problem’ değil, bir ‘sır’ olduğunu kavratır. Bu suretle Marcel’e göre, egzistansımın farkına varışım,
‘bilen bir ben’ ile ‘bilinen bir obje olarak bedenimin’ ayrımını değil ‘bedensel varoluşumun’ dünyaya katılımı-
nı fark edebilme anlamına gelir.
263
ikinci tekil kişi olan bir ‘sen’ de olabilir. Ancak ‘ben’in özellikle ikinci
kişiyle olan ilişkileri objektif olmama özelliğiyle ‘yaratıcı’ bir niteliğe
sahiptir ve özünde sadakati barındırır. Oysaki üçüncü tekil kişi olan
‘o’, toplumda belli bir yeri ve görevi olan, doğrudan doğruya ilişkimin
olmadığı rastgele bir insandır. İlk planda ‘o’, çehresiz ve anonim olandır.
‘Sen’ ise, somut ilişkiler yaşadığım, aracısız bir kavrayışla kendim gibi
algılayıp denediğim bendir. Örneğin iki insanı karşılıklı olarak ciddi bir
arkadaşlığa, dostluğa ya da aşka iten bir karşılaşma, iki insan arasında
duygusal bir bağın oluşumuna imkân vererek, onlardan her birini bir diğeri
için ‘ikinci bir kişi’ haline yani ‘sen’e dönüştürebilmekte ve nihayetinde
birinci kişide temellenen ‘biz’ duygusuna olanak sağlamaktadır. Başkasının
isimsizliğinden ‘sen’e doğru dönüşümü sağlayan şey, yaşanan ortak
tecrübeler doğrultusunda oluşan, objektif bir biçimde bilinemeyecek olan
içsel ve kişisel ilişkilerdir. Böylece ‘ben’ ile ‘sen’i birbirine bağlayan bir
komünyon (birlik) gerçekleşmektedir. Bunun anlamı başkasının benim için
artık ‘o’ olmaya ara verip, ‘sen’ hâline dönüşmesidir. Ben ve sen ilişkisi
‘başvuru-cevap’ esasına dayalı bir ilişki olup, bu ilişkinin temelini ‘hazır
bulunma’ tecrübesi oluşturur. Hazır bulunma tecrübesinin temelinde,
muhatabını bir obje gibi görmeyen, onu dikkate aldığını düşündürten içten
ve samimi bir varlık vardır. “…kendisini tüm samimiyetiyle dışa vuran bir
tecrübe olması sebebiyle hazır bulunma, intersübjektif bir yakınlaşmaya
sebep olup, problematik olanın ötesine taşan sırlı bir anlam taşımakta
ve özgür bir kişinin tecrübesi olarak görünmektedir. Bu sebeple hazır
bulunma, istenç gücüyle ya da bedeli karşılığında temin edilemeyen, talep
edilemeyen ve zorlanamayan bir tecrübedir. Dolayısıyla bu doğrultuda
ben-sen ilişkileri de asla garantilenmiş bir düzen oluşturmayıp, sürekli
tekrarlanması gereken bir fetih gibi düşünülmek durumundadır. Yani,
birinci kişinin ‘sen’e bağlanmaya hazır bulunması, kazanmayı olduğu
kadar kaybetmeyi ve riskleri de göze alması anlamına gelmektedir.
Çünkü, ‘ben’in kendisini ‘sen’e olumlu hislerle bağlaması ve ‘sen’in de
bu yönelime olumlu yanıt vermesi bir kez gerçekleştiğinde donup kalacak
bir durum gibi görünmemektedir.
Bilineceği üzere, bağlanma edimi söz verme kapasitesi olan özgür
bir varlığın istekli bir edimi olup, verilen söze ya da sözle bağlanılan
şeye sadık kalmayı gerektirir. Söz, hali hazırda söz verilen andaki içsel
durumumuz temele alınarak verildiği için, söz vererek bağlandığımız
andaki ruhsal ve duygusal durumumuzun değişmeyeceğinin garantisi
yoktur. O hâlde tarafların (ben-sen) iç dünyasındaki ve dış koşullardaki
olası değişiklikler sebebiyle söz vererek bağlanılan andaki söze bağlı
264
kalmama olasılığı, bağlanma ediminin özünü zedelemez mi? İşte bu soru
Marcel’i bağlanmanın edim olarak ne anlama geldiğini ve ‘kişi’ ile ‘edim’
ilişkisini araştırmaya yöneltmiştir.
Edim, esas itibarıyla bir durumu değiştirebilecek olandır. Ancak her
değişim edimden dolayı olmadığı gibi, belirsiz ve etkisiz olan, gelip geçici
bir istek de edim değildir. Her edim kendisiyle ilgili soruya, failinin evet
ya da hayır şeklinde bir cevap verebilmesini gerektirmektedir. Bu sebeple
edimin temel özelliği ister iyi ister kötü olsun o edimi gerçekleştiren kişi
tarafından “evet gerçekten bu edimi gerçekleştiren benim…”(Marcel,
1964: 107) biçiminde iddia edilebilecek olmasıdır. Yani kişisel olana
başvurmaksızın edim düşünülemez. Edimimle dayanışma içinde
olduğum için, kendimi tam anlamıyla reddetmeksizin edimimi ve onun
sorumluluğunu reddetmem bir bakıma kendimi bir kişi olarak reddetmem,
anlamına gelir. (Marcel, 1964: 109)
Bu münasebetle kişinin temel erdemleri ‘sorumluluk alma cesareti’,
‘yüzleşmek’ ve ‘meydan okumaktır.’ (confront) (Marcel, 1964; 111)
Kişi, bir durumu tasarlayabilen, o duruma dair olasılıkları tahmin edip
değerlendirerek onlarla yüzleşebilen ve bu doğrultuda o duruma dair kişisel
bir tavır alıp, bu tavrın arkasında durarak, iç tutarlılığını yakalayabilendir.
Onun için kişi, yüzleşmeleri doğrultusunda kendi tavrını sergileyerek,
edimlerinin sorumluluğunu almak suretiyle bir biçimde kendisiyle
bütünleşebilmektedir.
Ancak bu ifadelerden hareketle, Marcel’in kişinin özüne ilişkin
metafizik bir sonuç çıkarma ya da kişi tanımına ulaşma eğiliminde
olduğu sanılmamalıdır. (O’Hara, 1964: 149) Kişiyi bir veri (datum) ya
da bir varolan (existent) olarak telakki edemeyeceğimizi (Marcel, 1964:
116) belirten Marcel’e göre, kişinin edimlerinin toplamından başka bir
şey olmadığını ya da ard arda gelen edimlerinin bağlayıcısı-birleştirici
bir prensip-olduğunu da düşünmek yanıltıcıdır. Zira böyle bir yaklaşım,
‘edim’ ve ‘kişi’ hakkında haddinden fazla teorik bir bakış açısı takınmak
ve kişisel olduğu için objektif bir biçimde dışarıdan incelenmesi mümkün
olmayan edime, seyirci * tavrıyla yaklaşmak anlamına gelecek, kişinin bir
‘davranışa’ dönüşme riskini doğuracaktır. Kişisel olana başvurmadan edim
düşünülemese de, bu, insanın edimlerinin toplamına indirgendiği anlamına
gelmez. Zira, Marcel, “insanın ‘ne olduğu’ ve ‘ne yaptığı’ arasındaki...
∗
Edime seyirci tavrıyla yaklaşmak, kişiyi belirli sayıda soyut belirlenimlere sahip bir birim, yapay bir birlik
gibi görme eğilimi yaratacaktır. (Marcel, 1964; 116) Gerçekte kişiyi edimin süjesi olarak belirleme eğilimi duy-
sak ve ‘edimin yapıcısı kimdir?’ sorusuna kişi yanıtını versek de, bu soru bizzat edimin dışında anlamdan yok-
sun olup, edimlere dışarıdan seyirci gibi bakan ve edimin bir işlem (operation) gibi düşünüldüğü durumlarda
söz konusu olmaktadır.
265
ayrımı” (Marcel, 1967: 81-82) gözden kaçırmanın insan doğasına dair en
önemli şeyin yanlış anlaşılması anlamına geldiğini sık sık vurgulamaktadır.
Bu sebeple kişi, kendisini edimleri dahilinde ortaya koyan, onlarla
bütünleşebilen ve onların sorumluluklarını üstlenebilen, ancak edimlerine
indirgenemeyen, bilinci itibarıyla özgür ve aşkın olan
bir varlıktır. İşte bu
münasebetle bir edim olarak bağlanmanın yapısını irdeleyen Marcel, iç
dünyamdaki ve dış koşullardaki olası değişiklikler sebebiyle söz veremem
ve bağlanamam demenin, kişiyi an’lara indirgeyerek, onun ontolojik
bütünlüğünü göz ardı etmek anlamına geldiğini ifade eder. Bu durumda
yapılması gereken şey, cesurca bir karar vererek, olası değişiklikler her
ne olursa olsun bunları ihmal* ederek sözüme ve edimime bağlılığımı
sürdürmektir. Kendisiyle içsel birliğini ve tutarlılığını sağlayamayan bir
kişinin başkalarıyla tam anlamıyla birleşebilmesi mümkün olamayacağı
için, kişinin bağlılığına bağlılığı, kendisine sadakati olup, temel ontolojik
bütünlüğüne ve devamlılığına karşılık gelmektedir. Yani ‘sadakat’, kişisel
varoluşun zorunlu koşuludur. Bu münasebetle bağlanma, “…ancak o
an’da yaşanılmakta olan dış duruma indirgenemeyen ve kendisiyle dış
durumu arasındaki farkı algılayan, bundan dolayı da kendisini geleceğine
nazaran…adeta aşkın bir biçimde ortaya koyan…” (Marcel, 1997: 42)
özgür bir varlığın yani kişinin edimidir. Dolayısıyla ‘bağlanma’ ve
‘sadakat’ kişisel varoluşun zorunlu koşuludur. Bağlanma edimine değer
kazandıran şey ise, kişinin geleceğe dair bilgisizliğine ve zamanın
getirebileceği olası tüm değişimlere rağmen, kendisini değişmeyecek bir
varlık olarak ortaya koyabilmesi, ediminin sorumluluğunu üstlenmesi ve
‘zaman’ ile ‘oluşa’ galip gelmesidir. Bu sorumluluk şüphesiz özgürlükle
birlikte düşünüldüğünde yaratıcı bir güç hâline gelerek insan olmanın asli
anlamını oluşturmaktadır.
Kişiden farklı olarak birey ise, bölük pörçük durumda olan biri, bir
numune, bir kırıntıdır. Birey, istatistik bir unsur olup, üçüncü tekil kişi olan
o düzeyinde olanaklıdır. Ancak kişi, bireyle karşılaşmak suretiyle kendisini
etkisiz hâle getirmeksizin, bireyin özgürleşebilmesi ve hazır bulunmasına
yardımcı olarak onu kişi hâline dönüştürme eğilimindedir.
Şüphesiz bu düşüncelerden hareketle Marcel’e göre, her bireyin kişi
düzeyine yükselebileceğini tümel olarak söyleyebilmek mümkün olmadığı
gibi, bu gelişimin tümel olup olmadığını garanti etmek de mümkün
değildir. (O’Hara, 1964: 149) Ancak Marcel’e göre, kişi olabilme yolunda
atılması gereken temel adım, bireyciliğin nihai bir hakikat olamayacağını
fark etmektir. Zira kişi nihai noktada Aşkınlık düzeyine dahi komünyon
266
düzeyindeki intersübjektif
*
tecrübelerden hareketle açılabilme imkânı
bulacaktır.
Başka bir deyişle süje, intersübjektivite dünyasında kendini
anlamlandırdığı ölçüde aşk, bağlanma, sadakat ve umudun, ‘etik değerler’
olmalarının yanı sıra, zamana meydan okuyan koşulsuzluklarıyla-koşulsuz
aşk, koşulsuz bağlanma, koşulsuz sadakat ve koşulsuz umut-kişiyi Varlık
Sırrına ulaştıran ‘ontolojik değerler’ olduğunu fark ederek, tam anlamıyla
kendini aşarak koşulsuz bağlanmanın Aşkın Varlığı gerektirdiğini
kavrayabilme imkanı bulacaktır. Koşulsuzluk, Tanrı’nın mevcudiyetinin
bir belirtisi olduğu için Mutlak ve koşulsuz bir bağlılık ve sadakat de, ancak
Mutlak Kişisel Varlığadır. Mutlak Varlığa koşulsuz aşk, sadakat ve umutla
bağlılığın adı ise ‘iman’ ya da Marcel’in ifadesiyle ‘yaratıcı sadakat’tir.
İnanan insan ile Tanrı arasındaki bir diyalogda, Tanrı’nın üçüncü kişi
olarak görülemeyen bir Mutlak Sen olduğunu vurgulayan Marcel’e göre,
iman bir özgürlük platformudur. Başka bir deyişle iman, inanmanın yanı
sıra inanmama imkânı da bulunan bir varlığın tercihini özgür iradesiyle
inanma yönünde kullanarak, kendini gerçekleştirmeyi ve Mutlak Varlığa
bağlanmayı seçtiği bir edimdir.
Bu sebeple iman edimi, özgür yani kendine hâkim olabilen bir canlı
için mümkün olabilmektedir. (Marcel, 1997: 212) İşte Marcel’e göre, kişi
olabilmenin yaratıcı ayrıcalığı bu noktada bulunmaktadır.
Görüleceği üzere Marcel’e göre, Varlığa açılan bir vizyon olmaksızın
kişisel olandan söz edilemez. Bu sebeple kişi için varolmak, varlığa
katılmaktır. Dolayısıyla kişi, kendi imkân ve sınırlarını tanımak isterken
kendi varlık sebebini fark ederek ‘ontolojik bir bütünlüğü’ kavrayabilen
bu doğrultuda temel varoluşsal tecrübesi olan ‘bağlanma’ ve ‘sadakat’
yoluyla yatay boyutta doğayla, başka benlerle ve toplumla; dikey boyutta
ise, Mutlak Varlıkla ahenkli ilişkiler kurarak ‘ontolojik bir dostluk’ ortamı
yaratma yolunda çaba harcayan ‘özgür’ ve ‘sorumlu’ bir varlıktır.
∗
Marcel felsefesinde, birbirlerine sevgiyle yönelen kişilerin birbirleri için ‘hazır bulunabilme’ ve ‘bağlanabil-
me’ tecrübeleri özel ve kişisel ilişkilere imkan vermesinin yanı sıra sadık kalınan ortak değerler doğrultusun-
da birbirlerine içtenlikle bağlanmış bir birlik olan geniş boyutlu bir komünyona yani gerçek toplum ile toplum-
sal ilişkilere de olanak sağlamaktadır. Nihai noktada kişi, intersübjektif tecrübelerden hareketle Mutlak Varlığa
yönelebilme imkanı bulmaktadır. Zira, komünyon düzeyindeki aşk, bağlanma, sadakat ve umut gibi tecrübeler,
zamanla sınırlı ve yalnızca insani arzulara bağlı bir eğilim olarak kalıp, Ebedi olana yönelmediği sürece gerçek
anlamını yitirecektir. Çünkü komünyondaki tecrübelerimiz temellerini Aşkınlık düzeyinde bulmaktadır. Başka
bir deyişle, Varlık alanı, değerler alanı olduğu için değer tecrübesinden bağımsız olarak Varlık tecrübesine an-
lam verebilmek mümkün olamayacaktır.
267
KAYNAKÇA
Marcel, G., (1962), Homo Viator. (Tr. Emma Craufurd), New York:
Harper and Brothers: 60.
Marcel, G., (1967), Presence and Immortality. (Tr. Michael A.
Machado), Pitsburgh: Duquesne University Pres: 24.
Marcel, G., (1964), Creative Fidelity. (Tr. Robert Rosthal), New York:
Farrar, Straus and Company: 148; 107; 109; 111; 116; 116.
Marcel, G., (1973), Tragic Wisdom and Beyond (Including
Conversations between Paul Ricoeur and Gabriel Marcel). (Tr. Stephen
Jolin and Peter McCormick), Evanston: NorthWestern University Pres:
35.
Marcel, G., (1967), Searchings. Maryland: Newman Press, Westminster:
95.
Marcel, G., (1952), Metaphysical Journal. (Tr. Bernard Wall),
Chicago: Henry Regnery Co: 18.
Marcel, G., (2001), The Mystery of Being. 1 vol. (Tr. G. S. Fraser),
Indiana: St. Augustine’s Pres: 101.
Marcel, G., (1967), The Philosophy of Existentialism. (Tr. Manya
Harari), New York: The Citadel Pres: 81-82.
Marcel, G., (1997), Being and Having. ( Tr. Katharine Farrer),
Westminster: Dacre Press:42, 212.
Muşta, C., (1998), G. Marcel’in Varoluşçuluğu. Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları: 54.
O’Hara, M.K., (1964), “Person In The Philosophy of Gabriel Marcel”,
Philosophy Today, 8: 3, 147-154.
O’Mally, John B. (1984), “Marcel’s Notion of Person”. P. A. Schilpp and
L.E. Hahn (ed.) The Library of Living Philosophers: The Philosophy
of Gabriel Marcel. Illinois: Open Court, 275-294.
268
Dostları ilə paylaş: |