Prof. Dr. Hans Köchler
Prof. Dr. Hans Köchler
Prof. Dr. Hans Köchler
Prof. Dr. Hans Köchler
Felsefe Profesörü, Innsbruck Üniversitesi,
Uluslararası Gelişim Organizasyonu Avusturya Başkanı,
Uluslararası Felsefe Akademisi Eşbaşkanı
MONOTEIZM VE BIR ARA
MONOTEIZM VE BIR ARA
MONOTEIZM VE BIR ARA
MONOTEIZM VE BIR ARADA VAROLUŞUN ANLAMI:
DA VAROLUŞUN ANLAMI:
DA VAROLUŞUN ANLAMI:
DA VAROLUŞUN ANLAMI:
FELSEFI BIR GÖRÜŞ
FELSEFI BIR GÖRÜŞ
FELSEFI BIR GÖRÜŞ
FELSEFI BIR GÖRÜŞ
3. Uluslararası Yaşamın ve Evrenin Kökeni Konferansı
Istanbul, 28 Nisan 2018
© Hans Köchler. All rights reserved.
_____________________________________________________________________________________
I N T E R N A T I O N A L P R O G R E S S O R G A N I Z A T I O N
I N T E R N A T I O N A L P R O G R E S S O R G A N I Z A T I O N
I N T E R N A T I O N A L P R O G R E S S O R G A N I Z A T I O N
I N T E R N A T I O N A L P R O G R E S S O R G A N I Z A T I O N
I.P.O. Online Publicat
I.P.O. Online Publicat
I.P.O. Online Publicat
I.P.O. Online Publications
ions
ions
ions
A-1010 Vienna, Kohlmarkt 4, Austria, www.i-p-o.org
İnsanlık tarihinin hiç bir döneminde içinde bulunduğumuz
globalleşme çağında olduğu gibi pek çok medeniyet ve din bir arada
böyle karmaşık ve yakın bir şekilde birlikte var olmamıştı.
Dünyanın neresinde olursa olsun insanlar farklı metafizik anlayış ve
inanç sistemleriyle eş zamanlı olarak karşılaşıyorlar. Bu çeşitlilik,
en belirgin özelliği dijital enfarmasyon ve iletişim teknikleri olan
21. Yüzyılın başlangıcında ortaya çıkan teknolojilerin sunduğu
şartlarda var olmaktadır. Daha önceki çağlarda bir toplum içine
kapanarak kendisini dış etkilerden koruyabiliyordu. Dış dünya ile
iletişim ve etkileşime girmeme seçeneği artık söz konusu değil.
Bilinen tüm tarih içerisinde inanan topluluklar yada bu toplumların
var olduğu devletler arasında başgösteren çatışmaların nedeni dini
farklılıklar olmuştur. Orta Çağlardaki haçlı savaşları bunun ispatıdır.
İnsanlar kültürel ve dini kimliklerini ortaya koyarak kendilerini
başkalarından ayıran
ayıran
ayıran
ayıran farklılıkları saptayabilmek için çok fazla
zihinsel ve duygusal enerji sarf etmişler. Kendini ifade amacıyla
“bizler” ile “onlar’ arasındaki sınır çizgilerini çizmek günümüze
kadar kimlik politikasının bir parçası olmuştur. Öyle ki, toplumların
kendi içerisinde bile alt gruplar oluşarak onlar da gayretle
kendilerini diğerlerinden ayırmaya çalışmışlar. Genelde sosyo
ekonomik çıkarların körüklediği dinler içi ve arası çatışmalar
medeniyetler tarihinin önemli bir bölümü oluşturur. Soğuk savaşın
ardından Samuel Huntington'un farklı dini dünya görüşleri arasında
sözde bir düşmanlık olduğu tezini ortaya atmış olması sebebiyle,
“medeniyetler çatışması” paradigması dünyadaki düzen konulu
tartışmalarda, özellikle de Batı dünyasıyla İslam arasındaki
ilişkilerde kullanılan bir "klişe ve moda" sözcük haline geldi.
3
"Global köy"ümüzün şartları altındaki farklı medeniyet ve dini
yaşamlara dair dünyaların ve değer sistemlerinin eş zamanlı oluşu
barışçıl birarada varoluşa yeni bir önem getirdi. Globalizasyon
bağlamı içerisinde, dini inançların çokluğu birbiriyle bağlantılı olan
dünyamızdaki her günkü hayatı belirleyen aslında kaçamadığımız
sosyal bir gerçeklik haline geldi. Kültürel ve dini farklılıkları
rasyonel bir şekilde “yönetebilmek”, yerel, bölgesel ve global
seviyelerde artık barışın bir vazgeçilmezi. İşte burda din felsefesi
yararlı bir rol üstleniyor.
Bu konuda Yanlış anlaşılma olmamalı. Dinlerin
çoğulculuğunu
kabul etme ve yapısal içeriklerini analiz etme hiç bir şekilde
rölativizmi savunma anlamına gelmemektedir. Dini çoğulculuğu,
deneysel dünyaya tabi kılarak tarihi veya sosyo-kütürel
faktörlerden sadece dini dogma elde eden
indirgemeci
yaklaşım
veya dini kümelenme şekilleriyle karıştırmamak gerekir.
İnanç çogulculuğunun gerçeğin evrenselliği ile olan uyumunu
anlatabilmek için kozmolojide kullanılan Kopernik modeli örneğini
kullanabiliriz: Tüm teistik inanç sistemleri bir ve aynı olan Allah'ın
varlığına dair hakikatının farklı yönlerini ortaya koyar. Bunlar aynı
amaca ulaşmak için girilen farklı yollardır. Bunu aynı güneş
etrafında
dönen
gezegenlerin
kendilerine
ayrılmış
özel
yörüngelerinde durarak farklı yollar almasına benzetebiliriz.
İnanç sistemlerini sosyolojik, psikolojik ve tarihi boyutlarıyla
ve deneysel anlamda anlatmak tabi ki mümkündür, ancak daha
derin fenomenolojik bir yaklaşım dini tecrübelerimizi dünyayı
kendisine özgü niteliğiyle anlamamızı sağlar. Böylece dini özünde
var olan metafizik gerçeğiyle ve evrendeki yerimiz açısından daha
iyi kavrayabiliriz. Bir örnek vermek gerekirse, Yüce Yüce Varlığa
dair klasik Aristocu düşünce, yani "HAREKET ETMEYEN,
HAREKETE İHTİYACI OLMAYAN, İLK HAREKET ETTİRİCİ GÜÇ",
4
metafizik düşünceyi farklı dinlerde ve medeni bağlamlarda
açıklamaktadır.
Kültürel farklılıkların ötesine geçen genel ontolojik kavramlar
gerçekten de felsefeciye farklı inanç sistemleri ve metafizik
kavramları arasında
yapısal karşılaştırma
yapmasına, ve dolayısıyla
inanç sahibi kişilerin kendi konumlarını daha iyi tanımlamalarına ve
savunmalarına yardımcı olmasına olanak sağlamaktadır. Bu
ontolojik
bağlamda üç tektanrılı dinin tebliğ ettiği ve içerisinde
barındırdığı nihai gerçeğin ifade edilmesi açısından
mantıklı
bir
nokta üzerinde durulabilir:
Eğer tek bir Tanrı varsa, bu Tanrı herkes için tek ve aynı
olmalıdır. Musevi, Hristiyan ve Müslümanlar için üç farklı Tanrı
olamaz: Üç dinin de vahiy bağlamında ancak farklı Allah algılaması
veya gerçeğin tecellisi olabilir. Bu mantıken açık, ancak buna
rağmen gözardı edilen gerçeğin farkında olmak, inananlar arasında
daha cemaat hissini güçlendirebilir ve tarihi ve sosyo-kültürel
farklılıklar ötesinde dini ve toplumsal barışa katkıda bulunabilir.
Bu bağlamda merhum Viyana Başpiskoposu Kardinal Franz
Königin vurguladığı üzere “özellikle bugün İslam ve Hrisityanlık
arasında tek tanrıcılık üzerine yapılan tartışmanın yararlı bir işleve
sahiptir ve şüphenin dağılması yönünde katkıda bulunmalıdır.
Böylece dünya insanlarının anlaşılması ve milletlerin barış
içerisinde bir arada bulunması sağlanabilir.” Kardinal bu sözleri
1981 yılında Roma’da benim organize ettiğim Uluslararası “İslam
ve Hristiyanlıkta Tek Tanrıcılık Kavramı” konferansında söylemişti.
O zamanlar ben monoteizmin ana metafizik kavramını inceleyerek
bu girişimin amacını, kişinin diğer din ve kültürel gelenekler
kanalıyla kendi hakkındaki algılamasını derinleştirirmek olarak
nitelemiştim.”
5
Bu, kültürel kimlik “diyalektiği” olarak tanımladığım
kavramdır ki, medeniyetlerin özgün haliyle anlaşılması ve karşılıklı
olarak takdir edilmesinin temelini ouşturur. Tek tanrıcılığın doğası
ile ilgili bu yansımanın aynı zamanda Musevilik öğretilerini de
taşıdığı çok açıktır.
İnançtan bahsederken felsefenin rolüne gelecek olursak bir
nokta üzerinde daha durmak istiyorum. “Din felsefesinin” “dini
felsefe” ile aynı şeyler olmadığı ortadadır ancak yine de
vurgulanmalıdır.
Kendi başına
olan felsefi yaklaşım belirli bir inanç
ile karşılaştırıldığında nötrdür; felsefecinin şahsi dini görüşüne karşı
ön yargı olmaksızın zihnin evrenselliğini somutlaştırır. Bu anlamsal
konuyu anlatan bir örnek vermek gerekirse, “Hristiyan felsefesi”
gibi geniş çaplı kullanılan bir terim anlamsal içerikle ilgilidir. Birey
olarak Hristiyan olan düşünürlerin geliştirdiği felsefi fikirlerle
ilgilidir. Bu onlar tarafından
bu şekilde
yorumlanan belirli kavram
yada teorilerin sadece “Hristiyan” olduğu anlamına gelmez. Kimse
rasyonalizmin diğer dinleri dışlayıp sadece kendi dinine has bir
kavram olduğunu iddia edemez ve diğer dinlerin üyelerinin
metafizik gerçeğe dair arayışta eşit ortaklar olma statülerini
rededemez. Herhangi bir dışlayıcı yaklaşım tarihi veya sosyo
kültürel bağlam içerisinde doğası gereği felsefi zihne uzaktır.
Sadece fiziksel alana indirgenemeyen, kendi hakkında düşünme
gücüne sahip olan insan her zaman gerçeği ve hayatın anlamını
bulmak için çabalamıştır. Üstün bir Varlığı arama gayreti asırlar
boyunca tüm medeniyetlerin düşünürlerini bir araya getirmiştir. Bu
gerçekten felsefi olan arayış kapsamlı bir biçimde deneyim ve akla
dayalı olup sadece Avrupa Aydınlanması anlamında alınmamalıdır.
Evrensel bakış açısı aracılığıyla ve baskın çıkan kültürel
farklılıklarıyla felsefe gerçekten de mutlak varlığın üzerinde ortak
bir düşünme alanı oluşturmuştur. Bu günümüzde de din felsefesine
6
ait misyonun esası ve temelidir. Zamanımızda dini tecrübeyi felsefi
ve sosyal alanlara çekme çabaları tamamen boştur.
Farklı dinler ve onlarla bağlantılı medeniyetler arasında bir
arada varoluşun spesifik anlamı burda meydana çıkmaktadır. Temel
soruyu sormadan edemeyiz: Her bir dinin kendine özgü sosyo-
kültürel ortamı ve vahiy şartlarında nihai gerçeği temsil ettiği
düşünüldüğünde
hangi
anlamda
“birlikte
var
olmaktan”
bahsedilebilinir? Her geleneğin kendi algılamasındaki benzersizlik
düşünüldüğünde, bir yanda gerçeğe dair kendilerine özgü
dışavurumları ve dini uygulamaları ile farklı dinlerin arasındaki
karşılıklı saygıyı ifade eden kurumsal bir arada var olma ile öte
yanda temeldeki metafizik kavramları analiz eden ve kıyaslayan
ortak manevi girişim arasında kavramsal anlamda bir ayrım
yapılabilir.
İkincisi, din felsefesi ile uğraşan, mutlak olanın açığa çıkarılışının
çeşitli biçimlerini ve bunların sınıflandırmalarını analiz eden ve her
bir inanç sisteminin temel öğeleri ile benzer diğer sistemler
arasında ilişki kurma gayretinde olanların çalışmaları ile ilgilidir.
İnanç kavramlarının yorumbilgisel analizi ve yapısal karşılaştırması,
– özürcü yaklaşımdan net bir şekilde ayrılan – felsefi bir yaklaşımın
kavramsal anlamda uygun ve dinbilimsel olarak geçerli olduğu
alandır.
Konuşmamı, hem dini inancın hem de felsefi düşüncenin kökünde
yatan antropolojik sabite bir kez daha vurgu yaparak tamamlamak
istiyorum. Mutlak olanın arayışı, insanoğlunun özünde taşıdığı bir
özelliktir; ortak manevi mirasımızdır. Bu çaba, dini alanda vahiy ve
inanç temelinde yürütülürken, felsefi yöntem yalnızca (insani)
7
mantığa dayalıdır. Bu iki ayrı yaklaşım, birbiri ile çatışmaktan
ziyade birbirlerini tamamlar. Felsefe, inanç alanı üzerinde kendini
dayatmadan ve dini deneyimin ortak yapısının analizi yoluyla, safi
özürcü yaklaşımı aşmalarında ve diğer dinlerde vahyedilmiş
gerçeğe ulaşmalarında inananlara yardım sağlayabilir.
Dinlerin felsefi tefekkürü ve aralarındaki uzlaşma, bu suretle
mevcut küreselleşmiş haliyle metafizik kökenlerini unutma
tehlikesiyle karşı karşıya olan modern teknolojik uygarlığımıza
metafizik bir derinlik kazandırabilir. Tektanrılı dinlerin bir arada
varoluşları da, "çeşitlilikteki birlik" ruhu içerisinde 21. yüzyıl
boyunca sürecek kalıcı bir barış ve adalet düzeninin mihenk taşı
haline gelebilir.
***
Dostları ilə paylaş: |