Kapitalizm hakkindaki yaygin yanilgilar



Yüklə 107,42 Kb.
tarix29.10.2017
ölçüsü107,42 Kb.
#7561

KAPİTALİZM HAKKINDAKİ YAYGIN YANILGILAR1
NATHANIEL BRANDEN

TEKELLER
Bir laissez-faire (bırakınız yapsınlar) kapitalizm toplumunda, tüm ekonominin kontrolünü ele geçirebilecek olan güçlü tekellerin oluşumunu engelleyen şey nedir?


Ekonomi alanındaki (Karl Marx tarafından yayılan ve bugün pek çok işadamı dâhil neredeyse herkes tarafından kabul edilen) en kötü yanılgılardan birisi tekellerin gelişmesinin serbest, regüle edilmeyen bir ekonominin kaçınılmaz ve gerçek bir sonucu olduğu fikridir. Aslında, tam tersi doğrudur. Tekelleri imkânsız kılan serbest bir piyasadır.
“Tekel” tanımında açık ve spesifik olmak zorunludur. İnsanlar ekonomik veya siyasî anlamda tekelin tehlikelerinden ve kötülüklerinden bahsederken, kastettikleri şey baskıcı tekeldir, yani rekabete kapalı olan ve rekabet dışında bulunan belli bir üretim alanının kontrolüdür, böylece üretim alanını kontrol edenler pazara bağlı olmadan, arz ve talep kanunundan etkilenmeden keyfî üretim politikaları oluşturabilirler ve keyfî fiyatlar isteyebilirler. Böyle bir tekelin rekabet eksikliğinin ötesinde, rekabetin imkânsızlığı özelliğini de taşıdığına dikkat çekmek önemlidir. Bu, baskıcı bir tekelin karakteristik niteliği olup böyle bir tekelin eleştirilen ana özelliğidir.
Kapitalizmin bütün tarihi boyunca, serbest bir piyasada hiç kimse rekabet yoluyla baskıcı bir tekel oluşturamamıştır. Belli bir üretim alanına girişi yasaklamanın sadece bir yolu vardır: kanunla yasaklama. ABD’de, Avrupa’da veya dünyanın başka herhangi bir yerinde var olan veya bir zaman var olmuş olan her baskıcı tekel ancak bir hükümet faaliyeti ile (bir kişiye veya gruba özel imtiyazlar, lisanslar, sübvansiyonlar, özel ayrıcalıklar sağlayan ve diğerlerinin tümünün o alana girmesini yasaklayan ve serbest bir piyasada elde edilemeyecek ayrıcalıklar olan yasama faaliyetleri ile) yaratılmıştır ve mümkün kılınmıştır.
Baskıcı bir tekel laissez-faire kapitalizminin sonucu değildir; o ancak laissez-faire kapitalizminin ortadan kaldırılmasından ve yerine onun zıttı olan ilkenin (devletçilik ilkesinin) getirilmesinden kaynaklanabilir.
Bu ülkede, bir kamu hizmetleri şirketi baskıcı bir tekeldir: hükümet ona kendine has bir arazi imtiyazı verir ve başka hiç kimsenin o arazide o hizmetle ilgilenmesine müsaade edilmez; elektrik enerjisi satmak isteyen potansiyel bir rekabetçi kanun tarafından durdurulur. Bir telefon şirketi baskıcı bir tekeldir. Daha İkinci Dünya Savaşı kadar yakın bir zamanda, hükümet o zaman var olan iki telgraf şirketine (Western Union ve Postal Telegraph) bir tekel oluşturmak üzere birleşmelerini emretmiştir.
Amerikan kapitalizminin nispeten özgür günlerinde, 19’uncu yüzyılın sonlarında, yirminci yüzyılın başlarında, buğday ve pamuk gibi çeşitli mallarda “pazarı ele geçirme” ve sonra da alanı rekabete kapatma ve fahiş fiyatlarla mal satma yoluyla büyük karlar toplama yönünde pek çok girişim vardı. Bu gibi çabaların hepsi başarısız kaldı. Bunu deneyen insanlar pes etmeye mecbur kaldılar; aksi halde iflasa gideceklerdi. Onlar yasa tarafından değil, serbest piyasa tarafından mağlup edildiler.
Şu soru sık sık sorulmaktadır: Büyük, zengin bir şirket küçük rakiplerini satın almaya devam etse veya fiyatlan düşürerek zararına satış yapma yoluyla onları alanı terk etmeye zorlasa ve sonra yüksek fiyatlar isteyerek ve rekabet korkusu olmadığından durağan kalarak, belli bir alanın kontrolünü ele geçiremez mi? Cevap hayırdır, bu yapılamaz. Eğer bir şirket rakiplerini devre dışı bırakmak için ağır zararlar üstlenirse, daha sonra kaybettiğini geri kazanmak için yüksek fiyatlar istemeye başlayacaktır. Bu durum, o alana girmek ve geri alması gereken kaybı olmadan yüksek kârın avantajını kullanmak isteyen yeni rekabetçiler için bir teşvik olacaktır. Yeni rekabetçiler fiyatları pazar seviyesine indirecektir. Büyük şirket tekel fiyatları oluşturmaya çalışmayı terk etmek zorunda kalacaktır, aksi halde kendi politikalarının getirmiş olduğu rakiplerle savaşarak iflasa sürüklenecektir.
Arz ve talep kanunu dışında, hiçbir “fiyat savaşının” bir tekel oluşturmada veya fiyatları piyasa seviyesinin üstünde tutmada başarılı olamadığı tarihsel bir gerçektir. (Ancak “fiyat savaşları” rekabet eden şirketlerin ekonomik başarısı için kamçı görevi görmüştür; ve bu nedenle halka daha ucuza, daha iyi ürünler anlamında müthiş faydalar sağlamıştır.)
Bu konuyu değerlendirirken, insanlar genellikle sermaye piyasasının serbest bir ekonomideki rolünü sık sık göz ardı ederler. Alan Greenspan’ın ‘‘Antitröst” makalesinde de tespit ettiği gibi: Eğer belli bir üretim alanına giriş hükümet düzenlemeleri, imtiyazlar veya sübvansiyonlar ile engellenmezse serbest bir ekonomide rekabetin tek düzenleyicisi sermaye piyasasıdır. Sermaye serbest olarak dolaştığı müddetçe, maksimum kar sağlayan alanları bulmaya çalışacaktır.” Yatırımcılar sürekli olarak sermayeleri için en kârlı kullanımları arama peşindedirler. Bu yüzden, eğer bir üretim alanı çok kârlı olarak görülürse (bilhassa kârlılık düşük maliyetlerden ziyade yüksek fiyatlardan dolayı ise) o alan işadamlarına ve yatırımcılara mutlaka cazip gelecektir; ve söz konusu olan ürünün arzı talebine oranla artarsa, fiyatlar düşer. Bay Greenspan, “sermaye piyasası” fiyatların bir düzenleyicisi olma fonksiyonuna sahiptir, ama bu onun mutlaka kârların da bir düzenleyicisi olmasını gerektirmez demektedir. Sermaye piyasası, bireysel bir üreticiyi maliyetini düşürmek ve diğerlerine oranla etkinliğini artırmak yoluyla istediği kadar kazanmaya serbest bırakır. Böylece o, artan üretkenlik için daha fazla teşvikler meydana getiren bir mekanizmayı ve bunun bir sonucu olarak artan bir yaşam standardını oluşturur.”
Serbest piyasa, (ekonomik bir dokunulmazlık sağlayarak) herhangi bir üretim alanında başarısızlığa veya durağanlığa izin vermez. Örneğin, Amerikan otomobil sanayi tarihinde iyi bilinen bir olayı düşünün. Henry Ford’un T-modelinin otomobil piyasasının önemli bir kısmını elinde tuttuğu bir dönem vardı. Fakat Ford’un şirketi durağanlaşmaya ve stil değişikliklerine ayak diremeye kalkıştığında (“Siyah olması kaydıyla istediğiniz renk T-model alabilirsiniz”) daha çekici stildeki Chevrolet, Ford’un pazarının önemli bir kısmını kaptı. Ve Ford şirketi rekabet etmek için politikasını değiştirmek zorunda kaldı. Tarihte her sanayi alanında bu prensibin örneklerini bulabilirsiniz.
Şimdi kapitalizm şartlarında var olabilen tek tekel tipi olan baskıcı olmayan tekel düşünüldüğünde, bu tekelin fiyatlarının ve üretim politikalarının onun içinde fonksiyon gösterdiği büyük pazardan bağımsız olmadığı, fakat arz ve talep kanununa tamamen bağlı olduğu; baskıcı olmayan anlamında kullanıldığında “tekel” adlandırmasına devam etmenin hiçbir faydası veya değeri olmadığı; ve bu gibi “tekelleri” eleştirmenin hiçbir rasyonel gerekçesi olmadığı görülecektir.
Örneğin, eğer küçük bir kasaba, yalnızca bir (ucu ucuna ayakta durabilen) eczaneye sahipse bu eczanenin sahibinin bir “tekelin” keyfini sürdüğü söylenebilir; fakat gerçekte hiç kimse tekel terimini bu anlamda kullanmayı düşünmez. İkinci bir eczane için hiçbir ekonomik gerekçe veya pazar yoktur, onu desteklemeye yetecek kadar iş yoktur. Fakat eğer bu kasaba büyürse, var olan tek eczane diğer eczanelerin açılmasını önlemek için hiçbir araca ve güce sahip olmayacaktır.
Topraktan çıkarılan maddeler sınırlı olduğu için ve bazı firmaların bir ham maddenin bütün kaynaklarını kontrol edebileceğine inanıldığı için, sık sık, madencilik alanının tekeller oluşturmaya özellikle hassas olduğu düşünülür. Fakat Kanada’nın Uluslararası Nikel şirketinin dünya nikelinin üçte ikisinden fazlasını ürettiğine, ancak tekel fiyatları oluşturmadığına dikkat edin. Ürünlerini çok fazla sayıda rekabetçisi varmış gibi fiyatlandırmaktadır; ve gerçekten de onun çok fazla sayıda rekabetçisi vardır. Nikel (alaşım ve paslanmaz çelik halinde) alüminyum ve diğer çeşitli materyallerle rekabet etmektedir. Bu durumda söz konusu olan, hiçbir ürün, mal veya materyalin, fiyatına bakmaksızın, ekonomi için vazgeçilmez olamayacağı az bilinen prensibidir. Bir mal diğerlerine ancak nispî olarak tercih edilebilir. Örneğin, (John L. Lewis’in ekonomik açıdan gerekçesiz ücret artışı dayatması nedeniyle) bitümlü kömürün fiyatı yükseldiğinde bu pek çok endüstride yaygın şekilde petrol ve gaz kullanımına dönüşüme neden oldu. Serbest piyasa kendisinin koruyucusudur.
Şimdi eğer bir şirket, özel olarak hükümetçe sağlanmış ayrıcalıklarla değil fakat sırf üretkenlik başarısı ile maliyetlerini düşük tutabilme becerisiyle ve/veya herhangi bir rekabetçisinin yapabildiğinden daha iyi ürün sunabilme becerisiyle baskıcı olmayan bir tekel elde edebilirse ve onu sürdürebilirse, belli bir alandaki bütün müşterilere sahip olabilirse, böyle bir tekeli eleştirmenin hiçbir gerekçesi yoktur. Aksine, bunu başarmış olan şirket en yüksek övgüyü ve saygıyı hak edecektir.
Ahlaken hiç kimse, belli bir alanda rekabet etmek isteği kişilerin üretkenlik başarısına ayak uyduramazsa, rekabet etme hakkı iddia edemez. İnsanların, daha az başarılı şirketleri çalışır tutmak için daha yüksek fiyatlarla adî ürünleri satın almasının hiçbir gerekçesi yoktur. Kapitalizm şartlarında, rekabetçilerini geçebilen herhangi bir kişi veya şirket buna özgürdür. Serbest piyasanın beceriyi ödüllendirmesi ve herkesin yararına çalışması (hak etmediğini elde etmeye çalışanlar hariç) bu yolla olur.
Bu bağlamda kapitalizm muhaliflerinin dillerine doladıkları bir söylem, büyük bir marketler zinciri tarafından piyasa dışına itilen yaşlı bir köşe başı manavının hikayesidir. Bu kişiler açıkça ne demek istiyorlar? Marketler zinciri onlara daha düşük fiyata daha iyi bir hizmet verse ve para tasarruf ettirse de yaşlı manavın mahallesinde yaşayanların manavdan satın almaya devam edecek olmalarını. Böylece yaşlı manavın durağanlığını korumak için hem mağaza zincirinin sahipleri ve hem de mahalleli insanlar zarar görecektir. Ne hakla? Eğer büyük mağaza zinciri ile rekabet edemezse, bu manavın başka bir yere göçmekten veya başka bir işe geçmekten ya da mağaza zincirinde iş aramaktan başka seçeneği yoktur. Kapitalizm doğası gereği sürekli bir hareket, gelişme, ilerleme işlemine sahiptir; hiç kimse diğerleri kendisinden daha iyisini yaptığında belli bir konum için garanti bir hakka sahip değildir.
İnsanlar serbest piyasayı “acımasız” diye eleştirdiğinde, onların kötülediği, gerçek pazarın tek bir ahlak prensibiyle, yani adaletle yönetilmesidir. Ve onların kapitalizme duydukları nefretin temelinde yatan şey budur.
İnsanların haklı olarak eleştirebilecekleri bir tekel vardır ve bu, “tekel” teriminin ekonomi açısından önemli olduğu tek tekel tipidir. Bu baskıcı tip tekeldir. (Kelimenin baskıcı olmayan anlamında, her insan (kendi çabası ve ürününün tek sahibi olması nedeniyle) bir “tekelci” olarak düşünülebilir. Fakat bu, sosyalistler hariç hiç kimse tarafından kötü bir şey olarak kabul edilmez.)
Tekeller konusunda, diğer pek çok konuda olduğu gibi, kapitalizm yaygın olarak onun düşmanlarının işlediği kötülükler nedeniyle suçlanmaktadır: baskıcı tekelleri yaratan serbest bir piyasadaki serbest ticaret değil, hükümet yasaları, hükümet faaliyetleri ve hükümet kontrolleridir. Eğer insanlar tekellerin kötülükleri konusunda endişeleniyorlarsa resimdeki gerçek kötü adamı ve kötülüklerin gerçek sebebini, yani ekonomiye hükümetin müdahalesini tanısınlar. Tekelleri yok etmenin sadece bir yolu olduğunu bilsinler: Devletin ve Ekonominin birbirinden ayrılması; yani hükümetin üretim ve ticaret özgürlüklerini kısıtlayamayacağı prensibinin kurumsallaştırılması.
Haziran 1962

KRİZLER
Bir laissez-faire kapitalist sisteminde dönemsel krizler kaçınılmaz mıdır?


Kapitalizmin düşmanlarının karakteristiği, kapitalizmi aslında devletçiliğin bir sonucu olan olumsuzluklardan dolayı eleştirmeleridir. Bunlar ekonomiye devlet müdahalesinden kaynaklanan ve sadece bu yolla mümkün olan olumsuzluklardır.
Bu politikanın bariz biçimde kötü olan bir örneğini, kapitalizmin baskıcı tekeller oluşumuna yol açtığı suçlamasını tartıştım. Bu politikanın en kötü örneği, kapitalizmin doğası gereği dönemsel krizlere yol açtığı iddiasıdır.
Devletçiler, laissez-faire’in özünde mütemadiyen krizlerin (sözde “patlama ve gerileme” döngüsü fenomeni) olduğunu ve 1929 büyük çöküşünün regüle edilmeyen bir serbest piyasa ekonomisinin başarısızlığının nihaî kanıtı olduğunu iddia ederler. Konunun doğrusu nedir?
Bir kriz, üretimde ve ticarette büyük çaptaki düşüştür; üretim miktarında, yatırımda, istihdamda ve sermaye değerlerinde (fabrikalar, makineler vs.) keskin bir düşüşle karakterize edilir. Normal işletme dalgalanmaları veya endüstriyel genişleme hızındaki geçici bir düşüş kriz oluşturmaz. Bir kriz, işletme aktivitesinde ülke çapındaki görülen önemli bir daralmadır; ve sermaye değerlerinde genel bir düşüştür.
Serbest bir piyasa ekonomisinin tabiatında böyle bir olaya sebep olacak hiçbir şey yoktur. Krizin “aşırı üretim,” “düşük tüketim,” tekeller, emek tasarrufu sağlayan makineler, bozuk dağıtım, aşırı servet birikmesi vs. tarafından meydana getirildiği şeklindeki popüler açıklamaları zaman zaman olarak ortaya çıkan yanılgılardır.2
Değişen şartlardan dolayı ekonomik aktivitenin yeniden ayarlanması, sermaye ve işgücünün bir sanayiden diğerine kayması, kapitalizmde sürekli olarak meydana gelir. Bu durum kapitalizmi karakterize eden hareket, gelişme ve ilerleme ile ilgilidir. Fakat daima bir sahada veya diğerinde kârlı bir iş ihtimali daima vardır, mallar için daima bir ihtiyaç ve talep vardır ve değişebilen sadece üretmesi en kârlı olan malların çeşididir.
Herhangi bir sanayide, diğer var olan tüm talepler anlamında, arzın talebi geçmesi mümkündür. Böyle bir durumda, o sanayide fiyatlarda ve kârlılıkta, yatırımda ve istihdamda bir düşüş olur; sermaye ve işgücü daha avantajlı durumlar arayarak başka yere gitme eğilimine girer. Böyle bir sanayi, gereksiz olan, yani ekonomik, kârlı ve üretken olamayan bir yatırımın bir sonucu olarak bir durağanlık dönemi geçirir.
Altın standardı ile çalışan serbest bir ekonomide, bu gibi üretken olmayan yatırım ciddî şekilde sınırlıdır; gereksiz spekülasyonlar, kontrolsüz olarak bütün ülkeyi kapsayacak kadar artmaz. Serbest bir ekonomide, işletme girişimlerini finanse edecek olan para ve kredi arzı nesnel ekonomik faktörlerce belirlenir. Bankacılık sistemi ekonomik kararlılığın bekçisi olarak çalışır. Para arzını yönlendiren prensipler büyük çaptaki gereksiz yatırımları engelleyecek şekilde işler.
Çoğu işletmeler girişimlerini, en azından kısmen, banka borçları ile finanse eder. Bankalar, müşterilerinin tasarruflarını en başarılı olmayı vaat eden girişimlere yatıran yatırım düzenleme merkezleri olarak çalışırlar. Bankaların borç verecek sınırsız fonları yoktur; verebilecekleri borç miktarı bakımından sahip oldukları altın rezervleriyle sınırlıdırlar. Başarılı kalmak, kâr etmek ve böylece yatırımcıların tasarrufunu cezp etmek için bankalar, kredilerini akıllıca vermelidirler; en sağlam ve potansiyel olarak en kârlı olduğuna kanaat getirdikleri girişimleri aramalıdırlar.
Aşırı bir spekülasyon döneminde bankalar aşırı sayıda kredi talebi ile karşılaşırlarsa, bu durumda azalan para varlığına reaksiyon olarak a) faiz oranlarını yükseltirler ve b) akılcı bir yatırımı belirleyen daha sıkı standartlar getirerek kredi talep eden girişimleri daha dikkatle incelerler. Bunun bir sonucu olarak, kredi elde etmek çok daha zor olur ve işletme yatırımlarında geçici bir azalma ve daralma olur. İşadamları çoğu kez ihtiyaç duydukları krediyi alamazlar ve genişleme planlarını azaltmak zorunda kalırlar. Yatırımcıların şirketlerin gelecekteki kazançları ile ilgili tahminlerini yansıtan sıradan hisse senedi (common stock) alımı da benzer şekilde azalır; aşırı değerli olan hisse senetlerinin fiyatı düşer. Ekonomik olmayan işlerle ilgilenen işletmeler şimdi ek kredi alamamaktadırlar ve kapılarını kapatmak zorundadırlar; üretim faktörlerinin daha da fazla israfı durdurulur ve ekonomik hatalar tasfiye edilir.
En kötü durumda, ekonomi orta bir kriz yaşar, yani yatırım ve üretimde hafif bir genel düşüş olur. Regüle edilmeyen bir ekonomide, oldukça çabuk bir şekilde ayarlanmalar olur ve daha sonra üretim ve yatırım yeniden artmaya başlar. Geçici kriz zararlı değil, faydalıdır; kendi hatalarını düzeltme, hastalığı azaltma ve sağlığına kavuşma sürecinde olan bir ekonomiyi ifade eder.
Böyle bir durgunluğun etkisi bir kaç sanayide önemli ölçüde hissedilebilir, fakat bütün bir ekonomiyi harap edemez. 1930’larda ABD’de olan gibi, ulusal çaptaki bir kriz tamamen hür olan bir toplumda meydana gelmezdi. Tamamen ekonomiye hükümet müdahalesinin bir sonucu olarak, daha spesifik olarak hükümetin para arzını yönlendirmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Hükümetin politikası esas olarak, spekülasyonun kontrolden çıkmasını ve sonuçta ortaya çıkan ekonomik çöküşü önleyen serbest bir bankacılık sistemi düzenleyicilerini devre dışı bırakmayla ilgiliydi.
Ekonomiye olan tüm hükümet müdahaleleri, ekonomi kanunlarının işlemesine gerek olmadığı, sebep-sonuç prensiplerinin askıya alınabileceği, bir bürokratın her şeye kadir olan kaprisleri hariç, her şeyin “esnek” ve “yumuşak” olduğu; realite, mantık ve ekonominin engel teşkil etmesine izin verilmemesi inanışına dayanır.
Bu durum, 1913’teki Federal Rezerv Sistemi3’nin (karmaşık ve çoğu kez dolaylı yollarla ülkedeki tüm bankalar üzerinde kontrole sahip olan bir kurum) kurulmasının arkasında yatan gizli düşünceydi. Federal Rezerv, münferit olarak bankaları, sahip oldukları bireysel rezerv miktarının empoze ettiği “sınırlamalardan,” piyasa kanunlarından kurtarmaya (ve hangi zamanda ne kadar kredi vermek istediklerine karar verme hakkını hükümet görevlilerine vermeye) soyundu.
Bir “ucuz para” politikası bu görevlilerin hâkim düşüncesi ve amacıydı. Bankalar artık borç vermede kendi altın stokları ile sınırlı değillerdi. Artan spekülasyonlara ve artan kredi taleplerine reaksiyon olarak artık faiz oranları artmayacaktı. Federal Rezerv aksine karar verene kadar ve vermedikçe, krediler kolayca verilebilecekti.4
Hükümet, (diğer müdahaleci politikalarla birlikte) “bencil” bankacılar dışındaki hususları göz önüne alma düşüncesiyle, para ve kredi kontrolünü özel bankacılardan alma yoluyla ve kredileri isteğe bağlı olarak artırma veya azaltma yoluyla kelimenin tam anlamıyla sabit bir zenginlik durumunu garanti edecek şekilde yatırımı kontrol edebileceğini savunuyordu. Pek çok bürokrat, hükümetin ekonomiyi sonsuz bir gelişme durumunda tutabileceğine inanıyordu.
Alan Greenspan’den paha biçilemez bir mecaz alıyoruz: Eğer laissez-faire şartlarında bankacılık sistemi ve fonların mevcudiyetini kontrol eden prensipler ekonomideki bir yanmayı engelleyen bir sigorta görevi görüyorsa, bu durumda hükümet Federal Rezerv Sistemi yoluyla sigorta kutusunun içine bir metal para koymuştur. Sonuç 1929 Çöküşü olarak bilinen patlamaydı.
1920’lerin büyük kısmında hükümet, bankaları faiz oranlarını sunî olarak ve ekonomik olmayacak şekilde düşük tutmaya zorluyordu. Bunun bir sonucu olarak, her türlü spekülatif girişime para akıtıldı. 1928 yılı itibarıyla, tehlikenin uyarı sinyalleri açıkça görülüyordu: her yer yanlış yatırımlarla doluydu ve hisse senetleri gittikçe değerleniyordu. Hükümet bu tehlike sinyallerini göz ardı etmeyi tercih etti.
Hür bir bankacılık sistemi ekonomik gereklilikten dolayı bu kontrolsüz spekülasyon işlemini frenlemek zorunda kalırdı. Böyle bir durumda kredi ve yatırım çarpıcı şekilde azalırdı; kârsız yatırımlar yapan bankalar, verimli olmayan işletmeler ve bunlarla ilgili olanlar sıkıntı çekerdi; fakat hepsi bu olurdu; ülke bir bütün olarak aşağı çekilmezdi. Ancak, serbest bir bankacılık sistemi “anarşisi” terk edilerek “bilinçli” bir hükümet planlamasına geçilmişti.
Her büyük krizden önce gelen canlılığın ve vahşi spekülasyonun kontrolsüz olarak artmasına müsaade edildi; bunlar artan bir yanlış yatırımlar ve yanlış hesaplamalar ortamında ülkenin bütün ekonomi sistemini ilgilendiriyordu. İnsanlar her şeye yatırım yapıyorlar, bir gecede (kâğıt üzerinde) servetler kazanıyorlardı. Kârlar şirketlerin gelecekteki kazançlarının isterik şekilde abartılmış değerlendirmesi üzerine hesaplanıyordu. Bir şekilde destekleyecek malların bulunacağı görüşüyle fark gözetmeden herkese kredi veriliyordu. Durum, icraya verilmeden önce bir şekilde gerekli parayı bulup bankaya yatırma ümidine güvenerek karşılıksız çekler veren bir kişinin politikasına benziyordu.
Fakat A A’dır ve realite sonsuz şekilde esnek değildir. 1929’da ülkenin ekonomik ve malî yapısı son derece tehlikeliydi. Sonunda hükümet faiz oranlarını çılgınca yükselttiği zaman iş işten geçmişti. Paniği ilk olarak hangi olayların başlattığını hiç kimse söyleyemez ve zaten bu önemli de değildir: çöküş kaçınılmaz olmuştu; tetiği çeşitli olaylar çekmiş olabilirdi. Fakat ilk bankanın ve ticarî başarısızlıkların haberleri yayılmaya başladığında, belirsizlik gittikçe artan dehşet dalgaları halinde ülkeyi yutmuştu. İnsanlar kârlarıyla borsadan çıkmayı umarak veya bankadan geri istenen banka borçlarını ödemek için aniden ihtiyaç duyulan parayı elde etmek için hisselerini satmaya başladılar. Bunu gören diğer insanlar da endişeyle kendi hisselerini satmaya başladı ve bir gecede borsa bir vurgun yedi, fiyatlar çöktü, tahviller değersiz oldu, borçlar geri istendi, çoğu ödenemedi, sermaye kıymetlerinin değerleri anormal şekilde düştü, servetler yok oldu ve 1932 yılı itibarıyla işletme faaliyetleri neredeyse durmuştu. Nedensellik kanunu intikamını almıştı.
Öz olarak 1929 krizinin tabiatı buydu.
Bu kriz, “planlı” bir ekonominin feci sonuçlarının en zarif örneklerinden birini ifade etmektedir. Serbest bir ekonomide, münferit bir işadamı ekonomi konusunda bir muhakeme hatası yaparsa, kendisi (ve belki onunla çok yakın olarak iş yapanlar) sonuçlardan muzdarip olur; kontrollü bir ekonomide ise merkezî bir planlayıcı bir ekonomik muhakeme hatası yaparsa sonuçlarından bütün ülke muzdarip olur.
Fakat 1929 krizinin suçu Federal Rezerv’in üstüne atılmadı, hükümet müdahalesinin üstüne de atılmadı. Suç kapitalizmin üstüne atıldı. Her cinsten ve mezhepten devletçi, özgürlüğün şansını denediği ve başarısız olduğu çığlıklarını attılar. Kötülüğün gerçek sebebine işaret eden bir kaç düşünürün sesi kâr dürtüleri ve kapitalizm nedeniyle işadamlarının kınanması arasında boğuldu gitti.
İnsanlar çöküşün sebebini anlamak istemiş olsaydı, ülke ardından gelen ıstırabın çoğuna maruz kalmazdı. Kriz, bizzat kendisini meydana getiren kötülük nedeniyle, yani hükümet kontrolleri ve düzenlemeleri nedeniyle, gereksiz şekilde trajedi dolu yıllar boyunca uzadı.
Yaygın olan yanlış algılamanın aksine, kontroller ve düzenlemeler New Deal’den çok önce başlamıştı; karma ekonomi, 1920’lerde Amerikan hayatında hâlihazırda yerleşmiş bir olguydu. Fakat devletçiliğe eğilim, Hoover yönetiminde çok daha hızlı gelişmeye başladı; ve Roosevelt’in New Deal’i geliştirmesiyle, tahmin edilmeyen bir şekilde hızlandı. Krizi sona erdirmek için gereken ekonomik ayarlamaların olması, sıkboğaz eden kontrollerin dayatılmasıyla, artan vergilerle ve işgücü kanunuyla engellendi. Bu sonuncusu, ücretlerin gereğinden fazla seviyelere çıkması yönünde zorlayıcı bir etki yaptı ve böylece yatırım ve üretimin yeniden canlanması için tam da maliyetlerin düşürülmesi gerektiği bir zamanda işadamlarının maliyetlerini yükseltti.
Ulusal Sanayiyi Düzeltme Kanunu, Wagner Kanunu ve altın standardının kaldırılması (hükümetin daha sonra enflasyona sarılması ile ve açık finansman çılgınlığı ile) New Deal tarafından, ülkeyi krizden çıkarmak şeklinde ilan edilen amaçla uygulamaya koyulan pek çok feci önlemden sadece üç tanesiydi; hepsi de ters etki yaptı.
“Hisse Senedi Fiyatları ve Sermaye Değerlendirmesi”5 adlı makalesinde Alan Greenspan’ın da işaret ettiği gibi, işletmelerin düzelmesinin önündeki engel sadece geçirilen özel New Deal yasası değildi; daha da zararlısı Yönetim tarafından oluşturulan genel belirsizlik atmosferiydi. İnsanların, hangi kanun veya düzenlemenin hangi an başlarına ineceğini bilmelerinin hiçbir yolu yoktu; hükümet politikasının hangi anî yön değişimine uğrayacağını bilmelerinin yolu yoktu; uzun dönem planlaması yapmalarının imkânı yoktu.
Çalışmak ve üretmek için, işadamlarının “inanca” veya “ümide” değil, (bilhassa da, bir bürokratın kafasının içindeki tahmin edilemez anî dönüşler arz eden “inanç” ve “ümide” değil) bilgiye ve rasyonel ihtimal hesaplamalarına ihtiyaçları vardır.
İşletmelerin New Deal ile başarabildiği ilerlemeler, hükümetin bir dahaki sefere ne yapmayı tercih edeceğine dair belirsizliğin artması üzerine 1937’de çöktü. İşsiz sayısı on milyonun üzerine çıktı ve işletme aktiviteleri neredeyse, krizin en kötü yılı olan 1932 seviyesine indi.
Roosevelt’in “bizi krizden kurtardığı” resmi New Deal safsatasının bir kısmıdır. Kriz problemi sonunda nasıl “çözüldü”? Tüm devletçilerin acil zamanlardaki gözde çaresi ile, bir savaşla.
1929’daki borsa çöküşüyle hızlanan kriz, daha öncekilerle karşılaştırılamayacak kadar ciddî olsa da Amerikan tarihindeki ilk kriz değildi. Eğer daha önceki krizlere bakılırsa, aynı temel sebep ve aynı ortak payda bulunacaktır: şu ya da bu şekilde, şu ya da bu yolla para arzının hükümetçe yönlendirilmesi. Federal Rezerv sisteminin, hükümet yönlendirmelerinin sonucu olan önceki krizlere karşı önerilen bir çare olarak kurulması müdahaleciliğin gelişmesinde karşılaşılan tipik bir olaydır.
Bir ekonominin mali mekanizması işletme faaliyetinin yumuşak karnıdır, yaşayan kalbidir. Hükümet müdahalesi diğer hiçbir alanda böylesine fecî sonuçlar doğurmaz. İşletme döngüsü ve para arzının hükümetçe yönlendirilmesi ilişkisi konusundaki genel bir tartışma için Ludwig von Mises’ın İnsan Eylemi (Human Action) isimli eserine bakınız.6
Tarihin en çarpıcı gerçeklerinden birisi insanların ondan ders çıkaramamasıdır. Bu konuyla ilgili daha fazla detay için, bugünkü yönetimin politikalarına bakınız.
Ağustos 1962

SENDİKALARIN ROLÜ


Sendikalar genel yaşam standardını yükseltir mi?

Çağımızın en yaygın saplantılarından biri, Amerikan işçisinin yüksek yaşam standardını sendikalara ve insancıl işgücü yasalarına borçlu olduğu inanışıdır. Bu inanış ekonominin en temel gerçekleri ve prensipleriyle (sendika liderleri, yasama üyeleri ve devletçi inanışa sahip entelektüellerce sıkça göz ardı edilen gerçekler ve prensiplerle) çelişmektedir.


İşçi ücretleri dâhil bir ülkenin yaşam standardı, emeğin üretkenliğine bağlıdır; yüksek üretkenlik makinelere, buluşlara ve sermaye yatırımına bağlıdır; bunlar da bireysel insanların yaratıcı zekâsına bağlıdır; bu zekâ, faaliyet göstermek için, bireyin haklarını ve özgürlüğünü koruyan bir siyasî-ekonomik sisteme ihtiyaç duyar.
Fiziksel emeğin kendi başına üretken değeri düşüktür. Eğer bugünün işçileri 50 yıl öncesinin işçilerinden daha fazla üretiyorsa, bu işçilerin daha fazla fiziksel güç ürettiğinden değil; tam tersine, ondan istenen fiziksel gücün çok daha az olmasından dolayıdır. İşçinin çalışmasının üretken değeri onun çalıştığı alet ve makinelerle bir kaç kez katlanmıştır; bu alet ve makineler işçinin hizmetlerinin ekonomik değerinin belirlenmesinde önemlidir. Bu prensibi göstermek için: ıssız bir adada bir insanın parmağını bir santim hareket ettirmesinin ekonomik sonucunu düşünün; sonra da New York şehrindeki bir asansör görevlisine bir düğmeye basması için ödenen ücreti düşünün. Aradaki farkı kaslar oluşturmamaktadır.
Ludwig von Mises’in de ifade ettiği gibi:
Amerikan ücretleri diğer ülkelerdeki ücretlerden daha yüksektir, çünkü işçi başına sermaye yatırımı daha yüksektir ve bu nedenle fabrikalar en etkin alet ve makineler kullanma durumundadır. Amerikan tarzı yaşam olarak adlandırılan şey ABD’nin tasarruf ve sermaye birikimi önüne diğer ülkelere nazaran daha az engel koyması gerçeğinin sonucudur. Hindistan gibi ülkelerin ekonomik açıdan geri olması kesinlikle, onların politikalarının hem sermaye birikimini ve hem de yabancı sermaye yatırımını engellemesi gerçeğinde yatmaktadır. Gerekli sermaye bulunmadığından, Hindistan girişimleri yeterli miktarda modern teçhizat kullanamamaktadırlar, bu sebeple birim saat insan emeği başına daha az üretmektedirler ve Amerikan ücretleriyle karşılaştırıldığında sadece şok edici derecede düşük ücretler ödeyebilmektedirler.7
Bir serbest piyasa ekonomisinde, işverenler, tıpkı diğer üretim faktörlerini rekabet ile almak zorunda olmaları gibi, işçilerin hizmetlerini de rekabet ile almak durumundadırlar. Eğer bir işveren, çalışanlarının başka yerlerde alabileceğinden daha düşük ücretler ödemeye kalkışırsa, işçilerini kaybedecektir ve bu yüzden ya politikasını değiştirecek, ya da işini kaybedecektir. Diğer şartlar eşit olduğunda, eğer bir işveren piyasanın üzerinde ücret öderse, onun yüksek maliyetleri ona ürününün satışında bir rekabet dezavantajı sağlayacaktır ve o da ya politikasını değiştirecek ya da işini kaybedecektir. İşverenler ücretleri gaddar oldukları için düşürmez veya şefkat sahibi oldukları için yükseltmezler. Ücretler işverenin kaprisleriyle belirlenmez. Ücretler insan emeği için ödenen fiyatlardır ve serbest bir ekonomideki diğer tüm fiyatlar gibi, arz ve talep kanunu ile belirlenirler.
Sanayi Devrimi ve kapitalizmin başlangıcından beri, ücretler, artan sermaye birikiminin, teknolojik ilerlemenin ve sanayi genişlemesinin kaçınılmaz bir ekonomik sonucu olarak kararlı şekilde yükselmektedir. Kapitalizm sayısız yeni pazarlar ürettiğinden, o aynı zamanda emek için de sürekli genişleyen pazar üretmektedir: kapitalizm, var olan iş çeşidi sayısını katlamış, işçi hizmetleri için olan talebi ve rekabeti artırmış ve böylece ücret artışları sağlamıştır.
Ücretleri artırmaya ve çalışma saatlerini kısaltmaya yol açan şey, sendikaların baskısı değil, işverenlerin kendi ekonomik çıkarları idi. Günde sekiz saat çalışma, çoğu Amerikan endüstrisinde sendikaların yeterince büyük olmasından ve ekonomik güce sahip olmasından çok daha önce gerçekleşmiştir. Rekabetçileri işçilerine saatte iki-üç dolar öderlerken, Henry Ford günde beş dolar vermiş ve böylece ülkedeki en başarılı işgücünü çekmiştir, bu şekilde kendi üretimini ve kârlarını artırmıştır. Fransa ve Almanya’daki işçi hareketlerinin ABD’dekilerden çok daha baskın olduğu 1920’lerde, Amerikan işçisinin yaşam standartları çok daha yüksekti. Bu, ekonomik özgürlüğün sonucu idi.
Gönüllü olması kaydıyla, yani hiç kimsenin katılmaya zorlamaması kaydıyla, insanların kendilerini sendikalar halinde örgütleme hakkına sahip olduğunu söylemeye gerek yoktur. Sendikalar kardeşlik organizasyonları olarak veya üyelerini mevcut pazar şartlan konusunda haberdar etme aracı olarak, ya da işverenlerle daha etkili şekilde pazarlık yapma aracı olarak (bilhassa küçük, izole edilmiş toplumlarda) değerli olabilirler. Münferit bir işveren piyasa geneline göre çok düşük ücretler ödüyor olabilir; böyle bir durumda, bir grev veya grev tehdidi onu politikasını değiştirmeye zorlayabilir, çünkü verdiği fiyatlarla yeterli işgücü bulamayacağını anlayacaktır. Ancak sendikaların yaşam standardında genel bir artış sağlayabileceği inancı bir safsatadır.
Bugün, işgücü piyasası artık özgür değildir. Sendikalar ekonominin pek çok alanında, tekele yakın eşsiz bir gücün keyfini sürmektedir. Bu durum, insanların istese de istemese de sendikalara katılmaya ve işverenleri istese de istemese de bu sendikalarla anlaşmaya zorlayan yasa yoluyla gerçekleştirilmiştir. Bunun bir sonucu olarak, pek çok sanayideki ücret artışları artık serbest bir piyasa tarafından belirlenmemektedir; sendikalar ücretleri normal piyasa değerinden ciddî şekilde yukarı zorlamaktadırlar. Bunlar, başarısı genellikle sendikalara atfedilen “sosyal kazançlardır.” Aslında sendika politikalarının sonuçlan şunlardır: a) üretimin engellenmesi, b) yaygın işsizlik ve c) nüfusun geri kalanının olduğu kadar diğer sanayilerdeki işçilerin de cezalandırılması.
a) Ücretlerin aşırı artışlarıyla, üretim maliyetleri sık sık üretimin azaltılmasının yol açacak hale gelmektedir, yeni girişimler genellikle çok pahalı olmakta ve gelişme engellenmektedir. Artan maliyetlerle, marjinal üreticiler (yani piyasada ucu ucuna rekabet edebilenler) işlerini devam ettiremezler. Bunların sonucu: normalde üretilecek olan mal ve hizmetler üretilemezler.
b) Yüksek ücretlerin bir sonucu olarak, işverenler ancak daha az sayıda işçi istihdam edebilirler; azalan üretimin bir sonucu olarak işverenler daha az işçiye ihtiyaç duyarlar. Böylece bir grup işçi, hiçbir iş bulamayan diğer işçilerin pahasına gereksiz yere yüksek ücret elde eder. Asgarî ücret kanunu ile birlikte bu, yaygın işsizlik sebebidir. İşsizlik, ücretleri piyasa seviyesinin üzerine zorlamanın kaçınılmaz sonucudur. Ne işverenin ve ne de çalışanın baskıya maruz kalmadığı serbest bir ekonomide, ücretler daima, iş arayanların onu elde edebileceği bir seviyeye gitme eğilimindedir. Durağan, kontrollü bir ekonomide, bu işlem bloke edilmiştir. Sözde “emek-yanlısı” yasanın ve emek sendikalarının keyfini sürdüğü tekelci gücün bir sonucu olarak, işsiz işçiler piyasada egemen olan ücretten daha düşük bir ücrete hizmetlerini sunma yoluyla işgücü pazarında rekabet etmeye özgür değillerdir; işadamları onları istihdam etmeye özgür değildir. Grevler durumunda, işsiz işçiler sendika grevcilerinin boşalttığı işleri almaya kalkışsa, bu işçiler çoğu kez sendika üyelerinin tehditlerine ve fiziksel şiddetlerine maruz kalmaktadır. Bu gerçekler işsizlik problemi konusundaki bugünkü çoğu tartışmada bilhassa hükümet görevlileri tarafından göz ardı edilmektedir.
c) Pazar şartları, işgücü maliyetleri yükselen işverenlerin sattıkları malların fiyatını yükseltemeyeceği bir halde olduğunda, yukarıda anlatıldığı gibi bir üretim azalması ortaya çıkar; ve bununla bağlantılı olarak genel nüfus, potansiyel mal ve hizmet kaybının sıkıntısını çeker. (Üreticilerin bu gibi ücret artışlarını gelecekteki üretime zararı olmadan “kârlardan çıkararak” “absorbe edebilecekleri” görüşü ekonomik olarak, aptalca olmaktan da kötüdür; gelecekteki üretimi mümkün kılan şey kârlardır; yatırıma değil üreticinin kişisel tüketimine giden kâr miktarı genel ekonomi içinde ihmal edilebilir düzeydedir. Piyasa şartlarının izin verdiği ölçüde, işgücü maliyetleri yükselmiş olan üreticiler mallarının fiyatlarını artırmak zorunda kalırlar. Daha sonra diğer sanayilerdeki işçiler yaşam maliyetlerinin arttığını, şimdi satın aldıkları mallar için daha yüksek fiyatlar ödemeleri gerektiğini anlarlar. Bu defa da onlar kendi sanayilerinde bir zam talebinde bulunurlar ve bu da yeni fiyat artışlarına yol açar ve bu böyle devam eder. (Ne zaman fiyatlar yükselse sendika liderleri tipik olarak hoşnutsuzluklarını dile getirirler; sendika liderlerinin yükselmesini ahlakî buldukları tek fiyat emeğe ödenen fiyat, yani ücrettir.) Sendikasız işçiler ve genel nüfusun geri kalanı, bu şekilde yaşam maliyetlerindeki sürekli bir artışla karşı karşıya kalır; sendikalı işçilerin gereksiz yere yüksek ücretlerinin bedeli onlara ödettirilir. Onlar sendikaların “sosyal kazançlarının” gizli kurbanlarıdır. Ve böylece büro çalışanları veya profesörlerin maaşının iki ve hatta üç katını alan tuğla örücüleri manzaraları görebilirsiniz.
Olayların bu hale gelmesine yol açan şeyin kendi başına sendikalaşmak değil, hükümet kontrolleri ve düzenlemeleri olduğu ne kadar vurgulansa azdır. Serbest, regüle edilmeyen bir ekonomide, baskının engellendiği bir piyasada, hiçbir ekonomik grup nüfusun geri kalanını kurban edecek gücü elde edemez. Çözüm sendikalar aleyhine yeni yasalar hazırlamak değil, mevcut kötü durumu doğuran yasanın yürürlülükten kaldırılmasıdır.
Sendikaların (genel yaşam standardını yükseltecek) yaygın bir reel ücret artışı sağlayamadığı, kısmen enflasyon olayı tarafından perdelenmektedir. Hükümetin açık finansman politikasının ve kredilerdeki genişlemenin bir sonucu olarak, para birimi doların satın alma gücü yıllar boyunca çarpıcı şekilde düşmektedir. Nominal ücretler gerçek ücretlerden, yani gerçek satın alma gücü ile ölçülen ücretlerden önemli derecede fazla artmıştır.
Bu konunun gizlenmesine daha fazla hizmet etmiş olan şey, gerçek ücretlerin yüzyılın başından beri önemli ölçüde yükselmesidir. Üretim ve ticaret özgürlüğü üzerindeki gittikçe artan ve yıkıcı nitelikte olan hükümet kısıtlamalarına rağmen, bilim, teknoloji ve sermaye birikimi alanlarında büyük ilerlemeler yapılmıştır ve bunlar genel yaşam standardını yükseltmiştir. Bu ilerlemelerin serbest bir piyasada olacağından daha az olduğunu ve kontroller sıkılaşmaya devam ettikçe, bu gibi ilerlemelerin daha yavaş ve nadir olacağını da eklemek gerekir.
İşçi liderlerini, kızgın bir ses tonuyla “işçilerin millî hâsılanın içinde daha büyük bir paya” sahip olması gerektiğini söylerken duyduğunuzda, işadamlarının hangi engellerle mücadele etmesi ve üretime devam etmesi gerektiğini gözden geçirmenizde fayda vardır. Burada John Galt’a kulak verelim: Kim tarafından sağlanan daha büyük bir pay? Cevap yok.
Diğer her tip ilerleme gibi ekonomik ilerleme de sadece bir nihaî kaynağa sahiptir: insan aklı ve ilerleme ancak insanın düşüncesini harekete dönüştürmeye özgür olduğu ölçüde var olabilir.
Yüksek bir yaşam standardının sendikaların ve hükümet kontrollerinin başarısı olduğuna inananlar kendilerine şu soruyu sorsunlar: eğer bir “zaman makinesi” olsa ve Amerika’nın sendikalı işçi liderleri artı üç milyon hükümet bürokratı 10’uncu yüzyıla gönderilse, onlar ortaçağ serflerine elektrik ışığı, buzdolapları, otomobiller ve televizyonlar verebilirler mi? Onların bunu yapamayacağı kavrandığında, bunları gerçekleştirenin kim ve ne olduğu da anlaşılacaktır?8
Dipnot. Yukarıdaki yazımı tamamladıktan sonra, 8 Eylül tarihli New York Times’da, burada açıklamadan geçemeyeceğim kadar önemli olan bir makaleye rastladım. Damon Stetson imzalı “10 Birleşik Otomobil İşçileri Lideri, Üyelerinin Sendikalarına olan Sadakatini Kaybettiğini Gözlemliyor” adlı makale Birleşik Otomobil İşçileri yöneticilerinin işçilerde, sendika liderlerine ve sendika dayanışmasına karşı giderek artan sadakat eksikliği problemini tartışmak için toplandığını bildiriyor. Bir Birleşik Otomobil İşçileri sendika görevlisinden şu alıntı yapılıyor: ‘‘Bir bireyin sendikaya daha sadık olmasını nasıl sağlayabiliriz? Mücadelesini verdiğimiz her şeyi, şirketler şimdi işçilere veriyor. İşverenlerin işçilere vermeyi istemediği, işçilerin ise istediği başka şeyler bulmak zorundayız ve programımızı birliğe ait olma gerekçeleri olarak bu şeyler etrafında oluşturmalıyız.”
Artık başka söze gerek var mı?
Kasım 1963
KAMUSAL EĞİTİM
Eğitim bugün olduğu gibi, zorunlu olup vergilerle desteklenmeli mi?
Eğer bu soru şu şekilde daha somut ve spesifik olarak sorulursa cevap aşikar hale gelir: Hükümetin, ebeveynlerinin izniyle veya onların izni olmaksızın, çocuklarını evlerinden zorla alıp, onlara ebeveynlerinin onaylayabileceği veya onaylamayabileceği eğitime ve işlemlere tabi tutmasına izin verilmeli midir?

Onaylayabilecekleri veya onaylayamayabilecekleri bir eğitim sistemini desteklemek için ve kendilerinin olmayan çocukların eğitimini finanse etmek için vatandaşların servetleri zorla alınmalı mıdır? Bireysel haklar prensibini anlayan ve onlara tutarlı bir düzeyde sadık olan insanlar için cevap açıktır: Hayır.


Eğitimin devletin yetkisinde olduğu fikri için veya bazı insanlarca dile getirilen, hak etmedikleri kazançlar için diğer insanların soyulmasının doğru olduğu iddiası için hiçbir ahlakî gerekçe yoktur.
Eğitimin devlet tarafından kontrol edilmesi gerektiği doktrini Nazi veya komünist hükümet teorisiyle uyuşmaktadır. Amerikan hükümet teorisi ile ise uyuşmamaktadır.
Devlet eğitiminin (ki saçma bir şekilde “parasız eğitim” olarak tanımlanmıştır) totaliter yönleri, Nazi Almanya veya Sovyet Rusya’nın aksine Amerika’da özel okullara yasal olarak tolerans gösterildiği gerçeğiyle kısmen gizlenmektedir. Ancak bu gibi okullar hak olarak değil, fakat sadece izinle vardırlar.
Dahası, şu gerçekler de vardır: a) bu okulları desteklemek için kendilerinden vergi alındığından ve kendi çocuklarını özel okullara göndermek için gereken ilave ücretleri ödeyemediğinden, çoğu ebeveynler fiili bir şekilde çocuklarını devlet okullarına göndermek zorunda bırakılmaktadırlar; b) bütün okulları kontrol eden eğitim standartları devlet tarafından belirlenir; c) hükümetin eğitimin her alanında gittikçe daha fazla kontrol uygulaması Amerikan eğitiminde büyüyen bir eğilimdir.
Bu sonuncuya bir örnek şudur: okul çocuklarına resimyazı ile okuma öğretme metoduna itiraz eden pek çok ebeveyn kendi çocuklarına evde fonetik metoduyla öğretme işini üstlendiğinde, ebeveynlerin bu işi yapmasını kanunen yasaklamak için bir teklif yapıldı. Bunun anlamı “çocuğun aklı devlete aittir”den başka nedir?
Devlet eğitimin malî kontrolünü üstlendiğinde, Devletin aşama aşama eğitimin içeriğinin kontrolünü de üstlenmesi mantığa uygun görünmektedir; çünkü devlet, parasının “tatmin edici şekilde” kullanılıp kullanılmadığını belirleme sorumluluğuna sahiptir. Fakat bir hükümet fikirler alanına girdiğinde, entelektüel içerikle ilgili konularda buyruklar vermeye kalkıştığında, bu hür bir toplumun ölümüdür.
Isabel Paterson’un Makine Tanrısı adlı eserinden alıntılayalım.
Eğitim metinleri, konu, dil ve bakış açısı bakımından tercihe şayandır. Eğitim özel okullar tarafından yapıldığında, farklı okullar arasında önemli farklılıklar olacaktır; ebeveynler çocuklarına sunulan müfredatla ne öğretilmesi gerektiği konusunda kendileri karar verebilmelidirler. Sonra her biri nesnel doğru için çabalamalıdır... Hiçbir yerde “devletin üstünlüğünü” zorunlu felsefe olarak öğretmenin gereği olmayacaktır. Fakat siyasî olarak kontrol edilen her eğitim sistemi eninde sonunda, ister kralların ilahî hakkı olarak, ister “demokraside” “halkın iradesi” olarak devletin üstünlüğü doktrinini aşılayacaktır. Bu doktrin kabul edildiğinde, siyasî gücün vatandaşın yaşamı üzerindeki boğucu hâkimiyetini kırmak neredeyse insanüstü bir çaba gerektirecektir. Devlet, bebekliğinden itibaren bireyin vücuduna, mülkiyetine ve aklına sahip olmaktadır.9
Bugün Amerika’da eğitimin utanç verici derecedeki düşük seviyesi, devlet kontrollü okul sisteminin beklenen sonucudur. Okullaşma belli bir dereceye kadar bir statü sembolü ve alışkanlık olmuştur. Gittikçe daha fazla sayıda insan üniversiteye gitmektedir ve gittikçe daha az sayıda insan uygun şekilde eğitim almış olarak çıkmaktadır. Eğitim sistemimiz, bir öğretmenin öğretme kapasitesi hariç (öğretmenin yayın sayısı gibi) her türlü vasfını dikkate alan, bir öğrencinin de entelektüel becerisi dışındaki tüm vasıflarını (“sosyal uyumluluğu” gibi) dikkate alan büyük bir memurluk, muazzam bir bürokrasi gibidir.
Çözüm, eğitim alanını piyasaya çıkarmaktır.
Eğitime acil bir iktisadî ihtiyaç vardır. Eğitim kurumlan sundukları eğitimin kalitesi için rekabet etmek zorunda kaldıklarında, verdikleri diplomalara kazandırdıkları değer bakımından yarışmak zorunda kaldıklarında öğretim standartları mutlaka yükselecektir. Onlar en iyi öğretmenler için (en fazla sayıda öğrenci çeken öğretmenler) rekabet ettikçe öğretimin düzeyi (ve öğretmenlerin maaşları) mutlaka yükselecektir. (Bugün, en yetenekli öğretmenler çoğu kez mesleklerini terk ederler ve çabalarının daha iyi ödüllendirileceğini bildikleri özel sanayiye giderler.) Amerikan endüstrisinde olağanüstü başarısını kanıtlamış olan iktisadî prensiplerin eğitim alanında da işlemesine müsaade edildiğinde, sonuç benzeri görülmemiş öğretim gelişme ve büyümesi yönünde bir devrim olacaktır.
Eğitim, hükümetin kontrolünden veya müdahalesinden bağımsız hale getirilmeli ve kâr-amaçlı özel girişimlere devredilmelidir; bu, eğitim önemsiz olduğu için değil, bilhassa çok önemli olduğu içindir.
Mücadele edilmesi gereken şey, eğitimin bir tür “doğal hak,” daha doğrusu doğanın bedava bir hediyesi olduğu şeklindeki yaygın inançtır. Böyle bedava hediyeler yoktur. Fakat bu yanılgının gelişmesi, bu gibi “bedava hediyeleri” ödemek için kimin kurban edileceği konusu üzerine bir şal örtmek bakımından devletçiliğin faydasınadır.
Eğitimin çok uzun bir süredir vergi ile desteklenmesi gerçeğinin bir sonucu olarak, çoğu insan bir alternatif ortaya koymakta zorlanır. Ancak eğitimi, özel girişim tarafından sağlanan pek çok insan ihtiyacından ayıran hiçbir özel şey yoktur. Eğer uzun yıllar boyu hükümet (ayakkabıların acil bir ihtiyaç olduğu gerekçesiyle) bütün vatandaşlara ayakkabı vermiş olsaydı ve birisi eninde sonunda bu alanın hür teşebbüse devredilmesi gerektiğini önerseydi, şüphesiz ona kızgın bir şekilde şu söylenecekti: “Ne! Zenginler hariç herkesin çıplak ayakla mı dolaşmasını istiyorsun?”
Fakat ayakkabı endüstrisi kendi işini kamunun eğitim işini yapmasından ölçülemez derecede daha iyi bir şekilde yapmaktadır.
Isabel Paterson’u bir kez daha alıntılayalım:
Eğitimcilerin diktatör benzeri konumlarından ayrılmalarına dair herhangi bir öneriye karşı en kindar içerleme eğitim bilimi mesleğinden beklenebilir; bu içerleme asıl olarak en ılımlı haliyle “gerici” gibi yakıştırmalarla ifade edilecektir. Ne var ki, böyle bir serzenişte bulunan bir öğretmene sorulacak soru şudur: Kimsenin çocuğunu size isteyerek emanet etmeyeceğini ve onları öğretmeniz için size para vermeyeceğini mi düşünüyorsunuz? Niçin ücretlerinizi zorla almak durumundasınız ve niçin öğrencilerinizi zorla toplamak zorundasınız?10
Haziran 1963

MİRAS KALAN SERVET


Rekabetçi bir ekonomide, miras kalan servet bireylere adil olmayan bir avantaj mı sağlar?
Miras konusu düşünülürken, mirasçının değil, fakat o servetin asıl üreticisinin hakkının önemli olduğunun kabulü ile işe başlanmalıdır. Mülkiyet hakkı onu kullanma ve yönetme hakkıdır; serveti üreten insanın, tıpkı sağlığında onu kullanma ve yönetme hakkına sahip olması gibi, ölümünden sonra ona kimin sahip olacağı konusunda da seçim hakkına sahiptir. Bu tercihi yapma hakkına başka hiç kimse sahip değildir. Bu yüzden burada herhangi bir mirasçının mirasa layık olup olmadığını tartışmak doğru değildir; söz konusu olan ona ait bir temel hak değildir; insanlar miras kalan serveti kınadıklarında, aslında onların kınadıkları üreticinin hakkıdır.
Mirasçı serveti üretmek için çalışmış olmadığından, miras üzerinde hiçbir doğal hakka sahip değildir; doğru: mirasçınınki türemiş bir haktır; tek orijinal hak üreticininkidir. Fakat gelecekteki mirasçı, üreticinin tercihi hariç, servet için hiçbir ahlakî talebe sahip değilse, başka hiç kimse de değildir, hükümet veya “kamu” hiç değildir.
Serbest bir ekonomide, miras kalan servet ona sahip olmayanlar için bir engel veya tehdit değildir. Servetin sadece bölünen ve yağmalanan durağan, sınırlı bir miktar olmadığını hatırlamak gerekir; servet üretilir; onun potansiyel miktarı kelimenin tam anlamıyla sınırsızdır.
Eğer bir mirasçı parasına layıksa, yani parayı üretken olarak kullanırsa, daha fazla servet üretir, genel yaşam standardını yükseltir ve o ölçüde de herhangi bir yeni başlayan için zirveye giden yolu kolaylaştırır. Endüstriyel gelişmede var olan servetin miktarı ne kadar fazla ise, (kârlar ve ücretler olarak) ekonomik ödüller o kadar fazladır ve beceri için (yeni fikirler, ürünler ve hizmetler için) pazar o kadar geniştir.
Var olan servet ne kadar azsa, herkesin mücadelesi o kadar uzun ve zordur. Endüstriye dayalı ekonominin başlangıç yıllarında, ücretler düşüktür; sıra dışı beceri için henüz çok az pazar vardır. Fakat her sonraki nesil ile birlikte sermaye biriktikçe, becerikli insanlara olan ekonomik talep artmaktadır. Mevcut endüstriyel oluşumlar bu gibi insanlara çok ihtiyaç duymaktadır; sanayi kuruluşlarının bu gibi insanların hizmetine sürekli artan ücretler ödemekten ve böylece kendi potansiyel rakiplerini eğitmekten başka şansları yoktur; böylece yetenekli bir yeni başlayan için kendi servetini biriktirmesi ve kendi işini kurması için gereken süre sürekli olarak kısalmaktadır.
Eğer mirasçı parasına layık değilse, onunla tehdit edilen tek kişi kendisidir. Serbest, rekabetçi bir ekonomi, sürekli bir ilerleme, yenilik, gelişme işlemidir; durağanlığa müsaade edemez. Beceriksiz bir mirasçı, başarılı babasından bir servet ve büyük bir endüstriyel teşebbüs devraldığında, onu uzun süre devam ettiremeyecektir; rekabete ayak uyduramayacaktır. Bürokratlar ve yasa yapıcıların ekonomik iyilikler verme veya satma gücü olmayacağı serbest bir ekonomide mirasçının tüm parası ona beceriksizliğinden korunmayı satın alamayacaktır; işinde iyi olmak zorundadır, aksi halde müşterilerini üstün yetenekli insanlar tarafından işletilen şirketlere kaybedecektir. Küçük, etkin şirketlerle rekabet eden büyük, yanlış yönetilen bir şirket kadar zayıf hiçbir şey yoktur.
Beceriksiz mirasçının babasının parasıyla keyfini süreceği kişisel lüksler veya sarhoşluk partilerinin ekonomik önemi yoktur. İş dünyasında, bu mirasyedi, yetenekli rakiplerin önünde duramaz veya yetenekli insanlara engel oluşturamaz. O, hiçbir yerde otomatik bir güvenlik bulamayacaktır.
20’nci yüzyılın başında, yukarıda anlatılanlara çok yakışan popüler bir deyim vardı: “üç kuşakta rençperlikten rençperliğe”. Eğer kendi kendini yetiştirmiş bir kişi yeteneğiyle yükselse ve sonra da işini beceriksiz mirasçılara bıraksa, onun torunu bedenen çalışan rençperliğe döner. (Bir eyaletin valisi olmaz.)
Toplumu belli bir gelişme seviyesinde dondurarak, insanları sınıflara ve kastlara ayırarak ve insanların bir kasttan diğerine yükselmesini veya düşmesini gittikçe zorlaştırarak, üretken olmayan zenginleri koruyan (bugün bizim sahip olduğumuz yarı-sosyalist veya yarı-faşist türden ekonomi gibi) karma bir ekonomidir; böylece her kim donma öncesinde bir servet miras almışsa, feodal bir toplumdaki bir mirasçı gibi, çok az bir rekabet korkusuyla onu muhafaza edebilir.
Büyük endüstriyel servetlerin kaç mirasçısının, ikinci, üçüncü kuşak milyonerlerin kaçının, daha fazla kontroller isteyen refah devletçisi olduğunu bilmek önemlidir. Bu kontrollerin hedefi ve kurbanları serbest bir ekonomide bu mirasçıların yerine geçen yetenekli insanlardır; mirasçıların rekabet edemeyeceği insanlardır.
Ludwig von Mises’in İnsan Eylemi (Human Action) adlı eserinde yazdığı gibi:
Bugün vergiler sık sık yeni başlayanların “aşırı” kârlarının büyük kısmını tüketmektedir. Yeni başlayan kişi sermaye biriktirememektedir; işini geliştirememektedir; asla büyük bir işletme olamayacaktır; çıkar çevreleriyle baş edemeyecektir. Eski firmaların onun rekabetinden korkmaları gerekmemektedir; onlar vergi toplayıcısı tarafından korunmaktadır. Cezalandırılmayacaklarından emin olarak rutin bir şekilde müsamaha görürler... Gelir vergisinin onları da yeni sermaye biriktirmekten engellediği doğrudur. Fakat onlar için daha önemli olan, verginin, tehlikeli yeni başlayanları sermaye biriktirmekten alıkoymasıdır. Vergi sistemi onlara kesinlikle ayrıcalık tanımaktadır. Bu anlamda artan oranlı vergilendirme ekonomik ilerlemeyi önler ve katılık meydana getirir...
Müdahaleciler, büyük işletmelerin katı ve bürokratik bir hal aldığını ve becerikli yeni gelenlerin artık eski zengin ailelerin çıkar çevreleri ile rekabetinin mümkün olmadığından şikâyet ederler. Ancak, şikâyetleri haklı olsa da, onlar sadece kendi politikalarının sonucu olan şeylerden şikâyet etmektedirler.
Haziran 1963

KAPİTALİZMİN UYGULANABİLİRLİĞİ


Toplum karmaşık hale geldikçe laissez-faire kapitalizminin daha az uygulanabilir olduğu iddiasının geçerliliği var mıdır?

Bu iddia, “liberallerin,” herhangi bir şekilde ispatlamaya veya kanıtlamaya çalışmadığı, ritüel olarak tekrarladığı türden kolektivist bir zırvalamadır. Saçmalığını göstermek için onu inceleyeceğiz.


Yüksek bir endüstri seviyesi elde etmek için gerekli olan özgürlük şartı (yani yüksek seviyedeki bir “karmaşıklık”) onu muhafaza etmek için de gereklidir. Bir toplumun daha karmaşık olduğunu söylemek sadece daha fazla insanın aynı coğrafî alanda yaşadığı ve birbiriyle temasta olduğu, daha büyük hacimde iş yaptıkları ve daha fazla sayıda ve daha çeşitli üretim faaliyetlerinde bulundukları anlamına gelir. Bu gerçeklerde hükümet “planlaması” lehine ekonomik özgürlüğü ortadan kaldırmayı haklı gösterecek anlaşılır hiçbir şey yoktur.
Aksine bir ekonomi ne kadar “karmaşık” ise, yapılması gereken tercihler ve alınması gereken kararlar da o kadar fazladır; ve bu yüzden bu işlemin merkezî bir hükümet tarafından üstlenilmesi o kadar açık şekilde uygulanamazdır. İlkel, endüstrileşmemiş bir ekonominin bir felaket meydana gelmeden devlet tarafından yönetilebileceğini hayal etmek inandırıcı olabilir; fakat bilimsel, yüksek derecede endüstrileşmiş bir toplumu köle işgücü ile çalıştırma fikri, bu fikrin ortaya koyduğu bilgisizlik nedeniyle barbarcadır.
Bu doktrini kabul eden kişilerin, aynı zamanda dünyanın gelişmemiş uluslarının ekonomik özgürlüğe uygun olmadığını, onların ilkel gelişmişlik seviyelerinin sosyalizmi zorunlu kıldığını söylediklerine de dikkat edin. Böylece, onlar aynı anda hem bir ülkenin ekonomik açıdan gelişmemişliğinin çok olması nedeniyle özgürlüğüne müsaade edilmemesini ve hem de bir ülkenin çok fazla gelişmiş olduğu için özgürlüğüne müsaade edilmemesini savunuyorlar.
Her iki durum da, sanayi uygarlığını neyin oluşturduğunu asla anlayamamış olan devletçi zihniyetlerin arsız bahane bulmalarıdır.
Kasım 1963



1 Bu makaleler orijinal olarak Objectivist Newsletter’in “Entelektüel Mühimmat Bölümü”nde yayınlanmıştır. Bunlar okuyucular tarafından çok sık olarak sorulan ve kapitalizm hakkında en yaygın olan yanlış algılamaları yansıtan iktisadî sorulara verilmiş olan kısa cevaplardan oluşmaktadır. (Ayn Rand, Kapitalizm: Bilinmeyen İdeal, Çev. Nejdet Kandemir, İstanbul: Plato Yayınları, 2004, s. 89-118.)

2 Bu bağlamda, Carl Snyder’in Yaratıcı Kapitalizm (Capitalism the Creator), New York: The Macmillan Company, 1940 adlı eserine bakınız.

3 Merkez Bankası’nın Amerika’daki eşdeğeri olan kurum.

4 Benjamin M. Andersen’in Ekonomi ve Kamu Refahı (Economics and Public Welfare), Princeton, New Jersey: D. Van Nostrand Co., 1949 adlı eserine bakınız. Bu 1914’den 1949’a kadar Birleşik Devletler’in en iyi malî ve iktisadî tarihidir.

5 Amerikan İstatistik Birliği ve Amerikan Finans Birliği’nin 27 Aralık 1959’daki ortak bir toplantısında sunulan makale.

6 New Haven, Connecticut: Yale University Press, 1949.

7 Ludwig von Mises, Özgürlüğün Planlanması (Planning for Freedom), 2’nd edition, South Holland, Illinois: Libertarian Pres, 1962, ss.151-152.

8 Bu konuların daha detaylı, tam bir tartışması için, Ludwig von Mises’in Özgürlüğün Planlanması adlı eserine, bilhassa da “Ücretler, İstihdam ve Enflasyon” bölümüne ve Henry Hazlitt’in Bir Derste Ekonomi (Economics in One Lesson) adlı eserine (New York: Harper and Brothers, 1946) ve bilhassa “Asgarî Ücret Kanunları” ve “Sendikalar Gerçekten Ücretleri Artırır mı?” başlıklı bölümlerine bakınız.

9 Cadwell, Idaho: The Caxton Printers, 1964, ss.271-272. Orijinal olarak G. P. Putnam’s Sons, New York, 1943 tarafından basılmıştır.

10 A.g.e. s. 274.




Yüklə 107,42 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə