Psikanalitik Teorilere Giriş: Tarihsel Gelişim



Yüklə 125,11 Kb.
Pdf görüntüsü
tarix14.05.2018
ölçüsü125,11 Kb.
#43804


P s i k a n a l i t i k     T e o r i l e r e     G i r i ş   :  

 

F r e u d   “ K a ş i f ” ,   B i r   H i k a y e . .  

 

“Ne gerçek bir bilim adamıyım, ne bir gözlemciyim, ne bir deneyciyim, ne de bir düşünürüm. 



Mizaç  olarak  ben  bir  conquistador’um,  bir  fatihim,  bir  kaşifim...”  (1  Şubat  1900,  Wilhelm 

Fliess’e mektubundan) 

 

6 Mayıs 1856, çek asıllıların  yoğun olduğu ancak Yahudi nüfusun  -tıpkı yönetici sınıf gibi- 



almanca  konuşmayı  tercih  ettiği  Freiberg 

(Pribor)


:  Kumaş  tüccarı  Jacob  Freud’un  üçüncü  eşi 

Amalie Nathanson ilk çocuğunu dünyaya getirir; Sigmund (Sigismund Schlomo). 

 

Dört yıl sonra, 1860 yılında yarı müflis bir halde baba Jacob Freud ailesini alıp Viyana’ya göç 



eder. Sigmund’un her zaman nostalji ile anacağı Moravia’nın yeşil çayırlarının, ormanlarının 

yerini gürültülü ve kozmopolit bir şehir alır. Zor yıllar; 7  yaşındayken ebeveynlerinin  yatak 

odasına bilerek işediğinde babasının yıllar boyu kulaklarında çınlayacak sözü: “Bu çocuktan 

hiçbir şey olmayacak!” 

 

Sigmund  parlak  bir  lise  yaşamı  geçirir,  hep  sınıf  birincisidir,  edebiyata  düşkündür, 



Shakespeare’e,  Ludwig  Börne’e  hayrandır.  On  yedi  yaşındayken  bakalorya  sınavını  geçer, 

sınav  konuları  arasında  Sofokles’in  Ödipus  adlı  eserinin  Yunanca’sından  bir  bölümün 

tercümesi de vardır! 

 

Liseden  sonra  seçtiği  tıp  eğitimi  hakkında  “hekimlik  için  hiçbir  zaman  özel  bir  ilgi 



duymadım,  beni  hareketlendiren  öğrenme  açlığımdı  ve  bu  da  aslında  insan  ilişkilerine 

yönelikti” diyecektir. 

 

1881  yılında  zorlukla  bitirme  sınavını  verip  tıp  doktoru  olur  ve  nöropatoloji  alanında 



çalışmaya başlar.  

 

1882 yılının bir nisan akşamında kendisinden beş yaş küçük olan Martha Bernays ile tanışır. 



O yıla kadar karşı cinsle son derece kısıtlı bir deneyimi olan Sigmund’un  duyguları alevlenir, 

her  gün  bir  gül  ve  yanında  bazen  Latince,  bazen  İspanyolca,  bazen  İngilizce  ve  bazen  de 

almanca  bir  mektup  ile    Martha’ya  aşkını  ilan  eder.  17  sayısının  uğurlu  olduğuna  inanan 

Sigmund 17 Haziran 1882’de nişanlanır. Kıskanç ve püriten bir nişanlı olan  Sigmund evliliği 

için gereken parayı biriktirmek amacıyla 1886 yılına dek bekler.  

 

Bu  arada,  muhtelif  çalışmaları  sürerken,  1883  yılında  okuyacağı  bir  tıp  makalesi  Sigmund 



Freud’u  o  dönemin  ünlü  roman  kahramanı  Sherlock  Holmes’le  aynı  tutkuda  buluşturur; 

kokain...  Kendisinde,  yakınlarında,  hastalarında  deneyeceği  bu  mucizevi  nesneden 

beklentileri  hüsranla  sonuçlanır,  ve  artık  ilaçların  sihrinden  kendisini  kurtarıp  psikolojik  bir 

tedavi yöntemine yönelmeye başlayacaktır. 

 

1885 yılında altı aylık bir burs ile gittiği Paris’te Salpêtrière Hastanesinde nöroloji profesörü 



olan Charcot’nun yanında histeri ve hipnotizma konularını inceler. Charcot’ya hayran kalır.  

 

Dönüşünde, 1886 yılında Viyana’da muayenehanesini açar, elektro terapi ve hipnoz tedavisi 



uygular. 1892’de ilgisini çektiği Breuer ile çalışmalara başlar. 


 

Yıl  1909,  Amerika  Birleşik  Devletleri,  Clark  Üniversitesi:  “Psikanalizi  var  etmenin  onuru  -

eğer öyle bir şey söz konusu ise- bana ait değildir.. Dr Joseph Breuer bu yöntemi ilk defa bir 

genç histerik kadının tedavisi için kullandığında ben daha tıp talebesiydim”. Gerçeğin itirafı 

mı yoksa henüz bilinçdışının analizine alışık olmayan bir toplumdan gelebilecek saldırganlığa 

başka hedef göstermek için sahte bir alçakgönüllülük mü? Her ne ise, Freud sonraki yıllarda 

psikanalizi var etmenin onuruna layık olduğuna daha çok inanacaktır. 

 

Freud’un bahsettiği yıllarda, yani 1880’lerde, Joseph Breuer kırk yaşlarındadır ve Avusturya-



Macaristan İmparatorluğunun en iyi hekimlerinden biri olarak kabul edilmektedir. 

 

1880  yılının  Aralık  ayında  Dr.  Breuer,  Bertha  Pappenheim  adında  bir  hastanın  tedavisini 



üstlendiğinde  ilerde  Sigmund  Freud’un  etkisiyle  psikanaliz  adı  verilecek  yeni  bir  tedavi 

şeklini keşfetmekte olduğunu herhalde bilmiyordu. Tedavinin daha hemen başlarında Breuer 

karmakarışık bir grup semptomla uğraşmaktaydı: görme bozuklukları, felçler, kasılmalar, his 

kayıpları,  duvarların  yıkılacağına  dair  korkular,  yılanların  algılandığı  ürkütücü 

halüsinasyonlar  mevcuttu.  Bunların  dışında  Bertha,  bir  mütizme  gömülmediği  zamanlarda 

birçok dilin karışımından oluşan kendine özgü bir jargon ile konuşuyordu ve bu anlarda ana 

dilini tamamen unutmuş oluyordu.  

 

Breuer  Bertha’nın  kişiliğinin  ikiye  bölündüğünü,  birinin  “normal”  yani  hüzünlü  ve 



anksiyeteli,  diğerinin  “kötü”  yani  kaba,  yıkıcı  ve  ajite  olduğunu  görmüştü.  Bertha  “aklının 

başında  olduğu  zamanlarda  beyninin  içindeki  cehennemi  karanlıktan”  şikayet  ediyordu, 

“düşünemediğini, sağır  ve kör olduğunu, iki tane benliği  olduğunu, birinin  gerçek diğerinin 

ise kötü olup kendisini kötü davranmaya ittiğini” söylüyordu. 

 

Öğle sonrasının ilerleyen saatlerinde, Bertha’nın deyimiyle “bulutlar” geliyordu, yani kolayca 



hipnotize edilebileceği bir uyuklama hali; işte Breuer kendisini bu saatlerde ziyaret ediyordu. 

O  da  ona  rüyalarını,  anguasını  ve  endişelerini  anlatıyordu.  Belki  de  ilk  defa  birisine 

duygularını anlatabilmekteydi.  Beş ay  sonra, 1 Nisan 1881’de nihayet  yatağını terk edebildi 

ve odada yardımsız gezebildi. 

 

Birkaç gün sonra durumu belirgin bir şekilde düzelmişken babasının ölüm haberini aldı. İki 



gün süren derin bitkinliği yeni görme bozuklukları ve negatif halüsinasyonlar izledi; Bertha, 

önündeki kişileri göremiyordu,  ya da Breuer’in  gözlemine göre kişiler ona kendisiyle hiçbir 

ilgisi  bulunmayan  heykeller  gibi  gözüküyorlardı.  Bir  tek  Breuer’i  tanıyordu,  anoreksi 

halindeydi ve sadece Breuer’in kendisini beslemesine izin veriyordu. 

 

Haziran  1881’de,  intihar  tehditlerinin  karşısında  Bertha  zorla  ailesine  ait  bir  kır  evine 



götürüldü.  Breuer  onu  düzenli  olarak  ziyaret  ediyordu  ve  onu  hipnotize  ettiği  ve  sadece 

dinlediği seanslar Bertha’nın bir denge bulmasını sağladı.  

 

Bertha  bu  tedaviye  ciddi  olarak  konuşma  kürü,  mizahi  olarak  da  baca  temizlemesi  adını 



vermişti ve konuştuktan sonra tüm dik başlılığını ve enerjisini yitirdiğini söylüyordu.  

 

Dr.  Breuer  ve  Dr.  Freud  daha  sonra  bu  anlamlı  tanımlamayı  catharsis  adıyla  kutsadılar: 



psikanalizin yolu açılmıştı .. 

  

Freud’un da belirttiği gibi ruhun böylesine “temizlenmesi”, aslında ruhsal karışıklığın geçici 



uzaklaştırılmasından daha fazlasını sağlıyordu. Hastalıklı belirtiler tekrar yaşandıklarında ve 


dışa  vurulduklarında  kaybolmaktaydılar.  Örneğin  1881  yazında  Bertha  sebebi 

anlaşılamayacak bir şekilde birden içemez oldu, 6 hafta sonra da hipnoz altındayken Breuer’e 

şu açıklamayı yaptı: kendisine eşlik eden İngiliz hastabakıcı köpeğine bardaktan su içiriyordu 

ve  bu  durumdan  iğrendiği  halde  Bertha  hiçbir  şey  diyememişti.  Bunu  anlattıktan  sonra 

kızgınlığını  iyice  dışarı  vuran  Bertha  bir  bardak  su  istedi,  büyük  bir  kısmını  içti  ve  bardak 

dudaklarındayken hipnozdan çıktı ve bu rahatsızlığı bir daha da tekrarlamadı.  

 

Freud  bu  olaydan  “Psikanaliz  Üzerine  5  Ders”  adlı  eserinde  bahseder:  “Hiç  kimse  şimdiye 



kadar  histerik  bir  semptomu  böylesine  yok  edememişti  ve  nedenlerinin  anlaşılmasına  bu 

derecede bir derinlikte ulaşamamıştı”. 

 

Öte  yandan  Bertha’nın  “düzelmelerini”  Dr.  Breuer’e  hediyeleri  olarak  da  yorumlayabiliriz. 



Breuer  hastasında  kendisine  karşı  oluşmakta  olan  aşkın  farkında  değildi.  Ancak,  Bayan 

Breuer’in  basireti  aynı  ölçüde  bağlanmamıştı  ve  onun  kıskançlık  gösterileri  karşısında  Dr. 

Breuer  tedaviyi  bitirme  kararını  bildirdi.  Fakat,  son  seansı  izleyen  gece,  acilen  Pappenheim 

ailesinin evine çağırıldığında Breuer Bertha’yı sinirsel bir gebeliğin doğum ağrılarının içinde 

buldu, ne olduğunu sordu ve cevabını aldı; "Şimdi Doktor Breuer'den olan çocuğum geliyor". 

(Eserimiz  ancak  şimdi  ortaya  çıkıyor?) 

Breuer  ertesi  sabah  eşiyle  birlikte  Viyana’yı  terk  edip, 

Venedik’e seyahate gitti. 

 

Freud bu episod hakkındaki fikrini, “O anda Breuer elinde “analara giden kapıyı” açabilecek 



anahtarı  tutuyordu;  ancak  anahtarı  elinden  bıraktı!  Tüm  entelektüel  yeteneklerine  rağmen 

tabiatında  hiçbir  Faustsal  özellik  yoktu”  diye  (Goethe’nin  Faust  adlı  eserinden  alıntı  olarak 

derinliklerin  keşfine  atıfta  bulunuyor),  yaklaşık  elli  yıl  sonra  (2.6.1932)  Stefan  Zweig’a 

yazdığı mektupta  dile getirir. 

 

Breuer, bizzat kendi bulduğu şeye ilgi gösterememişse, bunun nedeni, Breuer'in kendisinin de 



bilmediği  nedenlerden  ötürü  hastası  Bertha’ya  karşı  güçlü  bir  suçluluk  duygusuna 

kapılmasına neden olan -ve o zaman henüz bilinmeyen bir şey olan “karşıt-aktarım”dı. Buna 

da hastası Bertha’da katartik tedavinin bitmiş gibi göründüğü bir sırada ansızın ortaya çıkan 

aktarım  sevgisi  belirtileri  yol  açmıştı.  Breuer  söz  konusu  sevgi  ile  hastalık  arasında  bir  bağ 

kuramayarak Bertha’dan uzaklaşmıştı.  

 

Anna  O.  vakası  adı  altında  tanınan  bu  vakanın  önemi  Breuer’in  terapi  seanslarını  düzenli 



olarak  Freud’a  anlatması  ve  onun  da  buradan  freudien  psikanalitik  düşüncenin  temelini 

oluşturacak birçok kavram çıkartmasındadır. Freud Bertha’yı, yani Anna O.’yu hiçbir seansda 

görmediği  halde,  semptomların  cinsel  kökenleri  hakkında  en  zengin  sonuçları  çıkartmış  ve 

bilinç sahası dışında tutulan olayların hatırlanmasının önemini vurgulamıştır.  

 

Bertha  Pappenheim  (Anna  O.)  (1859-1936)  sonraları,  Almanya'daki  ilk  sosyal  yardım 



örgütlerinin kurucusu olarak ünlü oldu.  Kendisi feminist harekette görev almış, Frankfurt’ta 

bir  öksüzler  yurdunu  yönetmiş,  Yahudi  Kadınlar  Birliği’ni  kurmuş,  Balkanlar,  Rusya  ve 

Ortadoğu’da  fahişelik  üzerine  geniş  bir  araştırma  yürütmüş,  sosyolojik  araştırmalar 

yayımlamış  olup,  yüzyılın  başındaki  sosyal  mücadelenin  önemli  bir  figürüdür.  Gerçi 

"iyileşmemiş"  olduğu  kesindi,  ama  sık  sık  örneği  görüldüğü  gibi,  sözcüğün  tam  anlamıyla 

insanı  felç  edebilecek  bir  nevrozu  -biraz  da  Dr.  Breuer'in  yardımıyla-  yararlı  bir  güç 

kaynağına dönüştürmüştü. 

 

Freud’un  1895  yılı  mayıs  ayında  Breuer  ile  birlikte  yayımladığı  “Histeri  Üzerine 



İncelemeler”i, Breuer’in Anna O. kendisinin de dört adet vakasını anlatıyordu.  


Eser, Breuer’in teorik bir metni ve Freud’un da histerinin terapisi üzerine bir metni ile sona 

eriyordu.  Freud,  “Histeri  Üzerine  İncelemeler”  de  gelecekteki  önemlerini  fark  etmeden  iki 

temel  soruna  değinmişti:  Aktarım  ve  cinsellik  sorunlarıydı  bunlar.  Nevrotiklerin  cinselliğin 

henüz  uyanmadığı  bir  yaşta  somut  bir  cinsel  ilişki  girişimi-baştan  çıkarma  olayı  yüzünden 

travma geçirmiş olduklarını, daha sonra ergenlikte cinsel dürtüler uyanınca, geçmişte yaşanan 

bu ruhsal sarsıntının hatırlanmasının hastalığa yol açtığını düşünmüştü.  

 

Ancak, bu “Travma  kuramı” egemenliğini sürdürdüğü sürece de,  cinsel  dürtülerin  çocukluk 



döneminin başlangıçlarından itibaren etkin oldukları düşüncesine giden yollar tıkalı kalacaktı. 

Bastırmanın  kaynağını  oluşturan  travmayı  açıklayan  bu  kuramsal  çatının  bir  yana  (kısmen) 

bırakılması, ancak Ödipus kompleksinin açıklanmasıyla mümkün olmuştur. 

 

Hastalığın  kökeninin  çocukluk  döneminde  yaşanmış  cinsel  “olaylarda"  yattığı  gerçeği 



karşısında  Breuer  şaşkın  ve  kararsızdır,  Anna  O.'nun  hastalığında  cinsel  etmenin  izine 

rastlamadığını anlatmaya çalışır, Freud’a da tepkisini iletir: “Ben buna inanmıyorum, tamam 

mı!” 

 

Ertesi  sene  (1896)  yayımlanan  “Savunma  Psikonevrozları  Üzerine  Yeni  Gözlemler”  adlı 



yazısında Freud  psikanaliz terimini ilk defa kullanır. Katartik yöntem ve telkin artık yerlerini 

“serbest çağrışım”a bırakmaktadır. 

 

Viyana  tıp  çevrelerince  hiç  de  iyi  karşılanmayan  Freud’un  fikirlerine  destek  yurt  dışından 



gelecektir;  gerek  ünlü  İsviçreli  psikiyatr  Eugene  Bleuler  gerekse  de  Pierre  Janet  tarafından 

fikirleri  coşkuyla  kabul  görür,  hatta  dönemin  gazetelerinde  “Ruhun  Cerrahisi”  başlığıyla 

olumlu kritikler de alır.  

 

Aslına  bakılırsa  Viyana’nın  “La  Belle  Epoque”unu-  Güzel  Çağ  denen  görkemli  dönemini 



inceleyen herkes cinsellik temasının ne derecede her yerde mevcut olduğunu görür. Freud’un 

karşılaştığı  direnç  bu  nedenle,  uğraştığı  konudan  çok,  burjuva  tutuculuğunun  kalelerinden 

olan  Tabipler  Birliği  ve  Üniversiteye  bunu  kabul  ettirme  çabasında  yatar.  İşin  ilginci  Freud 

dönemin  burjuva  tabularını  yıkmaya  çalışan  sanatçılardan,  yazarlardan,  felsefecilerden  uzak 

durmuştur.  Bunu  kolaylıkla  kendisinin  ağırbaşlı  burjuva  yaşamından,  saygıdeğer  aile 

babalığından ve cinsellik önündeki kişisel ürkekliğinden biliyoruz.  

 

 

Freud hekime yeni bir rol keşfetmekteydi: “Hastasının temsilcisi olan, hastasını dinleyen 



ve semptomlarının anlamını arayan hekim”. 

 

1900  yılından  itibaren  Freud  Viyana  Genel  Hastanesi’nin  Psikiyatri  Kliniğinde  az  sayıda 



kişinin izlediği konferanslarını vermeye başladı.  

 

1902  yılında da önce Çarşamba Psikoloji Derneği  adı  verilen daha sonra  Viyana Psikanaliz 



Derneği  adını alacak olan grubu, Adler, Steckel,  Reitler ve Kahan ile oluşturdu, daha sonra 

gruba  Federn,  Sachs,  Hitschmann  ve  Ferenczi  de  katıldılar.  Çarşamba  akşamları  Freud’un 

evinde  toplanan  bu  grubun  tartışmalarının  içeriği  zenginleşince  Otto  Rank  adında  genç  bir 

öğrenci konuşmaları kaydetmesi için sekreter olarak tutuldu. 

 

Freud  genellikle  bu  toplantıların  bilimsel  bir  karakterde  geçmesini  istiyordu,  ancak  çoğu 



zaman çıraklar arası tartışmaya dönüşebiliyordu.  

 



Freud gibi, ilk psikanalistler de orta sınıfa mensup entellektüellerdi. Ne sosyalist, ne Siyonist, 

ne  Katoliktiler  ve  psikanalitik  harekete  bir  ikame  inanış  gibi  katıldılar.  Belki  de  ortodoks 

psikanalizdeki  inançlar,  dogmalar,  ritüeller  ve  Freud’un  kişiliğinin  idolleştirilmesi  buradan 

kaynaklanır;  Freud  çoğu  çırakları  için  adeta  kutsal  toprakları  gösteren  Haz.  Musa  gibidir  .. 

(

yani İd’in Ego ile fethi ve bunun yolu) 



 

 

 



 

 

Freud’un bilinçdışı üzerine üç temel kitabı 

 

1899 yılı Kasım ayında yayımladığı “Rüyaların Yorumu” adlı eseri gibi önemli bir çalışmaya 



sahip  olduğu  halde  hala  eserlerine  fazla  ilgi  toplayamamaktadır;  psikanalizin  doğumunun 

resmi  belgesi  sayılabilecek  olan  “Rüyaların  Yorumu”  altı  yılda  sadece  351  adet  satmıştır, 

kitap bilime sırtını dönmüş mistik bir kitap zannedilmiş ve pek anlayan çıkmamıştır.  

 

Bu eseri yayımlayana kadar Freud birçok yeni kavram geliştirir; anksiyete nevrozunu tanımlar 



ve  nevrasteniden  ayırımını  yapar.  Obsesyonel  nevrozu  tanımlar  ve  savunma  psikonevrozu 

kavramını ortaya atar ve paranoya ile bunu ilişkilendirir.  

 

1895’den  itibaren  bir  yandan  düzenli  olarak  kendi  rüyalarının  analizini  yapmaya  başlar  öte 



yandan  da  K.B.B.  uzmanı  olan  Dr.  Fliess  ile  yazışmalarında  onu  kendi  oto  analizine  aracı 

olarak kullanır. Freud Fliess’den zaman zaman “benim öteki ben”im diye bahseder.  

 

Freud’dan  önce  kimsenin  aklına  rüyalardan  bu  şekilde  yararlanmak  gelmemiştir:  Rüya 



patolojik  olguların  anlaşılmasını  en  iyi  sağlayan  normal  bir  olaydır.  Rüyaya  yönelik 

çözümleme hem hastanın bilinç düzeyine çıkmamış düşüncelerini yakalamanın iyi bir yoludur 

hem de bilinçdışına ilişkin iyi kuramsal bilgiler iletmiştir 

 

Rüyaların Yorumu eserinde Freud bilinç, bilinç önü, bilinçdışı ve birincil ve ikincil süreçler 



gibi  bir  çok  kavramdan  bahseder,  bir  ruhsal  aygıt  modeli  için  ilk  girişimini  yapar  (Birinci 

Topik):  Rüya  kuramı  ile  birlikte  artık  psikanalizin  temelleri  atılmış  olur.  Ve  daha  ilerideki 

birçok  çalışma,  örneğin    ”Günlük  Yaşamın  Psikopatolojisi”,  “Espri’nin  Bilinçdışı  ile 

İlişkileri” de buradan türer.  

 

Bu arada, Freud’un babası 23 Ekim 1896’da ölür. Bir yıl sonra da Fliess’e yazdığı mektupta 



Freud Oedipus kompleksini tanımlar.  

 

1901 yılında yayımlanan “Günlük Yaşamın Psikopatolojisi” rüyadan çok daha az gizemli bir 



alanda, günlük yaşam gibi herkesin ileri sürülenlerin doğruluğunu rahatlıkla sınayabileceği bir 

alanda  Freud’un  ruhsal  modelinin  doğruluğunu  kanıtlamaktaydı.  Dil  sürçmeleri,  yazı  ve 

konuşma hataları, unutkanlıklar ve bunun gibi dizi dizi örneklerin sınıflama ve yorumunu ve 

ardından da kuramsal bir bölüm içeren bu kitaptaki vaka örnekleri bilinçdışının kendini açığa 

vurmasının kolay anlaşılır ispatıdır.  

 

Freud  bu  eserini  determinizm,  yani  ruhta  olup  biten  her  şeyin  bir  nedene  bağlı  olduğu 



görüşüyle  tamamlar.  Rastlantıya  ya  da  keyfi  seçime  bağladığımız  eylemlerin,  gerçekte 

bilinçdışı  mekanizmalara  boyun  eğdiklerini  gösterir.  Örneğin  bilinçdışı,  bilincin  katkısı 

olmaksızın  yaptığı  hesaplamalarda  "öylesine  şaşmaz  bir  kesinlik"  gösterir  ki,  herhangi  bir 

sayıyı  bile,  salt  "rastlantı  sonucu"  seçmek  olanaksızdır.  Analiz,  seçimin  gelişigüzel 

olmadığını, bilinçdışınca belirlenmiş olduğunu göstermektedir.  



Freud,  hastalarına  akıllarına  gelen  bir  sayıyı  sorduktan  sonra,  bu  sayıyı  çeşitli  ilişkilerle 

açıklayışına ilişkin ilginç örnek çözümlemeleri de kitabının sonraki baskılarına koyar. 

 

Bu determinizm-nedensellik kuramı, derli toplu geliştirilmiş değildir. Rastlantıya ya da keyfi 



seçime  bağladığımız  eylemlerin,  gerçekte  bilinçdışı  mekanizmalara  boyun  eğdiklerini 

göstermek Freud'a  yetiyordu. Ruhsal faaliyetin amaçsız bir dışavurumunun, gene  yalnızca o 

kişinin  ruhsal  yaşamımın  bir  parçası  olan  gizli  bir  şeyi  açığa  çıkardığını,  dış  somut-gerçek 

rastlantıya  inandığını,  ama  iç  (ruhsal)  rastlantıya  inanmadığını  belirtir.  Örneğin  paranoya 

hastalarının,  başkalarının  davranışlarındaki,  bizim  dikkatimizi  çekmeyen  en  küçük  ayrıntıyı 

bile çok önemsedikleri bunları yorumlayıp geliştirdikleri ve geniş kapsamlı kararlara dayanak 

yaptıkları bilinir. Normal kişinin, kendi ruhsal etkinliklerinin ve anlamsız gibi görünen yersiz 

davranışlarının  bir  bölümü  olarak  gördüğü  rastlantı  kategorisini,  paranoya  hastası, 

başkalarının  ruhsal  davranışlarının  dışavurumuna  uygularken,  altüst  eder.  Başkalarında 

saptadığı  her  şeyin  bir  anlamı  önemi  vardır,  her  şey  bir  şeyin  belirtisidir  diye  düşünür.  Bu 

kanıya  varırken  herhalde  kendi  ruhunun  içinde  bilinçsizce  (bilinçdışında)  duran  şeyi, 

başkalarının  ruhsal  yaşantılarına  yansıtır.  Normal  kişilerde  ya  da  nevrotiklerde  ancak 

psikanaliz  yoluyla  bilinçdışında  varolduğunu  kanıtladığımız  ne  var  ne  yoksa,  paranoyalarda 

kendiliğinden bilinç düzeyine tırmanır.  

 

Kitabın  amacı  ruhsal  nedenselliği  göstermek,  başka  bir  anlamda  da  tek  bir  ayrıntıyı  olsun 



psikanalizde  dışarıda  bırakmama  zorunluluğunu  belirtmektir.  Nedenselliğe  inanmak  demek, 

her şeyin yorumlanma hakkına sahip olduğunu düşünmek demektir aslında. Böyle bir ilke de 

psikanalizin pratiği açısından herhalde kaçınılmazdır. 

 

1905  yılında  yayımlanan  “Espri  ve  Bilinçdışı  ile  İlişkileri”  yapıtı  ile  “Günlük  Yaşamın 



Psikopatolojisi”  arasında  bir  paralellik  vardır.  Espriler  de  hatalar  da  aynı  yasalara  uyarlar. 

Freud bu espriler üzerine yapıtında ruhsal aygıtın ekonomisi ile uğraşır  ve haz elde etmenin 

bir türünü açıklama  çabasındadır. Bir dürtünün  doyumu  ya da bir isteğin gerçekleşmesi  söz 

konusu  olmadığı  halde  espriden  haz  duyma  olgusu,  çocukların  (birincil  sürecin  yasalarına 

göre)  anlamlarına  aldırış  etmeksizin  sözcüklerle  oynama  yetenek  ve  özgürlüğünü  yetişkin 

insanın yeniden bulması gerçeğine dayanmaktadır. Ya da gerilimlerin boşaltılması ile de bu 

haz doğmuş olabilir.  

 

1905 yılında yayımlanan “Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme” adlı eserinde çocuk cinsel 



gelişiminin  dönemlerini,  oral,  anal,  fallik  dönemleri  anlatır.  Eğer  “Rüya  Yorumu”  özde 

bilinçdışı  isteklerin  kitabı  ise  “Üç  Deneme”  de  özde  dürtülerin  kitabıdır.  Kitap  küçük 

çocukların  bir  anlamda  masum  duygu  ve  düşüncelerden  yoğrulduğu  fikrine  karşı  çıkar  ve 

onların cinsel dürtülerini ele alır ve bunları erişkinlerde görülen tüm “sapıklıkların” kaynağı 

olarak tanımlar. Freud’un eserleri arasında en büyük tepkiyi kuşkusuz bu eseri çekmiştir.  

 

Aynı yıl ayrıca “Bir Histerinin Analizinden Alıntı” adıyla “Dora” vakasını da yayımlamıştır..  



 

İşte  bu  durumda,  çalışmaları  yoğunlaşmış  fakat  klasik  alman  psikiyatrisinin  ağır  toplarının 

yoğun  eleştirisine  hedef  olmaktayken,  eserlerinin  bilimsel  geleceğini  garantiye  almasını 

sağlayabilecek  şekilde  ülke  sınırlarını  aşıp  Avrupa’nın  o  yıllardaki  en  saygın  psikiyatri 

kliniklerinden biri olan İsviçre’deki Burghölzli Kliniğinde  çalışan Jung’un ve şefi Bleuler’in  

ilgilerini çekmesi son derece önemliydi.  

 

Çünkü,  1906  yılında  Jung  ile  yazışmaları  başlayana  kadar  Freud’un  tüm  bu  çalışmalarında 



yalnız bir insan olduğunu söylemek mümkündür. 


 

İlk  yazışmalardan  itibaren  Jung,  Freud’un  cinselliğe  ve  libidoya  verdiği  önemden  irkilir, 

ancak  ilgiyle  öğrenmeye  devam  eder.  1907  yılında  yanına  Binswanger’i  de  alıp  Freud’u 

ziyarete gider, karşılıklı iltifatları tam bir balayı havasındadır. Yazışmalar sürer, birbirlerinin 

analizini  yaparlar, Jung  kendisini  histerik olarak tanımlar,  Freud da kendisinden obsesyonel 

olarak bahseder. 

 

1909 yılında Freud, “Beş Yaşındaki Küçük Bir Çocukta Fobinin Analizi” adı altında “Küçük 



Hans”  vakasını  ve  “Bir  Obsesyonel  Nevroz  Vakası  Üzerine  Açıklamalar”  adı  altında  da 

“Sıçan  Adam”  vakasını  yayımlar.  Aynı  yıl  Jung  ve  Ferenczi  ile  birlikte  Amerika’ya  Clark 

Üniversitesi’nde konferanslar vermeye gider.  

 

Ertesi yıl, 1910’da Nürenberg kongresinde Uluslararası Psikanaliz Birliği kurulur ve Jung ilk 



başkanı seçilir. 

 

1911’de psikanalitik harekette ilk bölünme meydana gelir; Alfred Adler ve grubu buna neden 



olmuştur. Adler, çırak rolünü üstlenmeye hiç niyeti olmayan, hırslı bir kişiliğe sahiptir; kısa 

zamanda  kendi  teorilerini  geliştirir,  ödipus  kompleksinin  farklı  bir  yorumunu  yapar, 

nevrozların  oluşumunun  güçlülük  içgüdüsü  ve  aşağılık  duygusunun  giderilme  çabası  ile 

ilintili  olduğunu  ileri  sürer,  fikirleri  Freud’dan  çok,  büyük  ölçüde  Marx,  Nietzsche  ve 

Leibniz’den  etkilenmiştir.  Uluslararası  Psikanaliz  Derneği  Başkanlığının  Jung’dan  sonra 

kendisine  geçmesini  beklerken  Freud’un  kendisine  Viyana  Psikanaliz  Derneği  başkanlığını 

vermesiyle yetinmek istemez, istifa eder.  

 

Öte  yandan  Jung  ise,  “Talebelerinize  hastalarınız  gibi  davranma  tekniğinizin  yanlışlığına 



dikkatinizi  çekmek  isterim.  Köle  çocuklar  yaratıyorsunuz  ve  boyun  eğmiş  durumda  hiçbiri 

size  karşı  koyamıyor”  diyerek  Freud’u  suçlar.  Ruhsal  gelişimde  cinselliğin  rolünü  kabul 

etmekte zorlanan Jung ruhbilimden esoterizme (Batınilik) ve spiritüalizme (ruhçuluk) kayar, 

1912’de freudcu psikanalizden iyice uzaklaşmaya başlar. (1914’de de tüm görevlerinden istifa 

edecektir.) 

 

 



Öncüler 

 

Adler ve Jung’un  Freud’cu hareketten uzaklaşmalarından sonra 1912 yılında Ernest Jones’un 



teklifi  ve  Otto  Rank,  Karl  Abraham,  Max  Eitingon,  Sandor  Ferenczi,  Hanns  Sachs  ve 

Sigmund Freud’un katılımları ile,  freudiyen mirasın geleceğini sağlama almak amacı ile bir 

“Gizli Komite” oluşturulur. Peki kimdir bu öncüler: 

 

Bu  isimlerden  Ernest  Jones,  Freud’un  en  sadık  müridi  sayılabilir,    A.  B.  D.  ve  Kanada’da 



Freud’un  fikirlerinin  yayılması  için  büyük  çaba  göstermiş,  bir  kadın  hastası  ile  bulanık  bir 

ahlak  davası  sonucu  önce  Viyana’ya  gidip    Freud  ve  Ferenczi  tarafından  analizden  geçmiş, 

sonra  da  Londra’ya  yerleşmiş  ve  Freud  hakkındaki  en  güzel  biyografilerden  birini  yazmış 

olan Galler asıllı bir hekimdir. 

 

Otto  Rank,  Çarşamba  Psikoloji  Derneği’nin  sekreterliğini  yapmış,  uzunca  bir  süre  Freud 



tarafından  bir  oğul  olarak  kabul  görmüş,  “Doğumun  Travması”  adlı  eserinin  yayımından 

sonra  çıkan  görüş  ayrılığı  sonucu  hareketi  terk  etmiş,  bir  süre  Paris’te  psikanalist  olarak 

çalışmış, Anaïs Nin’in analisti ve aşığı olduktan sonra Amerika’ya yerleşmiştir. 

 



Karl  Abraham,  ilk  psikanalistler  arasında  en  dengeli  olanı  diye  bilinir,  nesne  ilişkileri  ve 

benlik  psikolojisi  akımlarına  kaynak  olacak  fikirlerin  sahibi  bu  alman  hekiminin  Berlin’i 

psikanaliz  eğitiminin  önemli  merkezlerinden  biri  haline  getirme  çabaları    ne  yazık  ki  48 

yaşında kanserden ölümü ve Naziliğin yükselişi ile son bulmuştur. 

 

Max  Eitingon  genellikle  idari  işler  ve  organizasyon  başarıları  ile  tanınmış,  30’lu  yıllarda 



Naziliğin  güç  kazanması  üzerine  Filistin’e  göç  edip  Kudüs’te  bir  psikanaliz  derneği 

oluşturmuştur. KGB ajanı olmakla itham edilmiştir. 

 

Sandor  Ferenczi.  En  zor  borderline  ve  prepsikotik  psikanalitik  vakaların  tedavi  için 



yollandığı,  duyarlılığı,  klinik  sezgileri  ve  cesareti  ile  ünlü  olan  bu  Macar  hekimi, 

meslektaşları  Rank  ve  Groddeck  ile  “etkin  yöntem”  olarak  bilinen,  ve  hastaya  sıcak 

davranmakla sınırlı kalmayıp  bazen fizik temasa ya da psikanalist ve hastasının rolleri değiş 

tokuş etmelerine kadar varabilen bir tekniği geliştirmiştir. Eserlerinde önemli noktalardan biri 

çocukların saf ve masum olduğunu önermesidir ki bu fikir Melanie Klein’ın çocuğa atfettiği 

iyi  ve  kötü  duygular  yaklaşımına  zıttır.  Kullandığı  teknik  konusundaki  fikir  ayrılıkları  ve 

Freud’un  sevgisinden  emin  olma  yönündeki  yaklaşımları  ile  Freud  tarafından  çocuksu  diye 

nitelenen Ferenczi ilerideki yıllarda Freud’un gözünden düşecektir. 

 

Hanns Sachs, gruba katılan ilk hekimlik mesleği dışındaki kişidir, Freud’a sadakati kadar Otto 



Rank  ile  birlikte  yayımladıkları  ve  psikanalizin  uygulamaları  konularına  öncelik  veren  bir 

içerikle ünlenen İmago dergisi ile de tanınır. 

 

Psikanalizin  öncüleri  grubuna;  çocuk  ve  ergen  psikanalizinin  öncülerinden  Hermine  Von 



Hugh-Hellmuth, Anna Freud ve August Aichorn gibi bir çok ismi de ekleyebiliriz. 

 

1911  yılına  geldiğimizde  Freud  “Bir  Paranoya  Vakasının  Otobiyografik  Anlatımı  Üzerine 



Psikanalitik Açıklamalar”ını diğer adıyla “Başkan Schreber” vakasını yayımlar.  

 

1913’de  “Totem  ve  Tabu”  adlı  eseri  yayımlanır.  Totem  Ve  Tabu'da  Freud'un  kurduğu 



düşünce modelleri, toplumsal psikolojiyi psikanaliz yardımıyla anlamaya çalışır ve kafasında 

gittikçe önem kazanan bir soruya ilk yaklaşımlardan biridir: Suçluluk duygusu sorununa. 

 

1914  yılında  ise    “Narsizm  Üzerine  Bir  Giriş”  adlı  eseri  ile  birlikte  narsissizm  teorisini 



açıklar.  Kendi  adı  olan  Sigismund’u  nasıl  Sigmund’a  çevirdiyse,  Narsissizm  sözcüğünü  de 

narsizm’e  çevirir!  Bu  eserde  söz  konusu  olan  dürtüler  değil  fanteziler  ve  istekler  alanıdır, 

narsisizmi, egonun enerji yatırımı olarak ele alır (cathexis).

 

 



!914-1918  yıllarındaki 1. Dünya Savaşının trajik dönemi Freud’u etkilemiş gibidir. Önceden 

dürtüleri  bir  yandan  libido  kategorisi  altında  diğer  yandan  da  egonun  çıkarları  altında 

toplarken  savaştan  sonra  yaşam  dürtüsü  ile  ölüm  dürtüsünü  eserlerinde  karşı  karşıya 

getirecektir.  

 

(Narsissizm kavramının önemini keşfi terapi deneyimi alanına önemli bir yenilik getirmiş ve adeta da savaş bir 



anlamda  Freud’un  insana  bakışını  değiştirmiştir.  Freud’un  “Cinsellik  Kuramı”  temelde  süreçlerin  ve  psişik 

olayların içeriğini anlatmağa çalışırken “Dürtü Kuramı” kökenlerini açıklamağa çalışır. Bu şekilde bir kuramdan 

diğerine  geçerken  Freud  entelektüel  bir  risk  almıştır  ve  psikanaliz  ve  psikiyatri  uygulamasından  spekülasyona 

açık bir alana doğru kaymıştır.) 

 

 “Haz  İlkesinin  Ötesinde”  eserini  savaştan  sonra  ancak  1920’de  yayımlar.  Burada  ilk  defa 



ölüm  dürtüsünden  bahseder  ki  bunu  daha  sonra  “Thanatos”  diye  tanımlayacak  ve  yaşam 


dürtüsü  olan  “Tanrısal  Eros”a  karşı  betimleyecektir.  Bu  eserde  psikanalizin  çok  önemli  bir 

kavramı olan “yineleme” kavramını da irdeler. 

 

1920 yılında  “Toplum Psikolojisi ve Ego Analizini” de yayımlar.  



 

Freud’un tüm bu eserlerine göz attığımızda düşüncesinin değişik zamanlarının sıkı bir ikicilik 

(düalizm)  etkisinde  olduğunu  görürüz.  Freudien  kavramlar  çatışma  doğuran  karşıt  çiftler 

olarak karşımıza çıkar: bilinç ve  bilinçdışı, egonun güdüleri ve cinsel güdüler, haz ilkesi ve 

gerçeklik ilkesi, id ve ego, yaşam dürtüsü ve ölüm dürtüsü.  

 

Bu  kadar  sabırla  geliştirdiği  kuramına  1919  –  1920  yıllarından  itibaren  ölüm  dürtüsünü 



katmasının  kişisel  sebepleri  acaba  neydi?  Gerçek  dünyada  Freud,  cesur,  güçlü  karakteri  ile 

pek  çok  zorluklara  göğüs  germiş  bir  insandı  ama  iç  dünyasında  ölüm  fikrinin  çok  yoğun 

bulunduğunu,  örneğin  biyografı  Ernest  Jones  ile  daha  ilk  karşılaştığı  yıllarda  bile  ayrılma 

zamanlarında  “Elveda!  Belki  beni  tekrar  göremeye  bilirsiniz.”  şeklinde  konuştuğunu  ve 

yaşlandıkça  ona  her  gün  ölümü  düşündüğünü  söylediğini  biliyoruz.  Aslında  1.  Dünya 

Savaşının hemen ardından parasızlık, yakın bir arkadaşının kanserden ölümü, bundan üç gün 

sonra  ikinci  kızı  Sophie’nin  aniden  gribe  yakalanıp  ölmesi,  birkaç  sene  sonra  çok  sevdiği 

torunu Heinz’ın tüberkülozdan ölümü kendi deyimiyle onun da içinde bir şeyleri öldürmüştü.  

 

1923 yılında “İd ve Ego” adlı denemesini yayımlar.  



 

Metapsikoloji,  yani  bilinci  inceleyen  klasik  psikolojiden  faklı  olarak  bilincin  öte  yanını 

inceleyen  bir  psikoloji  üzerine  çalışma  yapan  -aynı  zamanda  kimi  açıklığa  kavuşmamış 

noktaları  halletmeye  ve  suçluluk  duygularını  daha  yakından  incelemeye  çalışan  Freud  1923 

yılında  yeni  bir  yapısal  model  kurmaya  zorlanır.  Yapısal  model,  ruhsal  aygıttaki  her  bir 

parçayı,  her bir öğeyi  birbirinden ayırt eden ve  bunları  belli  bir mekan içinde belirli  yerleri 

varmış  gibi  tasarlayan  kuramdır.  Ancak  bu  mekânsal  tasarlamanın  gerçekteki  herhangi 

anatomik bir bölünmeyle en ufak bir ilintisi yoktur. 

 

Eski Yapısal Model ile Rüya Yorumu'nda karşılaşmıştık: Bu Yapısal Model bilinçdışı, bilinç 



önü ve bilinç ayrımını yapar. Son düzenlemede ise bu birincisi bir yana bırakılmamış, ancak 

bir  başka  şema  birinci  bölümlemenin  üzerine  yerleştirilmiştir;  0  (Es),  Ben  (Ich)  ve  Üst-ben 

(Über-Ich) bölümlenmesidir bu. O, (Es, it) Freud'un Georg Groddeck'ten  aldığı  bir ifadedir, 

Groddeck  ise  bu  ifadeyi  Nietzsche'den  almıştır.  O  (Es),  bilinçdışı  nitelikli  olan  ve  libido  ve 

ölüm  dürtüsünden  gelen  ruhsal  enerjiden  ibarettir.  Üst-ben  ise,  bu  bölümlemede  ben'den 

ayrılmış olan eleştirici kurumun, bir tür ben'i denetleyici bir üst kertenin adıdır. Ben, ise neyse 

o kalmıştır: uyumcu kurum. Ancak narsizmin işin içine katılmasından sonra ben'e başka bir 

yandan  bakmıştır  Freud.  Narsizm  ölüm  dürtüsüne  karşı  bir  savunma  olarak  görünmektedir. 

Freud bu  yeni Yapısal Model aracılığıyla, kendini uğraştıran. güçlüklerin nerelerde yattığını 

ve bunları nasıl bir yoldan çözmeyi düşündüğünü göstermiştir. 

 

Freud'a  göre  psikanaliz,  bir  derinlik  psikolojisi  olarak  ruhsal  yaşamı  üç  yönüyle  inceler: 



dinamik,  ekonomik  ve  topik  .  Psikanaliz,  bütün  ruhsal  süreçlerin  birbirlerini  destekleyen, 

teşvik  eden,  engelleyen,  birleşen  ve  uzlaşmalar  yapan  güçlerin  oyunu  olduğu  görüşünü 

benimser.  Bu  güçler  organik  kökenli  ve  dürtü  karakterlidirler. 

Yineleme  zorlamasıyla 

donanmışlardır.  Affektif  (heyecansal-duygusal)  tasarımlar  bunların  ruhsal  temsilcisidirler.

  İşte  organik 

kökenli dürtülerin bu güçler oyunu metapsikolojinin dinamik anlayışının temelini oluşturur. 

 



Dürtülerin  ruhsal  temsilcileri,  belli  miktar  enerjiyle  kaplanmışlardır  (cathexis);  ruhsal 

mekanizma  bu  enerjinin  akışının  engellenip  bir  yerde  tıkanmasını  önlemeye  ve  ruhsal 

mekanizmaya  baskı  yapan  uyarıcı  duygusal  etkilerin  toplam  miktarını  olabildiğince  düşük 

tutmaya çalışır. İşte bu olgu, metapsikolojinin ekonomik boyutunu oluşturur.  

 

Başlangıçta  ruhsal  süreçlere  egemen  olan  haz  ilkesi,  gelişme  boyunca  dış  dünyayı,  yani 



gerçekliği dikkate kata kata bu gerçeklik ilkesine göre bir değişme gösterir. Burada haz ilkesi 

ile gerçeklik ilkesi arasında aracı olan, Freud'un ikinci yapısal modelde geliştirdiği “Ben”dir. 

 

Yukarıda  bahsettiğim  gibi,  yapısal  model,  ruhsal  aygıttaki  her  bir  parçayı,  her  bir  öğeyi 



birbirinden ayırt eden ve bunları belli bir mekan içinde belirli yerleri varmış gibi tasarlayan 

kuramdır.  Freud'un  son  topik’inde,  ruhsal  aygıt,  dürtü  uyarımlarının  taşıyıcısı  olan  İd'den, 

İd'in dış dünyanın etkisiyle değişime uğramış en yüzeydeki bölümü olan Ben'den ve "Ben"i 

egemenliği  altına  alan  ve  dürtü  doyumu  engellemelerini  temsil  eden  ÜstBen'den  oluşur  ve 

topografik varsayımdan ayırt etmek amacı ile “yapısal (strüktürel) varsayım” diye adlandırılır. 

 

İd’deki  süreçler  (birincil  süreçler)  bilinçdışı,  bilinç  ötesi  süreçlerdir.  Buna  karşılık,  bilinç, 



ben'in, dış dünyanın algılanmasına ayrılmış en dış katmanlarının işlevidir. 

 

 



Son Yıllar 

 

1923 yılına gelindiğinde Freud’a alt çene kanseri teşhisi konur ve 33 cerrahi girişiminden ilki 



gerçekleştirilir. 16 yıl sürecek bir eziyet dönemi başlamıştır. Yazmaya devam eder. 

 

1930 yılında Goethe ödülüne layık görülür.  



 

1933 yılında ise Naziler meydanlarda nasyonal sosyaliz muhaliflerinin ve Yahudi  yazarların 

ve  bu  arada  Freud’un  eserlerini  de  insanlığın  asaletini  korumak  adına  yakarlar.  Durumu 

öğrenen Freud’dan cevap gelir: “Ne ilerleme kaydettik,  Ortaçağda olsaydık  beni  yakarlardı, 

şimdi ise sadece kitaplarımı yakmakla yetiniyorlar!” Şimdilik..1943 yılında Freud’un dört kız 

kardeşi toplama kamplarının ateşinde yok olacaktır. 

 

1938 yılı haziran ayında Freud, Prenses Marie Bonaparte’ın haklı ısrarı ve sağladığı koruma 



sayesinde ailesi ile birlikte İngiltere’ye sığınır, bu süreçte A.B.D. başkanı Franklin Roosevelt 

de bizzat çaba harcar. 

 

Freud’un ülkesinden çıkış vizesi alabilmesi için Gestapo, Avusturya’nın Almanya tarafından 



ilhakından  beri  kendisine  iyi  davranıldığı,  hiçbir  sorun  çıkarılmadığına  dair  bir  belgeyi 

imzalaması  için  önüne  koyduğunda,  “elbette  imzalarım”  der,  “yalnız  sonuna,  Gestapoyu 

içtenlikle herkese tavsiye ettiğimi de yazmama izin verir misiniz?”. 

 

Londra’da  evi  ziyaretçi  akınına  uğrar,  Salvador  Dali  ile  tanıştıktan  sonra  sürrealistlerin 



katıksız bir deli oldukları fikrini tekrar gözden geçireceğini söyler. Thomas Mann’ın yazdığı 

makaleden  çok  hoşlanmıştır:  “Hitler  psikanalizden  nefret  ediyor!  Viyana  üzerine  böylesine 

hiddetle  yürümesinin  temelindeki  sebep  orada  yaşayan  yaşlı  psikanalist  olmalı,  gerçek  ve 

temel düşmanı, illüzyonları yok eden kişi, nevrozun maskesini düşüren filozof”. 

 

Londra’da  tek  tük  hasta  görmeye  devam  eder  ve  “Musa  ve  Tektanrılılık”  adlı  eserini 



yayımlar. Freud yaşamının son beş yılında, önce Viyana'da daha sonra da Londra'da Hazret-i 


Musa ile, onun doğumu ve ölümüyle ilgilenir. Çok yerinde bir tutumla tarihsel bir roman diye 

tanımladığı bir çalışmayla Musa konusunu ele alır. Aradığı nesnel bir doğrudur, dinin gerçek 

temellerini bulduğunu söyler, onun Musa'sı dini kurmamış, yalnızca aracı olarak aktarmıştır. 

  

Freud'un burada tarihsel bir temel üzerinden öne sürdüğü, “Totem ve Tabu” yu yazarken tarih öncesi çerçeve içinde ele aldığı suçluluk duy-



gusudur. 

 

Freud'un, Musa'nın ayaklanan halk tarafından öldürülmüş olduğu varsayımını ki bu düşünce 



”Totem  ve  Tabu”da  da  vardır,  başka  birkaç  din  tarihi  yazar  da  ortaya  atmışlardı.  Musa'nın 

öldürülmesi  üzerine  ortaya  çıkan  suçluluk  duygusu,  yeni  bir  toplumsal  düzenin  temelini 

oluşturmuştur.  Burada  Musevi  ve  Hıristiyan  toplumlarının  tarihinin  değiştirilmesi  de  söz 

konusudur. 

 

(1927’de Bir Yanılsamanın Geleceği isimli çalışmasını yayımladığında da o zaman göze aldığı risklerin de bilincindeydi, çünkü Freud bu 



kitapta dine saldırmıştı!) 

 

Üzerinde  ısrarla  durduğu  Musa,  Freud’un  karşısında  kendisini  bir  evlat  gibi  hissettiği,  aynı 



zamanda  da  kendini  özdeşleştirdiği  bir  baba  figürüydü,  bu  baba  ile  özdeşleşme,  Freud'un, 

Musa'nın ölümünde kendi ölümünü görmesine yol açar .. 

 

 

 



Her  şeyin  başlangıcı  olan  hipnotizma  sonrası  anımsama  güçlükleri  çelişkilerinden  başlayıp, 

haz  ilkesi  üzerinden  ölüm  dürtüsüne  uzanan  ve  babanın  öldürülmesi  ve  kökü  kazınmaz 

suçluluk  duygusunda  noktalanan  zahmetli  bir  yol!  Freud'ıın  kendisini  Musa  ile 

özdeşleştirmesi, bilerek gerçekleştirilmiş, açıklaması olan bir olaydır. Eskiden kendisini kaşif, 

conquistador  Christof  Colomb  ile  karşılaştırmıştı.  Colombus  bir  anakara  bulmuş,  ama  ona 

adını  verememişti.  Musa  halkına  kutsal  toprakları  hedef  göstermiş  ama  kendisi  oralara 

ulaşamamıştı.  Freud  da  buluşlarından  büyük  kazanımlar  elde  edemeyeceğinden  herhalde 

emindi.  

 

23  Eylül  1939’da  “Psikanalizin  Ana  hatları”  adlı  eseri  üzerinde  çalışmaları  sürerken, 



“bilinçdışının  bu büyük fatihi” kansere yenik düşer. 

 

Amerikalı  şair  Hilda  Doolittle’ın  onun  hakkındaki  sözleri  ile  bitirmek  istiyorum:  “Sigmund 



Freud  yaşlanmış  fakat  olgunlaşmış  Arabistanlı  Lawrence  gibi,  insanın  içine  nüfuz  eden  bir 

anlayış yeteneğine sahip. O insan ruhunun ebesidir, hatta ruhun ta kendisi...  

 

 

 



Breuer o ebeliği becerememişti.. 

 

 



 

 

                                                                                   



Uzm. Dr. A. Selim Başarır 

                                                                                       16 Kasım 1998, Teşvikiye 



                                                                                         

(Eğitim Açılış Konuşması) 

Yüklə 125,11 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə