Sanat ve Müzik Felsefesi



Yüklə 131,68 Kb.
tarix06.02.2018
ölçüsü131,68 Kb.
#26151


Cevad Memduh ALTAR’ın, 1992-1993 yıllarında İstanbul’da Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda verdiği yüksek lisans derslerinden Sanat ve Müzik Felsefesi’nin notları, “Sanat Felsefesi Üzerine” adıyla, 1996 yılında Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanmış, 2009 yılında da Pan Yayınları tarafından ikinci baskısı yapılmıştır. Cevad Memduh’un ikinci yüksek lisans dersi olan Barok Sanat, Barok Müzik ve Johann Sebastian Bach konusunun notları ise burada iki bölüm halinde yer almaktadır:

BAROK SANAT, BAROK MÜZİK VE

J.S.BACH ÜZERİNE ARAŞTIRMA VE İNCELEMELER (1)


Prof. Cevad Memduh Altar Göztepe, 17/10/1992


BAROK SANAT ÜZERİNE ARAŞTIRMA VE İNCELEMELER:
Görsel sanatlarda Barock (Barok) türde meydana getirilmiş bulunan eserlerle ilgili dönem, İtalya’da Yüksek Rönesans (Cinquecento) döneminin yaratıda en parlak, en üst aşamaya eriştiği tarihte, sanat tarihindeki yerini almaya başlamıştır.
İtalya’da “barocco”, İspanya’da “barroco”, Fransa’da “baroque”, Almanya’da ise “barock” terimleriyle nitelenen bu yeni sanat türü, bizde de Fransızcadaki “baroque” sözcüğünün karşılığı olarak kullanılan Barok terimi ile nitelendirilmektedir.
Fransızca ve İspanyolca kökenli bir terim olan Barok sözcüğü, Batıda çok daha eski dönemlerde, denizden çıkarılan inciler arasında yer alan çarpuk çurpuk, eğri büğrü biçimde olan değersiz incileri niteleyen bir sözcük olarak kullanılmıştır.
Barok sözcüğü 17. yüzyılda güzel sanatlarla ilgili olarak meydana getirilen eserleri ciddi doğrultuda karakterize etmek üzere zamanla teknik bir sanat tarihi terimi olmanın niteliğine erişmiştir. Ne var ki 15. yüzyılda İtalyan Rönesansı’nın, yani Yüksek-Rönesans’ın tüm kollarında büyük çapta eserlerin meydana geldiği bir dönemde (Michelangelo, Leonardo, Rafaello v.b.) zamanla oluşan “doymuşluk” (saturation, sursaturation), yani Yüksek-Rönesans’ta da zamanla beliren “yeniye duyulan özlem”, teknikte ve anlatımda aşırılığa kaçan, Rönesans’a aykırı bir uygulamayı, vaktiyle denizden çıkarılan incilerden eğri büğrü, değersiz olanlarını niteleme amacıyla kullanılmış olan “barok”, yani “değersiz” sözcüğü ile eleştirmiştir. Halbuki aynı terim (barok), yukarıda özellikle değinildiği gibi, 17. yüzyılda büyük çapta eserler vererek sanat tarihindeki yerini önemle almış bulunan bir dönemi karakterize etmek üzere de kullanılmaktadır ve böylece ciddi bir Sanat Tarihi terimi olmanın önemini kazanmıştır.
Üç ayrı dönemi içeren Rönesans’ın (Trecento, Quattrocento, Cinquecento) üçüncü ve en önemli dönemi olan Yüksek Rönesans’ın (Cinquecento) ortaya koyduğu büyük çapta ve evrensel nitelikli sanat eserlerine paralel doğrultuda oluşmaya başlayan ilk Barok eserlerde görülen ve Rönesans’a özgü sanat anlayışına ters düşen alabildiğine abartılı teknik ve anlatım esprisi, alay edercesine karakterize eden Barok sözcüğü ile eleştirilmiştir; ve bu sözcük aşağı yukarı şu sıfatları karşılarcasına kullanılmıştır: kurallara aykırı, görülmemiş, garip, tuhaf, acayip, gülünç, kaprisli, tumturaklı, fazla süslü, süslü püslü, v.b.
Sanat tarihinde belirli bir dönemi, yani özellikle 17. yüzyılı karakterize eden Barok terimi, 19. yüzyılın ortalarına doğru, ilk önce Almanya’daki sanat bilginleri tarafından 16, 17 ve 18. yüzyılların sanatlarını da niteleyen bir terim olarak kullanılmıştır. Çünkü bu üç ayrı yüzyıl içinde meydana getirilmiş olan görsel sanatların ve bu arada büyük çaptaki mimarlık eserlerinin, gerek tasarım, gerek plan, uygulama ve süs öğeleri bakımından, Rönesans anlayışının tam aksine olarak, canlı, hareketli atılımlar halinde coşkunca oluşan Barok sanatına özgü eserler gibi yorumlanmaları, Batının uluslararası sanat çevrelerinde geniş ölçüde benimsenmiştir. Nitekim zamanımızda meydana getirilen bazı eserler de, üslûp (stil) bakımından, ileri aşamalara yaklaşım yolunda âdeta resimleşmişlerdir; aşırı yük ve süslülükten ileri gelen canlı bir hareket ve kitlesel bir bütünlük içinde anıtsal bir etkinlik oluşturmuşlardır; ve onun için Barok türde yapılmış eserler olarak nitelendirilmişlerdir.
Batıda 16, 17 ve 18. yüzyılların sanat eserlerinde ve özellikle anıtsal karakterli binaların cephelerinde (saraylar, müzeler, kiliseler v.b.) geniş ölçüde antik Grek ve Roma mimarlığına özgü sütunlar, sütun başlıkları ve daha başka antik öğeler kullanılmıştır; hatta 17. ve 18. yüzyılların şiir sanatı ile müziğinde de Barok sanata özgü esinleniş ve izlenimlerin değerlendirilmesi yolunda hayli çaba harcanmıştır.
Batıda Görsel Sanatlar’la ilgili Barok stil ilk olarak Roma’da başlamış (16. yüzyıl ortaları) ve az zamanda Batının belli başlı ülkelerini de etkisi altına almada başarılı olmuştur. Roma’da Barok stilin babası olarak nitelenmesi gereken sanat adamı kesinlikle Michelangelo’dur (1475-1564). Bu büyük sanatçının ileri yaşlarda oluşturduğu insan figürlerinde göze çarpan ilk abartılı hareket esprisi, vücuttaki organları toplu bir “bütün” içinde bedenleştirmektedir; ve böylesine bir uygulama, görsellik açısından kitlesel bir etkinliğin meydana gelmesine de olanak sağlamaktadır.

İtalyan Rönesansı’nda Erken-Barok Dönemi:
İtalyan sanatında Barok Stil’in başlangıcı ilk olarak mimarlıkta kendini göstermiştir; ve bu konuda ilk Barok binaları oluşturanlar ise: mimar Giacomo Barozzi da Vignola (1507-1573), mimar Giacomo della Porta (1541-1604) ve mimar Domenica Fontana (1543-1607) adlı sanatçılardır. Ve bir süre sonra Floransa’da oluşturulan Barok üslûplu eserlerin yaratıcıları ise mimar ve heykelci Bartolommeo Ammanati (1511-1592) ve ressam, mimar ve sanat tarihçisi Giorgio Vasari (1511-1574) adlı sanatçılardır.

İtalyan sanatında Yüksek-Barok Dönemi:
1630 yılını izleyen süreler içinde Barok sanat çok daha ileri aşamaya ulaşmıştır. Ve bu dönemin sanat eserlerine özgü Barok anlayışında, özellikle resim sanatında dümdüz sürüp giden çizgilerin sertliği, aşırı bir üslûpla gelişen eğri çizgiler yararına yumuşatılarak, estetik etkinliğin en ileri aşamasına ulaşılmıştır. Kaldı ki Barok estetiğin ortaya koyduğu böylesine bir gelişim, kendini mimarlıkta da belirtmekten geri kalmamıştır. Nitekim gerek Barok stildeki anıtsal nitelikli binaların dış görünümlerinde, gerek bu tür binalardaki tören salonları ile koridorlarda birbirini yan yana izleyerek sürüp giden antik karakterli sütunların meydana getirdiği olağanüstü güzellikteki değişik Perspektif’leri, Barok mimarlığın çok anlamlı örneklerine sahne olmuştur.
Yüksek-Barok döneminin dünya çapında üne ulaşan sanatçıları arasında: mimar Carlo Maderna (1556-1629) ve ünlü mimar, heykelci ve ressam Lorenzo Bernini (1598-1680) gibi isimler önemle yer almaktadır.

İtalyan sanatında Geç-Barok Dönemi
İtalyan Barok sanatında Geç-Barok üslûbu 1675 yılına doğru belirmeye başlamıştır; ve bu tür eserlerde yer alan en önemli görünüm, süslemede büyük ölçüde aşırılık ve Form (Biçim) bulma doğrultusunda başvurulan arayışlardaki zorlama ve ölçüsüzlüktür. Bu tür çabaları ilk olarak başlatan mimar ve heykelci ise Francesco Borromini (1599-1667) adlı sanatçıdır.
Geç-Barok’un en başta gelen uygulayıcıları: mimar Guarino Guarini (1624-1683) ve Andrea Pozzo (1642-1709) adlı sanatçılardır.
İtalya’da 17. yüzyıl boyunca sürüp giden Barok stildeki uğraşlar, en çok Roma’da ve Floransa’da gelişimini sürdürmüş olmasına karşın, bunlardan yalnız Roma’ya özgü Barok sanatın yerel ve ulusal incelik ve zarifliği, bütün İtalya’yı olduğu kadar, Batının öteki belli başlı sanat merkezlerini de geniş ölçüde etkilemiş ve bu arada Roma Barok stilinin olağanüstü etkinlikteki özelliklerinden, Avrupa’nın ileri gelen sanat merkezlerinde bile büyük çapta yararlanılmıştır.

İtalya’da Barok Mimarlığı:
Roma’ya özgü Barok-Mimarlığı, en çok kilise yapımında gelişmiştir. Bu konuda en önemli örnek, mimar Giacomo Barozzi da Vignola’nın (1507-1573) Roma’da yapmış olduğu İsa Kilisesi’dir [Quiesa del Gesù]. Bu binanın Barok üslûptaki planı, her şeyden önce kilise mimarlığına örnek olmuştur; ve gene aynı binanın 1573 yılından sonra, mimar Giacomo della Porta (1541-1604) tarafından yapılan cephe görünümü de (façade) Barok mimarlığında dönem yaratan eşsiz bir buluş olarak benimsenmiştir.
Roma Erken-Barok-Dönemi’nin ikinci önemli eseri de, aynı dönemin ünlü mimarlarından Carlo Maderna’nın (1556-1629), yapımını büyük bir ilgiyle tamamladığı San Andrea della Balle adlı kilisedir. Aynı dönemde Roma’daki dünya çapında önemi olan San Pietro kilisesinin yapımını tamamlayan ve ana binaya ek bölümler oluşturan mimar da gene Carlo Maderna’dır; ve İtalya’da Yüksek-Barok dönemine geçiş ise Maderna’nın San Pietro kilisesiyle ilgili çalışmalarıyla başlamıştır.
Carlo Maderna, tüm uğraşlarında Michelangelo’dan etkilenmiş ve Rönesans’ın o büyük sanat adamına bağlılığını her fırsatta kanıtlamaktan geri kalmamıştır. Maderna’nın Roma’da kendi proje ve planına göre yapımını tamamladığı en önemli eseri, Navona meydanındaki Sant’Agnese kilisesidir.

İtalya’da Yüksek-Barok-Dönemi’nin en başta gelen sanatçıları ve eserleri:
Bu dönemin en başta gelen iki sanatçısı: Lorenzo Bernini (1598-1680) ile Francesco Borromini’dir (1599-1667).
Barok stil, Floransa’da daha çok saray mimarlığında gelişmiştir; ve sarayların Tören Salonları çok zengin ve değişik türden süslerle olağanüstü nitelikte ilgi görmüştür. Nitekim Floransa’daki Pitti Sarayı’nın (Palazzo Pitti) tören salonlarının özellikle dekorasyonları büyük çapta önem taşımaktadır.
İtalya’da Yüksek-Barok-Dönemi’nin, Cenova ve Venedik gibi iki ünlü kentinde geniş boyutlu binalar meydana getiren öteki sanatçılar ise şunlardır: Cenova’da mimar Bartolommeo Bianco (1590-1657), Venedik’te ise mimar Vincenzo Scamozzi (1552-1616) ve mimar Baldassare Longhena (1598-1682).
Yüksek-Barok-Dönemi’nin yukarıda adlarına değinilen ünlü mimarlarının oluşturdukları önemli binalara gelince: Bu çok önemli konuda en başta ele alınması gereken sanatçı, hiç şüphe yok ki Lorenzo Bernini’dir. 7 Aralık 1598’de Napoli’de doğan ve 28 Kasım 1680’de Roma’da ölen, mimar, heykelci ve ressam Bernini, meydana getirdiği eserlerle İtalyan Barok stilinin eşsiz yaratıcısı olarak dünya çapında üne ulaşmıştır. Bernini, sanatında eşine az rastlanır verimlilikte bir yaratıcı olduğu içindir ki, yaşadığı çağın sanatını olduğu kadar, kendinden hemen sonra gelen dönemin sanatını da geniş ölçüde etkilemiştir.
Babasının öğrencisi olarak yetişen Bernini, 1604 yılında henüz beş yaşında iken, ailesiyle birlikte Napoli’yi terk ederek Roma’ya yerleşmiştir. Roma’da kısa sürede gelişim stadına ayak basan sanatçı, aileden gelen köklü eğitim ve öğretimin tüm çevreyi hayran bırakan etkinliğiyle çok genç yaşlarda geniş ölçüde siparişlerle karşılaşmış ve biraz daha olgun yaşlarda, Papa V. Paulus, XV. Gregor ve VIII. Urban tarafından, Roma’nın bir sanat kenti olarak değerlendirilmesi bakımından, uzmanlardan oluşan bir sanat kurulunun başkanlığına atanmıştır; 1629 yılında ise gene Papalık, Bernini’yi birçok bakımdan olağanüstü önem taşıyan San Pietro (St. Pierre) kilisesinin mimarlığı gibi çok önemli bir hizmetle görevlendirmiştir. Birkaç yıl sonra bu görevlerden uzaklaştırılan Bernini, bu kez Papa X. Innocente ile Papa VII. Alessandro zamanında, aynı görevlerin sorumluluğunu yeniden istek ve başarıyla yükümlenmiştir. Bernini, bir yandan da Fransa Sarayı ile olan ilişkisini sürdürmede başarılı olmuş ve 1665 yılında Fransa Kralı XIV. Louis’nin daveti üzerine, Louvre Sarayı’nın mimarlığı görevini de yükümlenmiş ve Paris’e davet edilmiştir. Ne var ki bu ünlü saray için hazırladığı yapı projesi her nedense reddedilmiş ve saray, Fransız mimarı Claude Perrault’nun (1613-1688) projesine göre gerçekleştirilmiştir. Ve bu beklenmedik olay, Bernini için büyük bir üzüntü konusu olmuştur. Sanat tarihinde bu tür olayların adedi az değildir.
Bernini mimarlıkta, bazı binaların özelliklerini göz önüne alarak, çoğunlukla Yüksek- Rönesans’taki klasik stilden de yararlanmıştır. Bununla birlikte, meydana getirdiği binaların kitlesel oluşumunda, Barok mimarlığın canlı ve hareketli görünümünü korumada da büyük ölçüde başarılı olmuştur. Kaldı ki sanatçı bu tür eserlerde, arşitektonik, plastik ve pitoresk özelliklerin yarattıkları tek bir “bütün”e dönüşüm idealinde olduğu kadar, hayal dolu bir perspektifi kitlesel bir bütünlüğe eriştirerek yüceltmede de olağanüstü başarı elde etmiştir. Bernini’nin bu tür zenginlikleri yansıtan en önemli eserleri şunlardır:
Roma’daki San Pietro kilisesinin ana mihrabı üstünde Kutsal Emanetler’in muhafaza edildiği Bronz Oda (1624-33), kendi adını taşıyan Palazzo Bernini ve sarayın ana merdivenleri (1629-30), Palazzo Monte Citario (1644-55), Vatikan’ın Kral Merdiveni (1661), Meryem’in Miracı kubbeli kilise (Ariccia), San Pietro kilisesi meydanındaki Kolonad’lar (1667), Sant’Andrea kilisesi (1667) v.b.
Bernini, heykelci olarak: Bernini, heybetli, ağır ve ileri derecede etkileyici karakterde oluşturduğu Barok heykelciliğin de ilk yaratıcısıdır. Sanatçı bu konuda da henüz genç yaşlarda iken, özellikle teknikte çok ileri aşamaya ulaşmıştır. Bernini sanatında heykelciliğin en önemli yönü, meydana getirilen her eserin, içinde yer alacağı mekânın özellikleriyle bağlantılı olarak geliştirilmiş olmasıdır; ve bu anlayış Bernini için kesinlikle bilinmesi, uyulması gereken bir prensip olmanın önemini taşımaktadır.
Lorenzo Bernini’nin heykel kompozisyonları, çoğunlukla heyecan, elem, acı, şiddet ve istek türünden duygusal yaşantıları dile getiren, yerine göre coşkun, alabildiğine dokunaklı (pathétique), ya da birbirine tümüyle karşıt hareketlerle dolup taşan yaratılardır. Bu tür eserlerde Bernini’nin en ilginç yönü, herhangi bir kompozisyonun kitlesel bütünlüğünde, âdeta resim yaparmışçasına toplu bir anlatım esprisine ulaşabilme yolunda, klasik eserlerde kesinlikle uyulması gereken kuramcılıktan alabildiğine uzak kalmış olması ve anlatımda sadece “gölge” ve “ışık” gibi son derece önemi olan iki egemen gücün etkinliğine özellikle yön vermedeki olağanüstü başarısıdır.
Lorenzo Bernini’nin heykelcilikte meydana getirdiği en önemli kompozisyonları şunlardır: Roma’daki Borghese Sarayı için yaptığı Büst’ler; Papa X. Innocente’nin Doria Pamfili Sarayı’ndaki büstü; Papa VIII. Urban’ın Roma’daki San Pietro kilisesinde bulunan Mezar Anıtı; Roma’daki Barberini; Navona meydanındaki anıtsal Çeşme’ler; Azize Theresa’nın Dinsel Duygular İçinde Kendinden Geçişi konulu mermer eser; Villa Borghese’deki Apollo ve Daphne adlı dünyaca tanınmış en önemli mermer kompozisyonu ve Davut Peygamber heykeli, v.b.
Bernini’nin ressam olarak yaptığı tablolar, uluslararası sanat çevrelerince önemsenmemiştir.
Lorenzo Bernini’nin yaşamı ile ilgili olarak basılmış olan kitapların en önemlileri şunlardır: Filippo Baldinucci, “Vita di Gian Lorenzo Bernini”, (1682) özel olarak ve açıklamalarla, Viyana 1912; Stanislao Fraschetti, “Il Bernini”, 1900; Friedrich Pollak, “Lorenzo Bernini”, 1909; Johann Benhard, “Gian Lorenzo Bernini”, 1926; Max von Boehn, “Lorenzo Bernini”, ikinci baskısı 1927.
Francesco Borromini, mimar ve heykelci olarak: 25 Eylül 1599’da İtalya’da Como yöresindeki Bissone’de doğan ve 2 Ağustos 1667’de Roma’da ölen, mimar ve heykelci Francesco Borromini, ilk hocası Carlo Maderna’ya öğrenci iken üstün yeteneğini kanıtlamada başarılı olmuş, hocasının ölümünden sonra da Lorenzo Bernini’nin öğrencisi olarak çalışmalarını sürdürmüştür. Ne var ki öğreniminin sonlarına doğru hocası Bernini ile ilişkileri oldukça zedelenen genç sanatçı, Bernini’den ayrılmış ve hocasının aleyhindeki davranışlara tutsak düşmekten kendini alamamıştır.
Borromini, İtalya’da Yüksek-Barok stilinin, özellikle mimarlık sanatında, baş temsilcisi olarak dünya çapında üne ulaşmıştır. Sanatçı, Barok üslûptaki binaların inşasında, dümdüz fasatlar oluşturmayı cesaretle ortadan kaldırmış, böylelikle meydana getirdiği eğrili ve yuvarlağımsı fasatlar, dikine kırık çatılar, dalgalar halinde şişip kabarıyormuş gibi görünen yüzeyler ve alabildiğine zengin süsleme motifleri, binalara fantastik bir canlılık vermiştir. Borromini’nin, binaların içine ışığı gereğince verebilmedeki incelik ve zarifliği, salonları ve koridorları süsleyen klasik üslûplu sütunların oluşturduğu perspektif görünümlerdeki olağanüstü güzellikler, mimarlığın kendine özgü anlatım esprisini yüceltmede başlıca etken olmuştur.
Borromini’nin Roma’daki en önemli eserleri şunlardır: San Carlo alle Quattro Fontane kilisesi (1640-67), San Filippo Neri kilisesinin Oratorium’u (1638-50), Sant’Ivo alla Sapienza kilisesi, Palazzo Spada sarayının avlusundaki sütunlu Geçit (1638), Palazzo Falconieri (1650-58), v.b.
Francesco Borromini’nin hayatı ve eserleriyle ilgili kitap, 1924 yılında, Eberhard Hempel (1886-1967) tarafından yayımlanmıştır; Hempel, özellikle bilimsel eserleri oldukça ucuz fiyatlarla basmak üzere Berlin’de kurmuş olduğu büyük bir yayınevinin sahibi olarak da tanınmaktadır.
Yüksek-Barok stilinin İtalya’da Cenova ve Venedik gibi sanat bakımından büyük önemi olan iki kenti de etkisi altına almış olmasından sonra, İtalya dışındaki ülkeleri etkilemede de başarılı olarak, önce İspanya ile Portekiz’i Barok sanata yöneltmiş ve sonra da bu iki ülkenin kolonilerinde kendini göstermede de başarılı olmuştur; ne var ki kolonilerde Barok üslûp ile meydana getirilen eserler, artık Barok stilde yapılmış binalar olarak değil de Cizvit stilinde meydana getirilmiş eserler olarak nitelendirilmişlerdir.

İtalya dışındaki ülkelerde Barok:
İtalya dışındaki ülkeler arasında, kilise mimarlığından ötürü Barok stili en çok benimseyen ülke Güney Hollanda (Felemenk) olmuştur; ve Hollanda’nın böylece Barok stilin âdeta başkenti imiş gibi benimsenmesinde, aşırı dinci olan Cizvit papazlarının rolü ve etkinliği büyüktür.
Barok mimarlığın Hollanda’dan sonra ayak bastığı en yakın ülke Belçika olmuştur; ve halkının çoğunluğu Katolik olan bu ülkede, kilisede reform hareketine yön verilmiş olması, İtalyan Barok mimarlığının Belçika’da da ilgiyle karşılanmasına yol açmıştır. Bununla birlikte İtalyan Baroku, İtalya dışındaki ülkelerde “form” bakımından, ülkelerin ulusal özelliklerinin oluşturduğu espriye ayak uydurarak bağımsızlaşma yolunda gelişmiştir. Bu tür bir değişimi, resim yaparcasına gelişen, sağlam, güçlü ve yeryüzünde çoğunluğun istekle benimsediği bir değişim olarak nitelemek de yerinde olur (!). Barok sanatta baş gösteren bu yeni yolun Belçika’daki ilk ünlü ustası Jacques Francquart’tır (1577-1651) ve bu mimarın Brüksel’de yaptığı ilk eser ise Cizvit Kilisesi’dir (1606-16); daha sonra yıkılan bu binanın yerine aynı mimar St. Augustin kilisesi’ni (Temple des Augustins) yapmıştır ve bu mimarın Brüksel’deki son eseri bu binadır (1620-42).
Barok mimarlığı Fransa’da da önemle yer almış ve özellikle XIV. Louis stili olarak nitelendirilmiş ve alabildiğine ulusal doğrultuda geliştirilmiştir. Fransız Baroku’nun Fransa’daki en önemli binaları şunlardır: Mimar Salomon Debrosse (1571-1626) tarafından yapılan Luxembourg Sarayı, mimar Jacques Lemercier (1585-1654) tarafından yapılan Sorbonne Kilisesi (1653-59), St. Roch Kilisesi (1653), mimar François Mansart (1598-1666) tarafından yapılan Château de Maisons (1642) ve mimar Jules Hardouin Mansart (1646-1708) tarafından bugünkü şekline getirilen Versailles Sarayı ve ayni mimar tarafından yapılan Les Invalides kilisesi (1676).
İngiltere’de ise Barok mimarlığın ilk ve en başta gelen temsilcisi Christopher Wren’dir (1632-1723). Devrinin bu ünlü mimarı da Barok stili hiç bozmadan, hatta salt ve kesin bir Klassisist anlayışla değerlendirmede başarılı olmuştur.
Almanya’da Barok mimarlığı ile ilgili “form” özellikleri, Güney Almanya’daki Katolik kiliseleri için, Roma Baroku’ndan esinlenilerek değerlendirilmiş, Protestan mezhebinin çoğunlukla ağır bastığı Kuzey Almanya’da ise, gene kilise mimarlığında Hollanda Baroku’ndan geniş ölçüde etkilenilmiştir.
Almanya’daki Barok stilin en başta gelen eseri, İtalyan Baroku’nun en tanınmış mimarlarından biri olan Vignola’nın İsa Kilisesi’nden etkilenilerek yapılmış bulunan Salzburg Dom’dur (1614-34).
Güney Almanya’nın ve Avusturya’nın bu konudaki en ünlü Barok mimarları ve eserleri şunlardır: Fischer von Erlach (1656-1723), Viyana’daki St. Karl Borromäus Kilisesi (1716-37); Lukas von Hildebrand (1668-1745), Viyanada’daki Belvedere Sarayı; Christoph Dientzenhofer (1655-1722), Prag’daki Nikolaus Kilisesi (1673-1752); Jacob Prandauer (1660-1726), Klosterkirche Melk; Balthasar Neumann (1687-1753), Basilika Vierzehnheiligen (Ondört Evliyayı Ziyaret Kilisesi) (1743-1772), Bruchsal Sarayı (1720) Würzburg Sarayı (1720-1744).
Münih’te yalnız İtalyan Barok mimarları büyük eserler vermişlerdir ve bu mimarlar ile eserleri şunlardır: Agostino Barella, Theatiner Kilisesi (1663), Nimphenburg Sarayı (1664-75); Enrico Zuccali, Theatiner Kilisesi kuleleri (1690).
Kuzey Almanya’nın sanat merkezi olan Berlin’de ise Barok stilde eser veren Alman Barok mimarları ile eserlerinden en başta gelenleri şunlardır: Johann Arnold Nering (1659-1695), Zeughaus (askerî müze); Eosander von Göthe (1669-1728), Berlin Sarayı; Dresden: Matthäus Daniel Pöppelmann (1662-1736), Zwinger Sarayı ile Japon Sarayı; George Bähr (1666-1738), Frauenkirche.

Batıda Barok stilde heykelcilik:
Barok stilde “heykel”, tam anlamıyla Rönesans’a özgü görsel-sanat anlayışının oluşturduğu “bütünlük” içinde, hür, bağlantısız ve âdeta resim yaparmışçasına elde edilen bir esprinin ürünüdür. Barok üslûpta, özellikle taş ve tahta gibi nesnelerle yapılacak eserlerde, bu iki malzemenin gereğince değerlendirilebilmesine olanak sağlayan “teknik”, ileri derecede ince ve zarif bir yaratıcılığın gelişimine olanak sağlayan bir aşamaya erişmiştir. Ve onun içindir ki, Barok stilde, karşılıklı savaşım halinde çarpışan dramatik güçler, alabildiğine hırslı, tutkulu, heyecanlı, ateşli ve sıcak bir yaşam öyküsünü oluşturmada son derece başarılı olmuştur. Öte yandan böylesine bir sanat anlayışı içinde yer alan nesnel detaylar, doğadaki görünümlerine uygun, yani “Natüralist” bir uygulama ile oluşturulmaktadırlar; buna karşılık ruhsal “tutku” ve “coşku”lar ile dinsel heyecanlar ise alabildiğine içe dönük aşırı bir duyarlılıkla (Pathos) dile getirilmektedirler.
İtalya’da Barok stilin heykelcilikteki ilk sanatçısı, Sabiner’in Kaçırılışıii adlı eseri ile (Floransa 1581) Giovanni da Bologna’dır (1529-1608).
İtalyan Barok heykelciliğini, -sanatçıda öncelikle kişiliği yok eden- Michelangelo taklitçiliğinden kurtaran ilk heykelci ise, yukarıda kendisiyle ilgili bölümde çalışmalarına etraflıca değindiğimiz Lorenzo Bernini’dir (1598-1680); ve Barok stildeki heykel sanatında meydana getirdiği eserlerle, aynı üslûbu İtalya dışındaki sanat merkezlerinde de geçerli kılan yaratıcı da Bernini’dir.
Bernini’nin Yüksek-Barok üslûbuna her bakımdan örnek olan eserleri arasında en önemlileri şunlardır: Papa VIII. Urban’ın anıtsal nitelikli mezarında yer alan heykeller; Papa VII. Alexandre’ın Roma’daki San Pietro kilisesi için yapılan heykeli; Kutsal Theresa’nın içe dönük bir duygusallıkla kendinden geçişini sembolleştirmek üzere, Roma’daki Santa Maria Vittoria kilisesi için yapılan L’Estasi di Santa Teresa (1647-52); yekpare mermerden yontulmuş olup, Tanrı Apollo’nuniii, doğaya egemen olan yarı tanrıça Nemf’lerin (Nymph) en önemlilerinden Daphne’ye duyduğu sevgiyi sembolize eden büyük heykel. Tanrı Apollo’nun bu ünlü serüveninde Apollo, büyük bir aşkla sevdiği Dafne’yi bir an önce yakalayıp ele geçirmek için kovalamaktadır. Dafne ise tam yakalanacağı anda, gönülden kopan bir duanın yardımıyla ansızın Defne ağacına dönüşüvermiştir.
İtalya’da Yüksek-Barok döneminin ünlü heykelcileri arasında anılması gereken Stefano Maderno ise (1576-1636), Roma’daki Santa Cecilia kilisesi için yaptığı Santa Cecilia heykeli ile tanınmıştır.
Belçika’da aynı dönemde yapmış oldukları heykellerle tanınmış olan Brükselli iki heykelci ise şunlardır: Alessandro Algardi (1598-1654) ile François Duquesnoy (1597-1643) adlı sanatçılar.
İspanya’da Barok stilde meydana getirilen heykellerde nesnel araç olarak daha çok tahta ön planda gelmektedir; ve ahşaptan yaratılan dinsel eserler, doğaya alabildiğine yaklaşan bir görünümün oluşum ve gelişimine olanak sağlamıştır. Böylesine bir türün elde edilmesinde etkili olan İspanyol sanatçıları ile en önemli eserleri şunlardır: Valladolid müzesindeki Piedad adlı eseriyle Gregorio Hernández (1576-1636); Cádiz’deki San Miguel kilisesi için yaptığı Kudüs’e Dönük Dua Nişi (bir tür Mihrap) ve Sevilla’daki Santa Clara kilisesi için meydana getirdiği Dua Nişi’yle Ivan Martínez Montanes’dir (1568-1649).
İspanyol Barok heykelcileri arasında önemle anılması gereken bir sanatçı da Alonso Cano’dur (1601-1667). Mimar, ressam ve heykelci olarak tanınmış bulunan Cano, Granada’da doğduğu için Granadino (Granadalı) lakabıyla da anılmaktadır. Alonso Cano, mimarlıkta babasına, heykelcilikte Martinez Montanes’e, resimde ise F. Pacheco ile saray ressamı Juan de Castillo’ya öğrenci olmuştur; 1638 yılında da Madrid’te Krallık Sarayı ressamlığına getirilmiştir. 1652’de Granada Katedralinin yapımına kontrolör mimar, 1667’de de Başmimar olarak atanan sanatçı, bu ünlü katedralin Ana Cephesi için Barok süslemeleri bakımından dünya çapında önem taşıyan görkemli bir proje hazırlamış ve bu proje aynen uygulanmıştır.
Alonso Cano, ressamlıkta sanat tarihinin en başta gelen ünlü ressamlarının bazılarına özgü yaratış esprisini kendi eserlerinde aynen yansıtmaya çalışan bir eklektizm yanlısı (éclectisme), yani Seçmeci’dir. Ve özellikle en başta gelen İtalyan ressamlarından Tiziano, Correggio ve Veronese gibi ünlülerden geniş ölçüde etkilenmiştir. Sevilla Katedralindeki Meryem Ana (Madonna) ve Granada Katedralindeki Meryem’in Yedi Neşesi adlı Sikl (Cycle) türünde, yani eserin konusunu Bölümler halinde, birbirini tamamlayıcı Cycle’lar halinde tanıtan, 7 bölümlü tablolardan oluşan eserler, Alonso Cano’nun “eklektik” (seçmeci) nitelikli tablolarının en önemlilerindendir.
Alonso Cano daha çok heykelcilikte önemli eserler meydana getirmiştir. Sanatçının Barok stilde âdeta resim yaparcasına oluşturduğu heykellerine, konuşurmuşçasına oluşan bir izlenimcilik ile sert bir realizmanın ortaya koyduğu kendine özgü bir anlatım esprisi egemen olmaktadır; ve sanatçının bu konudaki en önemli heykelleri ise şunlardır: Sevilla’daki San Julian kilisesinde bulunan Lekesiz Hamile (Meryem Ana) heykeli; Granada Katedralindeki Adam ve Havva haykelleri; Murcia’daki San Nicola Katedralinde bulunan Kutsal Antonius heykeli; Segovia Katedralindeki İsa Çarmıhta heykeli.
Güney Hollanda heykelciliğinde Barok stil, gerçek anlamıyla o bölgenin ünlü ressamı Peter Paul Rubens’in (1577-1640) yaratış esprisi doğrultusunda gelişip olgunlaşmıştır. Hollandalı Barok heykelcilerin en başında Anvers’li Artus Quellinus (1609-1668) ile Gabriel Grupello (1644-1730) ve L. Faidherbe gibi sanatçılar gelmektedir. Bunlardan başka Giovanni da Bologna ve François Duquesnoy adlı sanatçılar ise, heykelcilik ile ilgili çalışmalarını İtalya’da sürdürmüşlerdir.
Kuzey Hollanda’daki Erken-Barok döneminin en başta gelen sanatçılarından Adriaen de Vries (1556-1626) çalışmalarını Almanya’da geliştirmiştir ve Augsburg’da yaptığı Çeşme ile ün kazanmıştır.
Fransa’da, İtalyan Barok sanatçısı Giovanni da Bologna’nın Fransız Baroku’na olan etkisi çok önemlidir; ve bu etki, Fransa’da büyük çapta Barok eserlerin meydana gelmesine olanak sağlamıştır. Fransız Barok stilinin en ünlü sanatçıları arasında Pierre Franqueville (1548-1616) ve Simon Guillain (1589-1658) adlı heykelciler önemle yer almaktadırlar.
Fransız Barok heykelciliğinde ulusallaşma hareketi, ilk olarak François Anguier (1604-1669) ve Michel Anguier (1612-1686) kardeşlerin eserleriyle başlamıştır. Bununla birlikte Fransa’da ulusal nitelikli Barok heykelciliğinin en başında anılması gereken büyük sanatçı Pierre Puget’dir; ve bu ünlü sanatçıya aşağıda etraflıca değinilecektir:
Pierre Puget ve en önemli eserleri: Fransa’nın 17. yüzyıldaki Barok heykelcilerinin en başında gelen Pierre Puget (1622-1694), Paris, Cenova ve Toulon gibi Fransa ve İtalya’nın belli başlı kültür ve sanat kentlerinde İtalyan heykelcilerle çalışarak kendini yetiştirmiş ve özellikle Lorenzo Bernini çapında zamanının en başta gelen İtalyan Barok heykelcisinden geniş ölçüde etkilenmiştir.
Pierre Puget’nin, insanın bedensel varlığını oluşturan organların harekete yönelik sınırsız zenginliğini biçimlendirmede olduğu kadar, meydana getirdiği figürlerin gerek davranış, gerek yüz ifadelerine alabildiğine orijinal bir anlatım esprisi verebilmiş olması da, tamamen kendi yaratıcılık yeteneğinden güç alan eşsiz bir başarı olmanın önemini taşımaktadır.
Puget’nin, zamanında Barok stildeki heykel sanatına kazandırmış olduğu eserlerin en önemlilerine gelince: Bunların arasında Toulon kentinin Belediye Sarayı için meydana getirmiş olduğu Kariatidler figürlü Portal (Cümle Kapısı); Puget’nin, bu eseri, Atina’nın antik döneminde Akropolis tepesinde bulunan Erechtheion adlı binanın küçük bir bölümünün çatısını, mermer sütunlar yerine oluşturulmuş, boylu boslu mermer kadın figürlerinin taşımakta olmalarından etkilenerek yapmış olduğu açıkça görülmektedir ki, böylesine bir uygulayış, Milattan önceki Antik Sanat’ı biçimlendirmede olağanüstü rolü olan klasik ama özgür esprinin 17. yüzyıl Barok stilini de ne derece etkilemiş olduğunu apaçık kanıtlar niteliktedir.
Pierre Puget’nin öteki önemli yaratışları da şunlardır: Hercule Gaulois (Galyalı Herkül) adlı mermer heykel (Paris Louvre Müzesi, 1660); Ambrosius ile Aziz Sebastian’ın mermer heykelleri (Cenova’daki Santa Maria di Carignano kilisesi, 1665); Milon de Croton (Krotonlu Milon) adlı mermer grup halindeki eser (Paris Louvre Müzesi, 1672-82); Andromeda’yı Kurtaran Perseus adlı mermer rölyef (1684); İskender ile Diogenes’in Karşılaşmaları adlı mermer rölyef (Paris’te, bitirilişi 1692).
Puget, yukarıda belirtilen en önemli eserlerinden başka, zamanındaki büyük yelkenli gemilerin en üst güvertesinin öndeki Burun (Galion) bölümünü sanat eserleriyle süslemek amacıyla birçok figür ve süs araçları için projeler de yapmıştır ve bunların çoğunu uygulamıştır.
Fransa’da aynı dönemde eser vermiş Barok heykelciler arasında iki sanatçı daha vardır ki, bunlardan François Girardon (1628-1715), Richelieu’nün Anıtkabrini yaparak meşhur olmuş (Paris, Sorbonne); Antoine Coysefox (1640-1720) ise Mazarin’in Anıtkabrinin heykelcisi olarak tanınmıştır (Paris, Louvre Müzesi).
Almanya’daki Erken-Barok döneminin ünlü heykelcileri ile tanınmış eserleri ise şunlardır: Melchior Barthel (1625-1672), Venedik’te Santa Maria de’Frari kilisesinde bulunan Venedik Doju Giovanni Pesaro’nun Anıtkabrinin heykelcisi olarak tanınmıştır; Hans Reichel, Augsburg’daki Askerî Müzede bulunan grup halindeki St. Michael heykelini yapmıştır; Jörg Zürn, Überlingen’deki Münster kilisesinin Dua Nişi’nin (mihrabının) heykelcisi olarak zamanında geniş ilgi uyandırmıştır.
Alman Barok stilinin en başta gelen ve dünya çapında üne sahip olan heykelcisi Andreas Schlüter’dir (1664-1714). Bu heykelci, daha çok Hollanda Barok stilinden etkilenerek, olağanüstü derecede güçlü ve dekoratif açıdan büyük önem taşıyan eserler meydana getirmiştir. Schlüter’in zamanında geniş çevreleri etkilemiş olan eserleri arasında yer alan en önemli heykelleri ise şunlardır: Alman hükümdarı Büyük Kurfürst’ün Berlin’de bulunan at üstündeki heykeli; Berlin’deki Askerî Müzenin (Zeughaus) avlusundaki duvarlarda çepeçevre yer alan ve ölmek üzere olan savaşçıların ıstıraplı yüzlerini sembolize eden rölyef halindeki maskeler ile Berin Dom’unda meydana getirdiği Kral I. Friedrich ile eşinin Anıtkabirleri.
Avusturya’da ünlü Barok heykelcilerin en başında Raphael Donner (1693-1741) gelmektedir. Bu sanatçı, zamanında oldukça güçlü ve ağır kapsamlı bir düzeye erişmiş bulunan İtalyan Barok heykelciliği ile, zarif, ince ve akıcı bir anlatım özelliğini yaratmada rakipsiz olan ve gücünü Fransız klasisizminden alan Fransız heykelciliği arasındaki yerini, kendine özgü bir üslûpla almaya özen göstermiş ve böylesine bir olgunluğu elde etmede başarılı olmuştur. Raphael Donner’in en önemli eserleri şunlardır: Alman imparatoru IV. Karl’ın Viyana’da Belvedere Sarayı’ndaki mermerden işlenmiş grup halindeki heykeli ile, Viyana’daki Neues Markt’ta (Yeni Pazar’da) bulunan anıtsal Çeşme.
Avusturya’ya özgü Barok sanatında büyük bir yaratıcı olarak tanınan Balthasar Permoser (1651-1732) ise, büyük çapta oluşturduğu eserler ile olduğu kadar, fildişi oymacılığında meydana getirdiği küçük boyutlu eserleri ve Dresden’deki Zwinger Müzesi’nde bulunan heykelleriyle geniş çevrelerde büyük bir ilgi ile tanınmıştır.

İtalya’da ve Batının önemli kültür merkezlerinde Barok Resim Sanatı:
İtalyan Barok stilindeki resim sanatı, Görsel Sanatlar’ın öteki dallarından daha şanslıdır; ve bu şans, Batının İtalya dışındaki ülkelerinde, Barok resmi zenginleştirmede de başarılı olmuştur. Ne var ki 17. yüzyılın Barok Resim Sanatı, Antik Dönem’in Grek sanatına getirdiği klasik ama özgürce yaratış anlayışından olduğu kadar, Yüksek-Rönesans dönemindeki Klasisizm’den de geniş ölçüde etkilenmiştir; ve bu çok önemli sanat olayının gözden uzak tutulmaması gerekir.
İtalyan Barok stilinde resim sanatı, Batının İtalya dışındaki kültür merkezlerinde, -Mimarlıkta ve Heykelcilikte de olduğu gibi- ülkelerin düşünsel ve duygusal birikimlerine az çok farklı doğrultularda gelişmiş olmasına karşın, oluşum ve gelişimini gene de Barok-Teknik ve Barok-Estetiğe egemen olan organik kuruluşa sımsıkı bağlı olarak sürdürmüştür.
Yalnız şurası da kesinlikle bilinmelidir ki, Barok Üslûp’taki resim sanatı, Rönesans resim sanatı karşısında, yaratıya konu bulma yolunda o zamana kadar elde edilmiş olan başarının çok daha fazlasını elde etmiş ve böylesine bir arayışı, akıllara hayret veren bir çaba ile alabildiğine güçlendirmede de başarılı olmuştur.
Barok resim sanatının bir başka özelliği de şöyledir: Bu sanatta, Rönesans’ı karakterize eden Klasisizm’in dışa dönük “form” prensibi doğrultusunda, yani tam bir açıklıkla görülüp izlenmesi gereken salt “güzellik” ortadan kalkmaktadır; ve onun yerini, izlenimlere özgü davranışlar ile içe dönük “sevgi” ya da “tutku”nun oluşturduğu, zaptedilmez bir “aşk”, “ıstırap” ya da “şiddet” veya “coşkunluk” türünden ateşli, içlendirici, dokunaklı, yani “patetik” (pathétique) serüvenler almaktadır.
Burada insan yüzünün anlatımda alabildiğine güçlendirilmesi, insan bakışlarının büyük bir ıstırapla ileriye yönelik olması, Engizisyon mahkemelerince işkence ile öldürülenlerle ilgili sahnelerin işlendiği tablolarda, ya da duvar resimlerinde tüm açıklığı ile dile getirilmiştir; ve bu tür resimler Martir Sahneleri olarak adlandırılmışlardır.
Barok resmi Rönesans anlayışından ayıran çok önemli bir baka özellik de, dindışı eserlerin, yani din ile hiçbir ilişkisi olmayan dünya olaylarıyla ilgili Profan (Profane) olay ve öykülerin de Barok Stil’deki resim sanatına konu olmaları, hatta bu tür eserlerin dinsel resim sanatını gitgide geride bırakıp zamanla daha da ön planda yerlerini almış olmalarıdır.
Rönesans sanatında konunun âdeta resim yaparcasına görünümünü sağlayan Görsel-İdeal, Barok stilde yapılmış bir resimde, sadece resim sanatına özgü bir uygulama idealinin oluşumu doğrultusunda değerlendirilmiştir.
Barok üslûpta meydana getirilmiş bir resimde ışık ile karanlık, yani aydınlık ile gölge, işlenecek konunun kuruluşuna yönelik etkileri bakımından olağanüstü önem taşımaktadır; hatta bu alanda, renklerin anlatım özelliklerine göre kullanılmalarına yönelik kesinleşmiş prensipler de büyük çapta önem taşımaktadırlar. Ve böylelikle renklerin sahip oldukları anlatım kapasitelerine göre değerlendirilmelerine büyük ölçüde özen gösterilmiştir ki, aynı davranış ile çok-sesli müzik sanatında da karşılaşılmaktadır. Nitekim müzikte kullanılan seslerin titreşimle oluşturdukları renk farklılıkları da kompozisyonlardaki sembolik (symbolique) anlatım esprisine, yer yer âdeta can verirmişçesine değerlendirebilme felsefesine yardımcı olmaktadır. Görülüyor ki resimdeki “renk” ile müzikteki “ses”, sanatsal anlatım esprisine eşdeğerde sembolik anlam kazandıran faktörler olmanın niteliğini taşımaktadırlar; ama burada gene de yaratıcı sanatçının, bu iki eşdeğerden birini sanatında anlamsal doğrultuda değerlendirebilmesinde her bakımdan hazırlıklı olmasının oynayacağı rol büyüktür.
Resim sanatında, boşlukta yüzeysel planda yer alan eşya ve nesnelerin bulundukları yerlere göre oluşturdukları uzaklık ve yakınlığın, bunları seyreden göze göre oluşturdukları görünüm zenginliklerinin, yani bilimsel terimiyle Perspektif’in yardımıyla meydana gelen estetik başarı, ne derecede sevinçli sonuçlar verirse versin, sanatçıyı, üzerine resmin işleneceği yüzeyin tek bir estetik boyut olmanın niteliğini taşımasından ötürü vakit vakit üzebilmesi olasılığını da gözden uzak tutmamak yerinde olur. Ne var ki ressam, perspektifin yardımıyla olsun, boşlukta gördüklerini gereğince, hatta cesaretle kısaltarak başarılı olmaktadır; ve ayrıca ışık ile gölgenin karşılıklı oluşturdukları estetik tezatla meydana getirdiği olağanüstü etkiyi sonsuza dek başarıyla sürdürmektedir; ve bu başarı, güçlü bir ressamın en üstün zaferidir de.
Barok resim, Batının bazı ülkelerinde, kendine göre bir özellikle oluşup gelişmiştir. Örneğin İtalya’da Barok resim, iki ayrı doğrultuda yan yana gelişip olgunlaşmıştır. Bunlardan biri, büyük ressam Caravaggio ile başlayıp, “Heyecanlı bir Doğacılık”tan (Naturalisme-Pathétique) güç alarak ulu bir görkemliliğe erişmiş olan Barok türüdür ki, bu tür, sağlam ve kalıcı etkinliğiyle, arkadan gelen kuşakları da elde etmede başarılı olmuştur.
İtalya’da Barok resmin heyecanlı bir Naturalizma’ya, yani Patetik doğrultuda gelişen bir Naturalizma’ya dönüşümünün en güçlü sanatçısı, Michelangelo Merisi da Caravaggio’dur (1571-1610). Nitekim Caravaggio, sanatında Erken-Barok’un en başta gelen ilk ressamı olarak, özellikle insan vücudunu, aslından hiçbir şey kaybetmeden ve alabildiğine güçlü bir duyarlılıkla, izleyene olduğu gibi sunmada olağanüstü başarı elde etmiştir. Erken-Barok’u karakterize eden temel faktör ise sadece ve sadece böylesine bir Naturalizmadı; ve Caravaggio, bundan dolayı “aydınlık” ile “karanlığın”, yani “gölge” ve “ışığın” tam bir uyum içinde değerlendirilmesinde eşsizdir (Sfumato Tekniği).
İtalya’da Erken-Barok’un Caravaggio yanlıları ile gelişen resim sanatına geniş ölçüde katkıda bulunan sanatçılardan; İspanyol asıllı ressam ve gravürcü Jusepe de Ribera (1591-1652) ile İtalyan asıllı ressam, gravürcü ve şair Salvator Rosa (1614-1673) ve teknikte virtüozluğa ulaşan ressam ve gravürcü Luca Giordano (1634-1705), Napoli Okulu’nun kuruluşuna geniş ölçüde katkıda bulunmuşlar ve böylece Caravaggio’dan sonraki Barok türün meydana gelmesinde etkili olmuşlardır.
Bologna kentinde oluşan Barok Resim türünün en önemli yönü ise, kesin bir Naturalizma’dan, daha doğrusu Doğa Bilgisi üstünde tazelenen Eklektizm’den (eclectisme) güç almasıdır; ve Eklektik sanatta sanatçı, ünlü yaratıcılardan herhangi birinin çok önemli bulduğu bir yönünü, meydana getirdiği eserlerde de aynen tekrarlamaktan kendini alamamaktadır.
Bologna’da Barok resmin gelişimini sağlayan okul, Caravaggi’ler Akademisi adını taşımakla birlikte, daha çok Michelangelo, Raffael ve özellikle Caravaggio gibi en başta gelen öncülerin etkisiyle oluşmuş bir sanat kurumu olarak tanınmaktadır.
Bologna’daki Caravacci’ler Akademisi’nin yetiştirdiği sanatçıların en başında yer alanların meydana getirdikleri eserler, daha çok bina içi dekorasyonları (Mekân Dekorasyonu) türünden eserlerdir ki, bunları yaratan ressamların en tanınmışları şunlardır: Guido Reni (1575-1642), Domenichino lakaplı Domenico Zampieri (1581-1641), Francesco Albani (1578-1660), Guercino lakaplı Giovanni Francesco Barbieri (1591-1666), Giovanni Lanfranco (1582-1647). Bu sanatçılar, aynı zamanda “perspektif” bakımından çok büyük önem taşıyan Tavan Ressamlığı alanında da başarılı olmuşlardır. Bu sanatçıların çoğunlukla büyük boyutlarda meydana getirdikleri mihrap içi resimleri ile tablolar halindeki resimler, yansıttıkları olağanüstü etkideki anlatım güçleriyle, yani sahip oldukları aşırı duyarlılık ve heyecanla, izleyenleri geniş ölçüde etkilemektedirler.
Bu arada Erken Barok türündeki resim sanatı bakımından Floransa ile Roma’da meydana getirilmiş bulunan dinsel nitelikli eserler pek o kadar önem taşımamaktadır. Bu iki kentteki resim ekolleri açısından Floransa için ancak C. Goli, Ch. Allori, C. Dolci ve Pietro da Cortona; Roma için ise A. Sacchi ve C. Marotto adlı ressamlar kurdukları ekoller az çok söz konusu olabilmektedirler. Barok resmi Kuzey İtalya’da temsil edebilecek sanatçının ancak ressam Cenovalı B. Strozzi olabileceği görüşü çoğunlukla benimsenmektedir.
İspanya’ya gelince: Bu ülkenin Barok resim bakımından en çok üstünde durulan kenti Sevilla’dır; ve İspanyol Barok resim sanatının dünyaca ün kazanmış en önemli sanatçıları ise: Diego Velázquez (1599-1660), Bartolomé Esteban Murillo (1618-1662), Francisco de Zurbaran (1598-1664) ve ressam, heykelci ve mimar Alonso Cano’dur (1601-1667).
Velázquez, sanatı ve en önemli eserleri: Diego Rodríguez de Silva Velázquez, aslen Portekizli soylu bir ailenin çocuğudur. Resim sanatında kendini yetiştirmeye karar verince Pacheco’ya öğrenci, sonra da gene aynı hocaya damat olmuştur (1618). Daha başlangıçta bile güçlü bir Gölge-Işık (Sfumato) etkinliği altında ülkenin köylü ve halk tiplerini resimlerinde canlandırmada geniş ölçüde başarılı olmuştur (Saka, İhtiyar Aşçı Kadın, Wellington Prensi, Sir H. Cook v.b.). 1619’da ayrıca kilise resimleri de yapmaya başlayan Velázquez, daha başka eserler ile de başarılı oldu. Ve sanatçı, kendisiyle çok yakından ilgilenen Juan de Fonseca y Figuerosa’nın yardımıyla Madrid Kral Sarayı ile de ilişki kurmayı başardı ve 1623’te Kral IV. Felipe’nin resmini yapmakla, yani Portre alanında da ilk eserini meydana getirmekle, kendisine yönelik büyük bir ilginin süratle gelişimine imkân sağlamış oldu. Fakat bu eser sonradan kayboldu ve nerede olduğu bugün de bilinmemektedir. Velázquez, gene aynı yıl saray ressamlığına atandı; ve Madrid’teki eski Alcazar Sarayı’nın antika mobilya ve mefruşat türünden tarihsel eşyalarının bakımına ve gereğince korunmalarına yönelik işlerle görevlendirildi.
Velázquez, 1628 yılında ilk olarak dinsel nitelikli bir eser meydana getirdi ve İsa Çarmıhta adını taşıyan bu eserle kendini sanat dünyasına daha yakından tanıtmada başarılı oldu; ve bu tablo günümüzde Madrid’deki Prado Müzesi’nde bulunmaktadır.
Velázquez, 1630 yılında dünyaca tanınmış eserleri arasında önemle yer alan Bachhus adlı tablosunu meydana getirdi ki bu eser Los Borrachos, yani Sarhoşlar adıyla anılmaktadır. Velázquez’in bu tarihe kadar oluşturduğu eserler, sanatçının Plastik Sanat alanında meydana getirdiği eserlerin en ufak detaylara kadar taşıdıkları özellikleri ne derecede üstün bir Natüralist anlayışla işlenmiş Erken-Velázquez-Stili’nin yaratıları olduğunu açıkça kanıtlar niteliktedirler.
Velázquez, çok yakından gidip görmek istediği Roma’da ilk olarak 1629-31 yılları arasında bulunmuş ve İtalyan Rönesansı’nı yakından inceleme imkânını da gene aynı tarihlerde elde edebilmiştir. Ve bu yolculuğun ilk ürünleri arasında Yusuf’un Kanlı Gömleği adlı eser önemle yer almaktadır. (Bu eser günümüzde Madrid yakınlarındaki Escorial Müzesinde bulunmaktadır.)
Velázquez, ilk olarak gençlik yıllarının başlarında, yaşamının yepyeni bir yaratış dönemine girmiş oldu; ve sanatçı ilk olarak bu dönemde resim sanatının anlatımda etkinliğini, yüzeysel planda genişletme esprisine dayalı olarak gerçekleştirmede olağanüstü başarı elde etti (1631-48). İşte gene bu dönemde Velázquez, Madrid’de İspanya Kralı IV. Felipe’nin sarayında, durup dinlenmek bilmeyen bir yaratış sevgisine kendini kaptırarak, en önemli eserlerini büyük bir istekle verebilme stadına ayak basmış oldu.
Velázquez, yalnız Madrid’deki Kral Sarayı’nda değil, aynı zamanda krallığın Buen Retiro adlı rezidansında da büyük küçük birçok eser meydana getirmiştir. Bu tabloların betimledikleri ünlü kişilerle ilgili adlar ile bu eserlerin hangi kentlerin hangi müzelerinde oldukları, adlardan hemen sonra gelen parantezler içinde gösterilmek üzere aşağıda aynen belirtilmiş bulunmaktadır, şöyle ki: Velázquez’in Buen Retiro sarayında yaptığı en büyük ve en önemli tablo, “Breda Kentinin Teslim Oluşu” adlı tablodur; ve bu eser İspanya’da “Las Lanzas” adıyla anılmaktadır; ve bu söz “mızraklar” anlamına gelmektedir (Madrid Prado Müzesi); Infante Baltasar Carlos (infante, sarayın soylu erkek çocuklarına verilen lakap) (Madrid Prado Müzesi, Boston Müzesi ve Londra Vallace Kolleksiyonu); Infante Olivares (Madrid Prado Müzesi ve St. Petersburg Ermitage Müzesi); Modena Prensi II. Francesco (Modena Müzesi); Benavente Kontu Juan Pimantel, Pablillos de Valladolid, Juan de Austria (Madrid Prado Müzesi).
Velázquez, Madrid’de İspanya Kralı IV. Felipe’nin sarayında çalışırken, her eserine olduğu gibi kralın resmine de özen göstermiş ve bu tablo da sanatçının sayılı eserlerinden biri olarak meydana gelmiştir (Madrid Prado Müzesi, Londra National Gallery).
Velázquez’in dinsel eserleri arasıonda en başta geleni: “Sütun Önünde İsa” adlı tablodur (Londra National Gallery).
Büyük sanatçının ikinci kez Fransa’ya gidişi 6149/51 yıllarında gerçekleşmiştir; ve bu yolculuğun temel amacı, Madrid’deki Kral Sarayını süslemek için lüzumlu sanat eserlerini satın almak ve bu eserlerle sarayı süsleyecek olan ustaları angaje etmektir; ve Velázquez bu süre içinde Papa X. Innocentius’un portresini yapıp bitirmiştir (1650). Bu eser günümüzde Roma’daki Doria Sarayı’nda bulunmaktadır.
Sanatçı, hayatının son yıllarında Saray Mareşallığı ile Galeri Yönetmenliğine atanmıştır; ve gene aynı tarihlerde Portre ressamlığına önem vermiş ve uygulamaya yönelik Geniş-Fırça tekniği ile en olgun eserlerini oluşturmuştur ki, bu süre içinde Velázquez-Stili’nin üçüncü ve son yaratış döneminin en olgun eserleri meydana gelmiştir. Bu dönemin en başta gelen eserleri aşağıda kısaca açıklanmıştır: “Infantaiv Margarita, Saraydaki Atölyede Nedimelerle Birlikte”; bu tablonun İspanyolca adı ise “Las Meninas” yani “Nedimeler”dir; “Halı Atölyesinde Halı Dokuyan Kızlar”; bu eserin İspanyolca adı ise “Las Hilenderas”dır; bu sözcük “yün eğiren kızlar” anlamına gelmektedir (Madrid Prado Müzesi); “Venüs ile Cupido”; bu son eser, İspanya’nın en eski resim ekolünden kalma mitolojik bir konuyu canlandırmaktadır ki, burada Venüs ile Cupido (Eros) arasında Personifikasyon (Bedenleşme) yoluyla oluşan bir “aşk” sahnesi yer almaktadır; ve bu eser, en eski İspanyol resminden kalma tek konuyu oluşturur.
Velázquez’in eserleri, izleyeni daima heyecanlandıran, ama gene de tüm gücüyle gerçeği anlatan tam mükemmelliğin doruğuna erişmiş bir yaratış olmanın niteliğine sahiptir. Onun eserlerindeki ince, hafif ve narin renklerden oluşan ve âdeta gümüş tellerden yansıyormuşçasına duyulan sesler, taze ve yer yer işitilen İzlenimciliğe (Impressionnisme) yönelik bir “DOĞA” görüntüsünü yansıtmada da başarılı olmaktadır. Çünkü zamanımızın bazı sanat eleştiricilerinin Velázquez’i özellikle son tablolarında, 19. ve 20. yüzyıllar arasında Fransa’da meydana gelmiş olan Empresyonist anlayışa ilk ışığı tutan yaratıcı olarak görmelerinde pek o kadar hatalı olmadıkları bir gerçektir. Nitekim Velázquez, Fransız Empresyonizminden 250 yıl kadar önce, resimde atmosfere hareket ve canlılık vererek, izlenimci eğilime biraz olsun ışık tutmuş ve izleyiciyi duygusal yoldan heyecanlandıran az çok Empresyonist bir izlenimin meydana gelmesinde de başarılı olmuştur. Çünkü Fransız Empresyonizminin de yaratıcılıktaki temel amacı, atmosferdeki hareket ve renk faktörlerini, canlılıklarından hiçbir şey kaybetmeden ayakta tutabilme esprisinden güç almaktadır; ve böylesine bir anlayışı zaman içinde bilimselleştirmektedir.v
Velázquez’in eserlerinin büyük bir kısmı Madrid’deki Prado Müzesi’ndedir; bununla birlikte sanatçının eserleri, Batının ünlü müzelerinden biri olan Viyana’daki Sanat Tarihi Müzesi (Kunsthistorisches Museum) ile Londra’daki Ulusal Galeri’de de (National Gallery) geniş ölçüde yer almaktadır.


i Perspektif, boşlukta yüzeysel planda yer alan eşya ve nesnelerin, bulundukları yerlere göre oluşturdukları uzaklık ve yakınlığın, bunları seyreden göze göre meydana getirdikleri fiziksel, hatta estetik farklılıkların görünümü anlamına gelmektedir.


ii Sabiner’ler, İtalya’nın batısında çok eski zamanlarda yaşamış ve hatta Roma’ya egemen olmuş bir halk olarak bilinmektedir. Romalılarla çok eski tarihlerde ilişki kurdukları sanılan Sabiner’lerin, ülkede açıkça egemen oldukları ve Roma’da yönetimi ele geçiren Numa Pompilius adlı bir Sabiner’in Roma Kralı unvanı ile ülkeyi yönetmiş olduğu sanılmaktadır. Romalıların, Sabiner’lerin güzel kadın ve kızlarını sık sık kaçırdıkları da söylenenler arasında önemle yer almaktadır. Onun için Barok stilin ünlü heykelcisi Giovanni da Bologna, bu konuya önem vererek Sabiner’in Kaçırılışı adlı ünlü heykelini yaratmıştır.


iii Grek mitolojisine göre Tanrı Apollo: Temiz Yürekliliğin, Şiirin, Müziğin, Gençliğin, Sağlık Biliminin, Kehanetin = Falın, Sanat Perilerinin = Müz’lerin, Çiftçilerin, Sürülerin, Gemi İle Yola Çıkanların koruyucusu, savaşın yardımcısıdır ve daha birçok işle olumlu doğrultuda uğraşan Apollo, Greklerce olağanüstü saygı ve sevgiyle Baştanrı olarak benimsenmiştir; ve Romalılarca, Grek Tanrıları arasından seçilen Tanrıların da ilki olmuştur. Antik Dönem’in Baştanrısı Apollo, Tanrılar-Tanrısı Zeus’un Leto’dan olan oğludur ve ikiz kız kardeşi Av Tanrıçası Artemis ile birlikte Delos adasında dünyaya gelmiştir.


iv İspanyolcada “infante” ve “infanta” sözcükleri, kralın sarayda yaşayan kız ve erkek çocukları için kullanılan lakaplardır.


v Fransa’da 1839-1935 yılları arasında dünyaya gelip, zamanla Empresyonizmi yaratan ve bu tür yaratıcılığın dünya çapında benimsenmesine geniş ölçüde emekleri geçmiş bulunan dört Fransız Empresyonist ressam şunlardır: Claude Monet (1840-1926), Alfred Sisley (1839-1899), Pierre Renoir (1841-1919), Paul Signac (1863-1935).

Yüklə 131,68 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə