Sayım Çınar’ın Müge İplikçi’yle gerçekleştirdiği söyleşi



Yüklə 235,5 Kb.
Pdf görüntüsü
tarix01.07.2018
ölçüsü235,5 Kb.
#52843


Medyatava

Sayım Çınar’ın Müge İplikçi’yle 

gerçekleştirdiği söyleşi

Ülkemizde edebi anlamda yazan kadınların azlığını neye bağlıyorsunuz?

Dışarıdan naif, demokrat, hoş bir ortam gibi görünebilir ancak oldukça sert kuralları olan ve genellikle 

erkek egemen eğilime yatkın bir yerdir edebiyat dünyası. Üstelik sadece Türkiye için geçerli değildir bu. 

Kabul gördükten sonra rahat edersiniz. Ama benimsenmeniz için, nereden bakarsanız bakın bir çeyrek 

ömrü feda etmeniz gerekir. O zaman süresince ne yazık ki bir erkek yazar kadar zeki, öngörülü ve maharetli 

‘olamadığınız’ hemen her fırsatta size hatırlatılacaktır. Katlanması güç bir durumdur bu. 21. yüzyılda bile 

tam manasıyla aşamadığımız bir gerçek, ne yazık ki.

 

Çocuklar için yazdığınız kitap Uçan Salı’da, İstanbul’un kaybolan sembollerinden biri olan Salı Pazarı’nı 



küçük bir çocuğun hayalleriyle yeniden canlandırdınız. Bu kitabı yazmanızı neye bağlıyorsunuz?

Kadıköy’deki Salı Pazarı’nın taşınmasına üzüldüm. Trafik rahatlamış olabilir ama onun taşınmasıyla birlikte 

o meydan öksüz kaldı. Meydan öksüz kalırken benim gibi birçok insanın çocukluk anıları da uçup gitti. Ben 

çocukluğumun hayallerle örülü bölümünün bir parçasını o pazara bırakmış biriyim. Rahmetli anneannemle 

o kadar çok gitmişliğimiz vardır ki o pazara. O kadar birbiriyle alakasız şey almışlığımız ve coşkuyla eve 

dönmüşlüğümüz. İtfaiyenin olduğu yerde eskiden tramvay müzesi vardı. Beni her pazara götürdüğünde 

o tramvay müzesine de bir biçimde uğrardık. O müzenin içinde İstanbul’un binbir semtine gider sonra 

yine Salı Pazarı’na dönerdik. Kaldı ki o tramvayların içersinde cansız mankenler de vardı. Canlı cansız 

karışık yolculuklardık! O loş mekandaki tuhaf tramvay yolculuklarımızdan biriniArkası Yarın kitabımda 

anlatmıştım. Öykünün adı “Zaman Zaman”dı. Canlıyla cansızın, şimdiki zamanla geçmişin hikayesi 

arasında gidip gelen bir öyküydü. Dışardaki pazar seslerini ise o öyküye taşımamıştım. O sesleri kağıda 

dökmek Uçan Salı’ya nasip oldu!

 

Sizi çocuklar ve gençlerle buluşturan ne oldu? Türkiye’de çocuklar ve gençlerle kitap arasında kurulan 



ilişkiyi nasıl tanımlıyorsunuz?

Yaklaşık yirmi yıllık öğretmenlik deneyimim var. 10-11 yaşındaki ilkokul çocuklarından ellilik ‘gençlere’ 

kadar uzanan bir yaş diliminde renkli birçok insanla, farklı coğrafyalarda bu deneyimimi paylaştım. Özel-

likle gençlerle ya da ruhu hep genç kalmışlarla çalışmanın ayrı bir yeri ve değeri mevcut benim için. Onların 

zindeliği, dinamizmi beni büyüler. Yazarlık asıl mesleğim, çok zamanımı almaya başladı artık ama ben yine 

de ucundan kıyısından öğretmenliğimi yapmaya devam ediyorum. Bilgi Üniversitesi’nde hâlâ yarı zamanlı 

olarak onlarla buluşuyorum ve bundan çok keyif alıyorum. Çocuklar-gençler ve Türkiye: Her zaman zorlu 

bir denklem olmuştur. Buna bir de kitabı eklersek iş daha da karışır. Çocuklara ya da gençlere okumanın 

yaşamak olduğunu anlatmanın bir yolu olmalı. Ama öncelikle yaşamın değerinin ne olduğuna biz büyüklerin 

karar vermesi gerekiyor. Yaşamak sadece para, mevki kazanmak mıdır yoksa küçük bir nehirden okyanusa 

ulaşabilecek bir serüven mi? Kaldı ki nehir yatağınızı derinleştirirken para da kazanabilirsiniz.

 

 



 

Bütün çocuklar gibi, hayalle gerçeği bir arada yaşayan Sibel’in en çok yapmak istediği şey uçmak. Siz kendi 

çocukluğunuza döndüğünüzde daha çok neyi hayal ederdiniz?



Uçmak benim hayallerimden biriydi. Zaman içersinde yolculuk yapmak, dahası ışınlanmak da çok ilgimi 

çekerdi. Bunda elbette Uzay Yolu hastası olmamın bir rolü var. Dünyaya dışardan bakmak, farklı gezegen-

lere gitmek de hayallerimin arasındaydı. O dönemlerde okuduğum Red Kit de beni farklı yerlere çekmedi 

değil. Çizgi roman okumayı o zaman da çok severdim. Zagor vazgeçilmezlerimdendi. Bunu farkeden an-

nem beni benzer ama başka bir yöne sevketti. Milliyet Çocuk Dergisi o dönemde çağdaş klasikleri çizgi 

roman olarak yayımlıyordu. O derginin benim kuşağıma kattıklarını asla göz ardı edemem. Çizgi roman 

olarak yayımladıkları o klasik eserler, benim bugünkü edebiyata duyduğum sevginin temellerini atmıştır. 

Dostoyevski’yi, Balzac’ı bu çizgi romanlarla tanıdım ilk. Kendiliğinden gelişen bir süreçti. Ve sonra bu 

yapıtların hafifletilmiş olanlarını, derken asıllarını okumaya başladım. Sonra ‘tamam’ dedim ‘ben yazar 

olacağım.’ Sırası gelmişken söyleyeyim: Şimdilerde çizgi roman sektöründeki gelişmeleri görüyor ve mutlu 

oluyorum. Kuşaktaşı birçok çocuk gibi kitap okumaktan pek haz etmeyen oğlum geçen gün benden çizgi 

roman halinde basılmış olan Dracula’yı istedi ve biraz zorlansa da kitabı okudu. Annemin yolundan gidip bu 

işin takipçisi olacağım; bakalım nereye varabileceğiz.

 

Kadın Sorunları ve Araştırmaları Bölümü’nde ve ABD’nin The Ohio Eyalet Üniversitesi’nde uzmanlık 



eğitimi aldınız.Türkiye’de yaşayan kadınların sorunları size neleri hatırlatıyor?

Bir üçüncü dünya ülkesi olduğumuzu hatırlatıyor. İlk önce temsil edilme anlamında meclisteki hale bakalım: 

Son derece sorunlu. Kadın hak ve özgürlüğünde yaşanacak açmazları ilk elden çözecek olan siyasettir. Çok 

az kadın milletvekili var şu an mecliste; bırakınız erkek milletvekillerini yönlendirmeyi, kadın sorununu 

görmekten uzaklar. Kota uygulamasının hayata geçirilmesinin önemli olduğunu düşünenlerdenim. Buna 

karşı çıkıp ‘asıl eşitsizlik bu’ diyenleri ise ‘eşit olmayı’ yeniden düşünmeye davet etmek istiyorum. George 

Orwell’in Hayvan Çiftliği’nde söylediği gibi: Bazıları eşittir ama bazıları daha eşittir. ‘Daha eşittir’ derken 

imtiyazlı olanları kasteder Orwell. Dolayısıyla eşitlik teorik olarak mevcuttur ama pratikte eşitlik filan yok-

tur! O halde eşitlik prensibi için yeniden düşünmeli ve iyi niyetle derde derman olucu çözümler bulmalıyız.

 

Medyanın uzman yazarları güçlü kadın yazarlardan hep çekiniyorlar. Perihan Mağden; Nuray Mert ve de 



Müge İplikçi gibi yazarların gücü nereden geliyor?

Güçlü kadın yazar… Böyle bir imgemin olup olmadığını bilmiyorum. Varsa iyi, hayır demem. Bu bizim gibi 

toplumlarda kadınları koruyan bir kalkandır. Öte yandan güç dendiğinde kafam biraz karışıyor. Güç, iktidarı 

çağrıştıran bir sözcük, hatta iktidar demek. Ben bu noktada kadınlara biçilen gücün sağlam olmak, sağlam 

kalabilmek anlamına gelmesini tercih ederim. Bir ağaç gibi olabilmeyi hayal ederim; dalları gökyüzüne 

uzayan, kökü derine inen canlı, yıllanmış, bilge bir ağaç olabilmek.

 

Son dönemlerde edebiyat dışı yayımlanan kitapların bolluğunu neye bağlıyorsunuz? Toplumdan uzaklaşan 



yazarların çokluğunu neye bağlıyorsunuz?

Burada yazarı suçlu bulmuyorum. Yazarı farklı yerlere çekip, o noktalarda onu eğip bükmeye çalışan 

ideolojik yapıya bakmamız gerekiyor sanki. Yaldızları, cilayı kaldırdığımızda ne var, ona bakmak gerekiyor. 

Günümüzde yazarın başına gelenler, düşüncenin, kültür ve sanatın başına gelenlerle eş. O halde çok ciddi 

bir yağmalama ve yok sayma eğilimi var. Bunu görmemiz gerekiyor. Bunu çözmeden yazar niçin toplumdan 

uzaklaşıyor sorusunu sormanın pek bir önemi de yok. Nihayetinde yazar da bir insandır ve yazdıklarıyla 

hiçbir şeyi değiştiremediğine tanıklık etmekten yorulmuş olabilir. İslamcısı, liberali, solcusu, kadını, erkeği; 

yazarlığı ve dünyayı ciddiye alan birçok meslektaşımın kendini kara bir deliğe doğru çekildiğini hissettiğini 

biliyorum. Soru ‘neden’ böyle hissettiğimiz sorusudur.

 

Türk medyasının köşe yazarları neden iyi roman yazamıyorlar? Hayat hakikaten onların anlattığı gibi güzel 



midir? Sevgi, çiçek, böcek yazıları çok sıkıcı değil mi?

Gazetecilik ayrı bir meslektir, edebiyatçılık ayrı. Ama ben bardağı dolu olarak görmekten yanayım. Her 

ikisini de çok iyi yapan arkadaşlarım var.

 

Eşiniz Ruşen Çakır da hem yazar hem de televizyoncu. Aile içinde nasıl bir rekabet var? Oğlunuz da ileride 



yazar olmak istiyor mu?

Hemen her ailenin içinde olan bir rekabet bizimkisi. Son derece sade bir hayatımız vardır ev içinde. Kısaca 

söylemek gerekirse kendi halinde bir aileyiz. Oğlumuz yazar olmak istemiyor.



 

TRT 2’nin bugüne dek yayınladığı kitap programlarının deneyiminden yararlanarak hazırlanan Açık Kitap 

nasıl gidiyor? Bu programa tepkiler nasıl?

Program ne yazık ki kaldırılıyor. Oysa iyi tepkiler almaya başlamıştık. Programın kaldırılma gerekçesi TRT 

2’nin haber kanalı olacak olması. Bildiğiniz gibi Okudukça ile başlayan bir gelenekti bu ve Açık Kitap’la 

devam ediyordu. 10 yıllık bir kitap programı konseptinin bu şekilde ortadan kaldırılması gerçekten üzüntü 

verici. Okumayan bir toplumda böylesi programlara, kültür ve sanatı öne çıkaran yayınlara çok ihtiyaç var. 

İşin özü bu.

 

Günışığı kitaplarıyla nasıl çalışmaya başladınız? Mine Soysal hakkında neler söylemek istersiniz?



Yazdığım çocuk kitapları Günışığı Kitaplığı ile günışığına çıkacak! Büyükler için yazdıklarım ise yine 

Everest’ten. Ülkemizdeki çocuk kitapları ve bu kitaplara yönelik bakış açısı yavaş yavaş değişiyor. Günışığı 

Kitaplığı bu işi gerçekten profesyonelce yapan ilklerden. İşlerini ciddiye alıyorlar. Beni Müren Beykan ve 

Mine Soysal ile tanıştıran Semih Gümüş’tür. Gümüş’ün editörlüğünü üstlendiği gençlere yönelik Köprü 

Kitapları serisi için bir kitap hazırlamamı istiyorlardı. Bunu konuşurken elimde ‘hazır’ bir çocuk kitabı 

olduğunu söyledim Müren Beykan’a. O da ‘tamam’ dedi ‘getirin bakalım.’ Süreç böylece başladı. Mustafa 

Delioğlu’nun muhteşem desenleriyle eşlik ettiği gerçek bir ekip çalışmasından sonra Uçan Salıcanlandı. 

Müren ve Mine’ye hem okur hem de yazar olarak teşekkür ediyorum. Yaptıkları iş çok kıymetli: Çocuk 

edebiyatı!

Sayım ÇINAR



 

 

 



14.03.2010

Yüklə 235,5 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə