Selçuklu ve osmanli anadolu’sunda



Yüklə 240,5 Kb.
səhifə1/4
tarix07.08.2018
ölçüsü240,5 Kb.
#60975
  1   2   3   4



SELÇUKLU ve OSMANLI ANADOLU’SUNDA

AHİLİĞİN SOSYO-EKONOMİK GELİŞİM SÜRECİ
Namık Sinan TURAN
ÖZET

Ahilik ortaçağ Anadolu’sunun toplumsal ve kültürel dokusuna yön vermiş kurumlardan biridir. Kökeni Fütüvvet anlayışına dayalı daha çok tasavvufi-ahlaki bir akım görünümündeki bu gelenek Abbasi Halifesi Nâsır Lidînillah (1180-1225) zamanında siyasi bir otoriteye bağlanmıştır. Zaman içinde üretime yönelik bir içerik de kazanan Ahilik Osmanlı İmparatorluğu’nda esnaf örgütlerinin iç işleyişlerini düzenleyen ve iktisadi yaşamı biçimlendiren başlıca teşkilat haline dönüşmüştür. Aşıkpaşazade’nin kurucu dört unsur arasında saydığı Ahiler, II. Mehmet zamanında merkezi devlet anlayışının hakim kılınmasıyla siyasi bir güç olmaktan çıkarak loncaların üretim ilkelerini belirleyen ananevi bir yapıya büründü. Lonca yaşamıyla bütünleşen Ahilik anlayışı loncaların çözülüş sürecine bağlı olarak etkinliğini yitirdi. Bu makalede söz konusu tarihi süreç ve başlıca kırılma noktaları incelenmektedir.



ABSTRACT

The Akhi organisation is an important association that influenced the public and cultural changes in Anatolia during the middle ages. Even though its roots dependes on futuwwa traditions, mystic and moral values, this organisation was put under the state authority by the Abbasid caliphate Nasir Lidinillah (1180-1225). In time Akhi organisation turned in to the primary economical association that regulised the procedures of the trade guilds and the whole economic life. The Akhi organisation, which was labelled as one of the fourth founding entities of the Ottoman Empire in the history written by Ashık Pasha-zade, was also efficient during the initial phase of the Ottoman history. As the Ottoman state became centralised during the rule of Mehmet II, this organisation combined itself with the regulations of the trade guilds and became the basis association of the Ottoman economic life. Howewer the Akhi tradition lost its former power as the Ottoman guilds began to disperse. The article examines the rise and fall of Akhi organisation first as political and than as an economical association and its influences in middle age Islam and Ottoman history.



GİRİŞ

Ortaçağ kurumları ve sosyo-kültürel tarihine dair yapılan çalışmalarda üzerinde durulması gereken noktalardan biri araştırma konusunu oluşturan kurumların gelişim sürecinde etkili olan unsurların ve etkileşim içinde bulundukları kültürel çevrenin belirlenebilmesidir. Bu gerçekten hareket edildiğinde ortaçağ Anadolu’sunun sosyo-ekonomik yapısı içinde güçlü bir konuma sahip olan Ahiliğin tarihsel alt yapısının ortaya konması konuya açıklık kazandırmak açısından önem taşımaktadır.

11. yüzyılın ikinci yarısında kitleler halinde Anadolu’ya giren ve yerleşik hayata geçmeye başlayan Türkler Anadolu’nun içinde bulunduğu siyasal ve ekonomik kargaşadan yararlanıp kendi kurumlarıyla yeni toprakların mirasını sentezleyerek örgütlenmişlerdir. Göçebe kitleler yeni kültürel dokuyu oluştururken göçebe geleneğinin yanı sıra yerleşik uygarlıkların mirasından yararlanmışlardır.1 İçinde tasavvufi öğelerin ağırlıklı olarak bulunduğu ve 12. yüzyıl Anadolu’sunda toplumsal bir dayanışma örgütü olarak doğan, zamanla esnaf örgütlenmesine dönüşerek iktisadi bir kimlik kazanan Ahilik, kurumsal olarak gelenekçi tarih yazımının iddiasının aksine sadece Türk kültürünün bir uzantısı olarak değil, kökleri Ortaçağ İslam coğrafyasına uzanan Fütüvvet geleneğine dayalı büyük bir sentezin ürünüdür. Ahmet Yaşar Ocak’ın belirttiği üzere ancak iyice gelişmiş bir yapının ürünü olabilecek Ahiliğin “Anadolu’da büyük çoğunluğu henüz yerleşik hayata geçmemiş olan sınırlı bir kesimin kentlerde yaşadığı bir kitle tarafından elli yüz sene gibi kısa bir süre içinde sırf kendi geleneklerine dayanarak yaratılamayacağı” ortadadır.2 Bu itibarla Ahiliği doğru değerlendirebilmek ve anlamak için Fütüvvet geleneğini incelemek gerekmektedir.

  1. Fütüvvet Geleneğinin Tarihi Kökleri ve Ahilik Kurumu Üzerindeki Etkileri


Fütüvvet Arapça kökenli bir sözcük olan feta’dan türetilmiş olup gençlik, ergenlik ve cömertlik anlamına gelmektedir. Çoğulu fityan olan sözcük İslam öncesi Arap toplumunda kullanıldığı gibi İran’da da civandmerd olarak bilinmekteydi. İslam dünyasında 8. yüzyıldan itibaren sofilerin sıklıkla kullandıkları Fütüvvet, insanın nefsine hakim olmasıyla birlikte, başkalarına kötülük yapmaması, iyiliksever ve cömert olması gibi yüksek ahlaki meziyetlere sahip olmak anlamlarına geliyordu. Bu ve benzeri ilkeleri rehber edinerek bir araya gelen sofi çevreler 9. yüzyılla birlikte başta Nişabur olmak üzere Şam ve Horasan gibi kentlerde fityan toplulukları oluşturmaya başlamışlardı.3 Bununla birlikte Fütüvvet hareketinin öncüleri Horasan’da yetişmişlerdi. Ahmet b. Hadraveyh (ö.854), Ebu Hafs el-Haddâd, Ebu Turab en-Nahşebi, Ebu Abdullah es-Siczi, Muhammed b. Fazl el-Belhi, Ebu’l Hasan el-Buşenci gibi Fütüvvet ehlinden olan sofiler Horasan kökenliydiler.4 Ali Sami en-Neşşar, “dostların kusuruna bakmama” anlamında Fütüvvetten ilk bahseden sofinin Fudayl b. İyaz (ö.803) olduğunu söylese de Kuşeyri ve İbnü’l-Kayyım, Cafer es-Sadık’ın (ö.764) “Bize göre Fütüvvet ele geçen bir şeyi tercihen başkalarının istifadesine sunmak, ele geçmeyen bir şey için de şükretmektir” dediğini kaydetmektedir.5

Fütüvvetten bahseden ilk müstakil eserin yazarı olan Muhammed b. Hüseyin Sülemi (ö.1021) Kitab-al Futuvva’sında bu kavramı Adem’den başlayarak sofi çerçevede İslam ahlak ve değerlerinin bütünü olarak ele almıştır.6 İsmail b. Nuceyd ve Cüneyd-i Bağdadi’nin dostluklarından istifade etmiş olan Sülemi, Fütüvveti “Tanrı’nın emirlerine uyma, güzel ibadet her kötülüğü bırakma, zahiren ve batınen, gizli ve açık ahlakın en güzeline sarılma” olarak tanımlar.7 Sülemi, Mukaddime Fi’t-Tasavvuf isimli bir başka eserinde Fütüvvetin gerekleri arasında fetanın, emanet, sıyanet, sıdk, güzel kardeşlik, içi düzeltmek gibi beş ilkesini nefsinde taşımayı saymakta ve bunlardan birinin dahi terki halinde Fütüvvet yolunun dışına çıkılacağını kaydetmektedir.8 Ayrıca Kitab al-Futuvva’da geniş yer verilen Fütüvvet esaslarını burada doğruluk, vefa, cömertlik, utanma, güzel huy, kerem sahibi olmak, dostlarla şakalaşmak, kötü işlerden kaçınmak, ahde vefa, kinden kötü düşünceden uzaklaşmak, Tanrı için sevmek ve düşmanlık etmek, mal ve mevkii dostlardan esirgememek olarak özetler. Al-Kuşeyri (ö.1072) yaşadığı devirde sofilerin yaşam felsefelerini kitabi İslam’a aykırı bulan Sünni çevrelere karşı sofileri savunmak ve tasavvufun ilkelerini genç kuşaklara aktarmak amacıyla yazdığı risalesinde9 Fütüvvetin esasını “kulun ebedi olarak başkalarının işinde olması” şeklinde bildirdikten sonra çeşitli sofi ve müçtehitlerin görüşlerinden yararlanarak Fütüvveti “kendi nefsini başkasına üstün görmeme, adil ve insaflı davranmak, üstünlük yarışına girmemek ve zenginlerle yarışmamak, sonunda korktuğun şeyi istemekten vazgeçmek, eziyetten kaçınmak, ticarette arkadaşından kâr almamak” gibi değerlerle açıklar.10 Ziyaroğullarından Emir Unsur-ül Maâli Keykavuz tarafından H. 475’te oğlu Giylanşah’a yazılmış olup Kabusname olarak bilinen nasihatnamenin civandmerdlikle ilgili kırk dördüncü bölümünde bu unvana hak kazanmak için akıl, doğruluk ve erlik gibi üç sıfatı taşımak gerektiğine işaret edilir. Bunun yanında civandmerdlerin hünerleri şu şekilde belirlenir: “Bir hüner oldur ki yürekli ve merdane ola. Ve her işte sabırlı ola, vadesinde gerçek ola ve pakdeman ola ve gönlü arı ola ve assısı için kimsenin ziyanın istemeye, belki dostları assısı için kendisinin ziyanı olursa reva ola ve esir üzerine destdirazlık edip el uzatmaya. Ve aludelere yardım eyleye ve bir zalim görse ki bir mazluma göç eyler, komaya menede ve doğru ola, nitekim söz doğrudur ve kendi harcını ve kısbını helalden ede. Ve belayı kendine rahat bile.”11

Etik ve insani değerler üzerine kurulmuş olan Fütüvvet geleneği bekar erkeklerin oluşturduğu sosyal nitelikli bir örgütlenme olmakla beraber kökeni çok eski devirlere uzanmaktadır. Kendine özgü nitelikleri ve kuralları bulunan bu kurum Geo Widengren’in belirttiği üzere Mezopotamya başta olmak üzere İran kültürünün etkisindeki bölgelerde görülmektedir. Kökeni Ariler zamanına dayanan ve Mairya olarak tanınan bu gençlik teşkilatı mitra kültürüne bağlı olup, üzerinde ejdarha motifi olan siyah bayraklarla sembolize ediliyordu. Toplumsal etkinlikleri güçlü olan Mairyaların İran’daki siyasi ve sosyal buhran dönemlerinde önemli rol oynadıkları kimi zaman tedhiş faaliyetlerine giriştikleri bilinmektedir.12

Toplumsal kökenleri İran’a uzanan Fütüvvet fikri aynı zamanda eski Arap geleneklerindeki iyi insan, fata anlayışına dayanır. Eski Arap şiirinde “asil ve tam anlamıyla insan”a karşılık gelen fata, sahavet ve şecaat olmak üzere iki erdemi temsil etmekteydi.13 Sahavet ve şecaat sonraları fütüvvenin başlıca unsurları oldu. Geleneksel aktarım kurumu sahavet yönü itibariyle Hatim at-Tai,14 şecaat yönüyle ise Ali b. Ebu Talib’e bağladı.15 Yiğitlik ve kahramanlık Arap düşüncesinde önemli iki kavramdı. İslam öncesi Arap toplumunda bu düşünce çevresinde gerçekleşmiş örgütlenmelere rastlanılmaktaydı. Bu devirden Emeviler’e kadar etkinliğini sürdüren ve özellikle Hicaz bölgesinde görülen Hilf’ul-Fudul bunlardan biriydi. Bir çeşit şövalyelik kurumu gibi görünen teşkilat güvenliğin ve asayişin sağlanmasında, haksızlıkların önlenmesinde önemli rol oynuyordu. Suheyli’nin aktardığına göre Mekke’nin saygın ailelerinden Abdullah İbn Cud’ân’ın evinde düzenlenen bir toplantıda gençler şu yemini etmişlerdi: “Tanrı’ya yemin ederiz ki, zulme uğrayanın yanında ve zalimin ona gasp ettiği hakkını iade edene kadar hepimiz bir tek el gibi olacağız; bu birlik, denizin bir kıl parçasını öğütüp yok edebileceği zamana kadar, Hıra ve Sebir dağları yeryüzünde dikili durduğu müddetçe devam edip gidecek ve zulme uğrayanın mali durumun tam bir eşitliği ile devam edip gidecektir.”16 Aynı dönemde Mekke’de kabile çatışmalarında arabuluculuk yapan, güvenliği sağlayan bir diğer teşkilat ise uzlaştırmacılar olarak bilinen Hilf’us-Silah’dı. Bu kurumların İslam sonrasında yeni dinin unsurlarından etkilenerek varlıklarını devam ettirdikleri bilinmektedir.17



Hicri 3. yüzyılın başından itibaren İslam coğrafyasını saran tasavvuf akımıyla birlikte Fütüvvet düşüncesi yeni bir merhaleye ulaştı. Emevi yönetimine pasif bir başkaldırış olarak gelişen hareketin sonucunda hümanist Fütüvvet anlayışı doğdu. Bu dönemde kendi aralarında sınıflara ayrılan Fütüvvet ehlinin bir kısmına Ayyar, bir bölümüne Şatır, asker olanlarına ise Sipahi denmekteydi. Hicri 3. yüzyıl ortalarından sonra bu grupların başlarındaki Reisü’l fityan ya da Reisü’l-ayyar denilen kimselerin emri altında sosyal, siyasi ve askeri olaylarda aktif rol oynadıkları görülür.18 Nitekim tarihçi Tabari’nin 817’de Bağdat’ta geniş bir örgütlenmeye sahip güçlü Şatırların varlığından söz etmesi benzer şekilde İbnü’l Esir’in Halife Kaadir Billah Ebu’l-Abbas’ın menşur ve bayrakla ödüllendirdiği Ayyarlara değinmesi bunların gücüne işaret etmektedir.19 Görüldüğü üzere bu gruplara resmiyet kazandırarak devlet örgütlenmesi içinde yeniden işlevsel hale getiren Abbasi halifesi Nasır’dan yaklaşık 400 yıl önce Fütüvvet anlayışı kurumsallaşmıştı. Bunlar sadece Arap yarımadası ve İran’la sınırlı kalmayıp Kuzey Afrika’da da ortaya çıkmışlardı. Bölgenin etnik ve kültürel yapısına göre gelişen ve Ribat denen yerlerde faaliyet ettikleri için Murabit adını alan bu gruplar belli zamanlarda Afrika içlerine kadar gidiyor, sosyal ve ticari ilişkiler kuruyorlardı.

  1. Halife Nasır ve Fütüvvetin Kurumsallaşma Süreci

Nasır Lidinillah Ebu’l-Abbas Ahmet 1180’de tahta çıktığında Abbasilerin hakimiyet sahası sosyo-ekonomik açıdan sıkıntıda olan Bağdat’ı ve Irak’ın küçük bir bölümünü içeriyordu. Devletin çevresinde ona alternatif olarak güçlenmeye başlayan siyasi birimlerin durumu halifeyi yeni müttefikler aramaya yönlendiriyordu.20 Fatımi halifesi El-Adıd Lidinillah Ebu Muhammet Abdullah’ın ölümünden sonra bağımsızlığını ilan eden Salahaddin Yusuf b. Eyyub 13 yıl gibi kısa bir süre içinde Şam, Halep, Musul ve Kudüs’ü ele geçirerek, Yemen, Mısır ve Suriye’yi idaresi altına alıp, sınırlarını Fırat’tan Nil’e, Doğu Akdeniz’e genişletmişti. Anadolu’da ise II. İzzettin Kılıçarslan idaresindeki Selçuklular büyük gelişme göstermişlerdi. Doğu’da Harzemşah tahtına oturan Alaeddin Tekeş, Kirman üzerine yürüyerek Irak Selçuklu hükümdarı Tuğrul’u idam ettirmiş bölgeyi hakimiyet altına almıştı.21 Tüm bunlara Taberistan, Nazenderun ve Gürcistan’da halkı isyana teşvik eden Batınilerin faaliyetleri eklendiğinde Abbasi idaresinin zorlu bir dönemeçten geçtiği açıkça görülüyordu.22 Halife Nasır bu olumsuz koşullardan kurtuluş çaresi olarak Fütüvvet birliklerini devletin himayesine alarak siyasi etkinliğini artırmaya çalıştı. 1182’de bölgedeki fetaların reisi konumundaki Abdülcebbar b. Salih elinden Fütüvvet şalvarı giyen halife, tanınmış mutasavvıf Şehabüddin Ebu Hafz Ömer us-Suhreverdi’ye bir Fütüvvetname yazdırdı.23 İmamiye mezhebine bağlı olan Nasır’ın aksine Şafi olan Suhraverdi yazdığı Fütüvvetnameyle Fütüvveti sofilik yoluyla hilafete bağlamış ve kurumsal kökenini Ali b. Ebu Talip’den Peygamber yoluyla Haşimilere, oradan da Kureyş’e çıkarmıştır. Fütüvvetnameyi kaleme alırken politik gayeleri de göz önünde tutan Suhraverdi sofileri ve Şia mensuplarını Fütüvvet geleneği içinde bir araya getirme projesine bağlı kalmıştır.24 Köprülü’ye göre Fütüvvet teşkilatına meşru bir nitelik kazandıran onu adeta İslam Şövalyeliği haline dönüştüren “halife böylelikle o dönemde İslam dünyasında etkisi yayılan ve şeklen devletin kontrolünde bulunmakla birlikte manen onun otoritesini tanımayan sofi tarikatlara karşı manen kendi şahsına bağlı yeni bir toplumsal güç meydana getirmeyi amaçlamıştır.”s25

Abdülcebbar’ın elinden Fütüvvet alametlerini alan Nasır Lidinillah kendisine bağladığı ve al-Keşsafet-i fi’l-İslam adını verdiği kurumun gücünden yararlanabilmek amacıyla diğer İslam devletlerinin hükümdarlarına kendi elinden Fütüvvet şalvarı giymeleri çağrısında bulundu. Diyar-ı Elcezire, Meyya Farıkın ve Ahlat hakimi Melik’ül Eşref, Ebu’l feth Musa, Gazne ve Hind Hükümdarı Şihabuddin Guri, Kiş Emiri, Şiraz Emiri Atabek Sa’d, Halep Emiri Zahir, Anadolu Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykavuz ve kardeşi Alaeddin Keykubad, bu davete olumlu yanıt veren hükümdarlar arasındaydı. 1211’de tahta çıkan İzzeddin Keykavuz saltanatını tebliğ amacıyla hocası Şeyh Mecdüddin İshak’ı Bağdat’a elçi olarak göndermiş ve Fütüvvet şalvarı, sırval talep etmişti.26 Bunun üzerine halife isteğini kabul etmiş ve değerli hediyeler yanında bir sırval göndermişti. Aynı şekilde halife 1220’de tahta çıkan Alaeddin Keykubad’a Şeyh Suhraverdi ile Fütüvvet mensurları ve hediyeler göndermişti.27 Söz konusu gelişmeler halifenin amacına belli ölçülerde ulaştığına işaret etmekteydi. Halifenin çağrısına olumlu yanıt veren hükümdarlar halife nezdinde meşruiyetlerinin kabulünü sağlarken, İmamiye mezhebine bağlı olan Abbasi halifesinin Mısır, Suriye ve Anadolu’da da halife olarak tanınmasını kolaylaştırmıştır.

Doğu İslam coğrafyasında yıkıma neden olan Moğol istilası Nasr’ın saray Fütüvvetine son vermiştir. Buna karşılık Bağdat’ın tahribinden sonra Mısır’a kaçan Abbasi ailesinden biri Memluk Sultanı Baybars’ın sarayında II. El-Mustansır unvanıyla halifelik sıfatını almış ve Sultana libas giydirerek Fütüvvetin bir süre daha Mısır’da yaşamasını sağlamıştır.28 Memluk Sultanlarının armalarında buna işaret edilmesi rastlantı olmasa gerektir. Kalkaşandi’nin yer yer söz etmesine rağmen sarayın Fütüvvete olan ilgisinin kısa bir süre sonra söndüğü anlaşılmaktadır. Bunda halk arasında görülmeye başlanan Fütüvvet anlayışının taklitçilikten doğan bayağı eğilimleri etkili olmuştur. Taeschner’in belirttiği gibi İbn Teymiyye, İbn Bıdgın, İbnü’l Verdi gibi bilginlerin Fütüvvet teşkilatına karşı çıkışlarının bu döneme denk gelmesi söz konusu eğilimlerin sonucunda olmuştur.29


  1. Anadolu’da Fütüvvet ve Ahiliğin Toplumsal Altyapısı

Selçuklu ve Osmanlı Anadolu’sundaki kültürel atmosferin sonucu olarak doğan Ahilik sözcüğünün kökeni tartışmalıdır. Bazı tarihçiler Arapça’da erkek kardeş, yar, sıddık anlamını taşıyan Ahi’den geldiğini kabul ederken, aralarında Jean Deny, Fuad Köprülü gibi isimlerin bulunduğu bir diğer grup bunun Divan-ül Lugat-it Türk’te ve Hibet ül Hakayık’ta rastlanan, Türkçe’de eli açık cömert anlamına gelen Akı’dan türetildiğini ileri sürmektedirler.30 Bununla birlikte Ahi tabirinin ilk olarak Anadolu’da kullanılmadığı bilinmektedir. Ahi tabiri Hucvîrî tarafından Ahi Ferec (ö. 1064) için kullanılmıştır.31 Sözcüğün kökenine dair tartışmalar bir yana tarihsel olarak Anadolu’da toplumsal dayanışma yönü ağır basan tasavvufi ahlaki örgütler görünümünde ortaya çıkan Ahi birliklerini oluşturan sentezi iki bölümde ele almak mümkündür. Bunlardan biri, Fütüvvet, Batınılik, Melamilik ve Şamanizm gibi kavramları içine alan tarihi-ideolojik öğeler, diğeri ise Bizans lonca sisteminin kalıntılarını ve yerleşik yaşama biçiminin zorluklarını kapsayan sosyo-ekonomik öğelerdir.32

Türklerin Anadolu içlerinde ilk görülmeleri 1018-1040 tarihleri arasında olmuşsa da geniş kitlelerin bölgeye yerleşmeleri 1071 sonrası yani Malazgirt’in ardından gerçekleşmişti. 1075’te Kutalmışoğlu Süleyman’ın İznik’i merkez yaparak kurduğu Anadolu Selçukluları, siyasi birliği sağlarken doğudan gelen Türkmen kitlelerin yerleşmelerine öncülük ediyordu.33 Selçuklu Sultanlarıyla Abbasiler arasındaki siyasi ve kültürel ilişkiler bağlamında Fütüvvet düşüncesinin yayılması Anadolu’da Ahilik geleneğinin temelini oluşturdu. I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in hocası Mecdüddin İshak’ı Bağdat’a göndermesi, bu kişinin dönüşünde Muhyiddin İbnü’l Arabi, Evhadüddin-i Kirmani ve Şeyh Nasirüddün Mahmud el-Hoyi gibi mutasavvıfları Anadolu’ya getirmesi Ahiliğin kurumsallaşmasında etkili oldu.34 Özellikle Fütüvvet teşkilatının şeyhlerinden biri olarak 1204’te Anadolu’ya gelen ve burada kurduğu zaviyeler aracılığıyla Fütüvvet düşüncesinin yayılmasında katkıda bulunan Evhadüddin-i Kirmani’nin önemli bir etkisinin olduğu düşünülmektedir. Esasen Şeyhü’ş suyuhi’r Rum olarak Kayseri’de ikamet eden Kirmani, belli aralıklarla Malatya, Konya, Sivas gibi kentlerde bulunmuş, devlet ricalinden ve halktan büyük saygı görerek, pek çok mürit edinmiştir. Kirmani’den edindikleri Fütüvvet anlayışını bulundukları yerlerde zaviye ve hanikahlar kurarak yayan bu halifelerin çoğu Menakıb-ı Evhadüddin-i Kirmani’de anılmaktadır.35 Bunlar arasında Sivas’ta yaşayan Şemsüd’din Ömer, Kirmani’nin Bağdat’a dönüşünde yerine vekil bıraktığı Zeynuddin Sadaka, cunun haliyle halk arasında ün salan Fakih Ahmet, Fahruddin Hasan (Malatya), Kayseri’de Ahiler arasında Kirmani’nin hizmetinde bulunmuş olan Nureddin Tokati, Ahlat yöresindeki Surmar beldesinden olan Yusuf Surmari, Menakıb’ül Arifin’de Mevlana’ya muhalefetinden dolayı ‘Ah-i Ahmed-i Anud’ diye anılan Ahi Ahmet, Malatya ve Konya’da uzun seneler kadılık yapmış olan Sıracüddin Mahmut gibi isimler bulunmaktadır.36

Evhadüddin ve çevresinin 13. yüzyıl Anadolu’sunda sosyal ve siyasal mücadelelerde etkin oldukları anlaşılmaktadır. Amelde Şafi, itikatta Eşari mezhebinden olan Kirmani tasavvufta bir manevi makamdan diğerine geçmek, ruhi olgunluğa ve gerçek bilgiye ulaşmak için çıkılan yolculuğu ifade eden Seyr-i Suluk’ta (tevbe, rıza, have, reca) Enfusi yolu37 değil, Afaki yolu benimsemiştir. Buna göre kişinin Tanrı’nın yaratmış olduklarıyla iç içe varolarak onu kavraması ve kendini eşyadan bir parça olarak görmesi amaçlanmıştır. Bu nedenle Enfusi yolu benimseyen Mevlana ve çevresindekilerle çatışan bu anlayış yerleşik kentlilerin aksine Türkmenler arasında kabul görmüştür.38 Yaşamları doğayla mücadele halinde geçen göçebe Türkmenler hem bu tasavvufi inanç aracılığıyla Sünni İslam’ın katı kuralları dışında kendi yaşam koşullarına uygun bir İslam anlayışını benimsiyor, hem de eşyaya karşı merhamet duygularını güçlendiriyorlardı.39 Müritliğe kabul edilen kişiye hırka giydirilen, sema ve raksın önemli bir etkinlik olduğu tarikatta her defasında otuz kişi halvete alınır ve sıkı bir eğitime tabii tutulurdu. Başarılı olanlara yazılı bir icazetname verilmez, yetenekli olanlara bu icazetin Tanrı tarafından ilham yoluyla verileceğine inanılırdı. Evhadiye anlayışından Ahiliğe geçen uygulamalardan biri de yalnız irşat sahasında değil, her meslek ve sanat dalında o işi üstatlarından öğrenmeyi gerekli görmesiydi. Kirmani’nin Malatya’daki halifesi Fahreddin Hasan’ın zaviyesindeki kuyuyu ustasından el almamış biri tarafından yapıldığını öğrenince yıktırması ve “bir ustanın intisabı ve icazeti yoksa meydana getirdiği eserde kutsiyet ve haysiyet olmaz” demesi sonradan Ahilerin örnek aldığı bir ilke olmuştur.40

Anadolu’da Ahiliği önceki deneyim ve mirastan yararlanarak teşkilat haline getiren kişinin Evhadüddin’in müridi ve damadı olan Şeyh Nasırüddin Mahmud el-Hoyi olduğu iddia edilmekle birlikte bu konuda elimizdeki bilgiler iki şahsiyetin arasındaki akrabalık ilişkisi konusunda ihtiyatlı olunması gerektiğine işaret etmektedir.41 Halk arasında Ahi Evran olarak anılan Nasırüddin Mahmut, 1204’te Anadolu’ya gelen mutasavvıflar arasındaydı.42 Hacı Bektaş’ın Velayetname’sinden öğrendiğimize göre Kayseri’ye yerleşen ve burada bir debbağ atölyesi kuran Ahi Evran’in Fütüvvet kültürüyle dönemin önemli bilim ve kültür merkezlerinden Bağdat’ta tanışmış olması muhtemeldir. Horasan ve Maveraünnehir’de başladığı öğrenimine Bağdat’ta tanınmış Eşari kelamcısı Fahr-i Razi ile devam eden Şeyh bazı kaynaklara göre burada Razi’nin öğrencilerinden Evhadüddin ile tanışmış böylelikle Fütüvvet teşkilatına girmişti.43 Anadolu’ya gelişinden sonra da hocasıyla bağını koparmayan Ahi Evran Ahilik anlayışının yayılmasını sağladı. Alaeddin Keykubad’ın tahta çıkışının ardından gelen davet karşısında Konya’ya yerleşen Ahi Evran burada debbağlık mesleğini yapıyor44 ve bir iddiaya göre Hanikah-ı Ziya ve Hanikah-ı Lâlâ’nın müderrisliğini yürütüyordu. Alaeddin Keykubad’ın oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev ve Sadüddin Köpek’in planladığı bir suikast sonucunda öldürülmesi, ardından Sadüddin Köpek’in Gıyaseddin’e karşı bir suikasta girişmesi Türkmenlere karşı iktidarın cephe almasına neden oldu. Sadüddin cezalandırıldıktan hemen sonra Ahilere karşı girişilen baskılar ve Ahi Evran’ın tutuklanması 1240 yılında bu topluluğun Konya tahtına karşı başkaldırmasıyla sonuçlandı.45

Babailer isyanı olarak tarihe geçen bu ayaklanmanın ardından 1243’te II. Gıyaseddin’in Baycu komutasındaki Moğol ordusuna yenilmesi Selçukluların sonunu hazırladı. Erzurum ve Sivas’ı ele geçiren Baycu Han Kayseri’ye ulaştığında Ahilerin yoğun direnişiyle karşılaştı. İbn Bibi’nin aktardığına göre şehrin hemen teslim olmamasında Ahilerin özellikle debbağların direnişinin önemli etkisi olmuştu.46 İki haftalık savunmanın ardından Kayseri, Moğollarca ele geçirildi; pek çok Ahi ve işyeri yok edildi. Aralarında Ahi Evran ailesinden kimselerin de bulunduğu birçok kimse hapsedildi. II. Gıyaseddin’in ölümü üzerine (1245) saltanat naibliğine gelen Celalüddin Karatay, Ahi Evran ve Türkmen şeflerini serbest bıraktı. Serbest kalanların Konya’ya dönüşlerinden kısa bir süre sonra Mevlana’nın yakın dostu ve hocası Şems-i Tebrizi’nin öldürülmesi üzerine Ahilerle Mevlana taraftarları arasında başlayan çatışma Ahi Evran’ın Kırşehir’e nakledilmesiyle sonuçlandı.47

Gerçekte bu gerginlik Kösedağ yenilgisi sonrasında açığa çıkmıştı. Moğol istilası sonucu Ahiler dağıtılırken pasif bir yaklaşım sergileyen Mevleviler bütünlüğünü koruyabilmişlerdi. Celalüddin Karatay’ın ölümü üzerine taht mücadelesine giren II. İzzeddin Keykavuz ile kardeşi IV. Rükneddin Kılıçarslan arasındaki iktidar mücadelesi ülkede başıbozukluğa neden olduğu gibi Moğolların Anadolu’ya ikinci kez girmesine yol açtı.48 Moğolların desteğini alan IV. Rükneddin tahta çıkınca Türkmenlerin desteklediği II. İzzeddin Bizans’a sığındı. Böylece Anadolu’nun yönetimi Moğollarla işbirliği yaparak geniş çıkarlar elde eden Pervane Süleyman, Sahip Ata Fahreddin Ali ve vezir Taceddin Mutez üçlüsünün eline geçmiş oldu.49 Bu dönemde Ahilerin idaresinde bulunan yerler Mevlana ve yakınlarına verildi.50 Konya’daki Hanikah-ı Ziya ve Hanikah-ı Lâlâ’nın Hüsameddin Çelebi’ye verilmesi Ahi Çoban ve Ahi Kayser öncülüğünde Ahilerin ayaklanmasın neden oldu. Bu uygulamalara karşı ilk tepki Ahi Evran’ın bulunduğu Kırşehir’den gelmişti. Ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilen Nureddin Caca’nın aldığı ağır önlemler sonucunda Kırşehir’de Ahi Evran ve taraftarları öldürülünce Ahilerin büyük bir bölümü batıya doğru göçtü.51 Aralarında Osman Gazi’nin kayınpederi Şeyh Edebali, Geyikli Baba, Musa Abdal gibi kimselerin bulunduğu bu grubun dışında kalanlarsa hükümet çevreleriyle çatışır görüntü vermekten kaçınarak varlıklarını sürdürebildiler. Moğolların politik olarak Mevlana’yı Şeyhu’ş Şuyuh olarak kabul etmeleri, Anadolu’daki tüm şeyh ve Ahileri merkezileştirmeye çalışmaları Türkmen şeyhlerin tepkisine yol açtı.52 Bunlardan birisi Hacı Bektaş Veli idi. Moğol yanlısı iktidara karşı oluşan tepkinin sonucu meydana gelen Cimri olayında (1277) Türkmenlerin ve Ahilerin hareketi desteklemesi göstermektedir ki Selçuklu yönetimiyle bu gruplar arasındaki mücadele politik bir niteliğe bürünmekteydi.53

Yaşanan bunalım ve kargaşaya rağmen Ahiler güçlerini korudular. 1283 Ramazanında III. Gıyaseddin’in dul eşi Sultan Mesut’a karşı iki oğlunu tahta oturtmak amacıyla Konya’ya gelerek Karamanlıların reisi Eşref ile anlaştı ve onu sultan naibi yaptı. Bu gelişmeden endişelenen vezir Faruddin Ali Konya’nın muhtemel bir savunması için Ahilerle anlaştı. Ahi Ahmet ve Ahmet Şah’ın girişimleriyle karışıklık yatıştırıldı. Türkmenler savaşmadan şehre girip prensese tabii oldular.54 Bu gelişmeden altı sene sonra vuku bulan bir başka olayda (690/1291) Moğol prensi Geyhatu’yu Konya’yı alma düşüncesinden gene Ahi Ahmet Şah vazgeçirerek bu tehlikeyi savmıştı. 1291’de Konya’nın Germiyanlara karşı savunulmasında Ahiler başlıca rolü üstlenmişlerdi.55 Dönemin tanıklarından Ahmet Eflaki’nin Menakıbü’l Arifin adlı eserindeki ifadelere bakıldığında Ahilerin toplumsal fonksiyonlarının güçlü olduğu anlaşılmaktadır.

1308’de Selçuklu hakimiyetinin son bulması üzerine Konya’dan bağımsız birimler olarak ortaya çıkan beylikler döneminde de Ahiler bulundukları yerlerde etkili oldular. Anadolu’da merkezi otorite olmadığı bir dönemde Ahiler şehirlerde politik güç haline geldiler.56 Dönemin profilini çizmesi açısından Faslı seyyah İbn Battuta birincil derecede kaynak önemi taşımaktadır. Battuta’nın Gölhisar, Burdur, Alaiye, Ladik, Milas, Barçın, Konya, Niğde, Aksaray, Görele, Geyve, Yenice, Mudurnu, Bolu, Kastamonu, Sinop, Sivas, Erzurum, Gümüşhane, Tire, Manisa, Bursa, Balıkesir gibi bölgelerde rastladığı Ahiler bu örgütlenmenin ne denli yaygın olduğunu göstermektedir. Köprülü’nün işaret ettiği üzere aynı dönemde Ahilik büyük şehirlerde güçlü olduğu gibi kırsal alanda köylere kadar yayılmıştı. Köy ve uçlarda yaşayan Ahi grupları Alp sıfatını da taşıyorlardı. Buna karşılık kentlerde yerleşmiş olanlar özel mızıkaları, bayrakları ve kostümleriyle bambaşka bir havayı yansıtmaktaydı.57 Seyyah Battuta Antalya’da konuk olduğu Harrâz zaviyesi ve esnafıyla ilgili gözlemlerini şu şekilde aktarır: “Ahiler Anadolu’da yerleşmiş bulunan Türkmenlerin yerleştikleri her vilayette, her şehirde ve kentte bulunmaktadırlar. Memleketlerine gelen yabancılara yakın ilgi gösterirler. Öte yandan bulundukları yerlerdeki zorbaları yola getirir, her hangi bir sebeple bunlara ilhak eden kötüleri ortadan kaldırırlar...Bunların dünyada eşi benzeri yoktur. Orada Ahi, evlenmemiş, bekar ve sanat sahibi gençlerle diğerlerinin bir cemiyet kurarak kendi içlerinden seçtikleri bir kimseye denir. Bu cemiyete de Fütüvve adı verilir. Reis seçilen kimse bir zaviye yaptırarak içini halı, kilim, kandil ve diğer lüzumlu eşyalarla donatır. Arkadaşları gündüz çalışarak kazandıklarını ikindiden sonra reise getirirler Bu para ile meyve, yiyecek ve zaviyede sarf olunan ihtiyaç mallarını satın alırlar. O gün zaviyeye bir misafir gelirse, zaviyelerine misafir ederler ve alınan şeylerle ona ziyafet çekerler...Bir misafir gelmediği zaman ise yine toplanıp yemek yerler. Arkasından raks ederler, nağmeler söylerler.”58

Battuta bu topluluğun bekar erkeklerden oluştuğunu söylese de bunlar arasında evli olup, hükümet erbabıyla iyi ilişkiler kuran ve yüksek mevkilere gelmiş olanlar bulunuyordu. Anarşi baş gösterdiğinde Ahiler şehrin idaresini ele alıyorlar ve merkezi idare kuruluncaya kadar güvenliği sağlıyorlardı.59 Battuta’nın gözlemleri bunu doğrulamaktadır. 1333/34’de Aksaray’da bulunan seyyah burada Eratna’nın vekili olarak yönetimi elinde tutan Ahi Şerif Hüseyin’e konuk olmuştu. Karamanoğlu Bedreddin Mahmut yönetimindeki Konya’da kadılığı Ahi İbn Kalemşah’ın yaptığını yine onun yazdıklarından öğrenmekteyiz.60

Ahiliğin Selçuklu Anadolu’sunda göçebe yaşamdan yerleşik yaşama geçişi hızlandırması ve şehircilik üzerindeki olumlu katkıları yanında şehirleşmeyle birlikte ekonomik yaşam üzerindeki etkileri de sonraki dönemde belirleyici oldu. Beylikler döneminde özellikle Konya, Kayseri, Sivas gibi gelişmiş kentlerin belli yerlerinde çeşitli zanaat dallarında uzmanlaşan açık ve kapalı çarşılar vardı. Onlar buralardaki dükkanlarında çalışırdı. Şehrin büyüklüğüne ve bazı sanatların gelişmiş olup olmadığına göre çarşıların büyüklüğü ve sayısı değişirdi. Bazı Anadolu şehirleri belli üretim alanlarında öne çıkmışlardı. Örneğin Ankara yoğun bir soft üretim merkeziydi. Karaman’da boğazı denen astar bezi, Sivas’ta aba ve çok iyi deri imal ediliyordu. Çeşitli sanat erbabı, ayrı loncalar halinde teşkilatlanmışlardı. Düzenli bir iç örgütlenmeye sahip bu kuruluşlar kendileriyle ilgili bütün işleri görüyor ve üyelerinin birbirleriyle ilişkilerini düzenliyorlardı. Ücretlerin belirlenmesi, mal cinslerinin ve fiyatlarının ayarlanması loncalara aitti. Kısmen dini-tasavvufi, kısmen kahramanlık geleneklerinden esinlenen bu ahlak anlayışı meslek üyelerinin dayanışmasını sağlıyordu.61 Aslında bu durum henüz şehir zanaatları ve faaliyetlerinde yaygın ihtisaslaşmanın olmadığı dönemlerin doğal bir sonucuydu. Bu nedenle Avrupa ortaçağında bu birlikler collegium (meslektaş) ya da fraternite (kardeşlik) gibi adlarla anılmışlardı. Birlikler çoğunlukla genç insanların toplandığı ve kimi zaman şehir savunmalarını dahi üstlenen kuruluşlardı. İlk zamanlarda Batı’daki fraterniteler hukuken tüzel kişiliği ve statüsü olmayan ahlak, dindarlık gibi rythler etrafında toplanan insanlardan oluşurdu. Bu örgütlenmelerle İslam ortaçağındaki Fütüvvet temelli Ahilik arasında büyük benzerlikler bulunmaktaydı. Örneğin Ahilerin şehir savunması ve benzeri işlevlerini Almanya’da Gilde’ler yerine getirmekteydi.62



  1. Yüklə 240,5 Kb.

    Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə