Sevme sanati



Yüklə 143,76 Kb.
Pdf görüntüsü
tarix14.05.2018
ölçüsü143,76 Kb.
#43827


 

SEVME SANATI 



Erich Fromm 

 

Say Kitap Pazarlama 



Aralık 1981 

                                                    -ÖZET-                                                             

Ö N S Ö Z  

Bu  kitabı  okuyarak  sevme  sanatına  ilişkin  hazır  bilgiler  edinmek  isteyenler,  düş 

kırıklığına uğrayacaklardır. Tam tersine bu kitap, belli bir olgunluk düzeyine erişmeden 

kişinin sevgiye ulaşamayacağını göstermeyi amaçlamaktadır. Burada yapılmak istenen, 

okuyucuya; sevgiye erişmek için harcadığı tüm çabaların, kendi kişiliğini bütünüyle ya-

ratıcı yönde geliştirmedikçe, başarısız kalacağını göstermek, komşusunu sevme yeteneği, 

alçak gönüllülük, cesaret, inanç ve disiplin kazanmadan sevgiden yana kişisel doygunlu-

ğa erişemeyeceğini kanıtlamaktır. Bu niteliklere az rastlanan bir  uygarlıkta, sevme ye-

teneğine erişmek de güç rastlanan bir başarı olarak kalmaktadır. 

ERİCH FROMM 

 

Hiç bir şey bilmeyen, hiç bir şeyi sevemez. 



Hiç bir şey yapamayan, hiç bir şey anlamaz. 

Hiç bir şey anlamayan, değersizdir. 

Oysa anlayan kişi aynı zamanda sever, farkına varır, görür... 

Bir şeyin aslında ne kadar bilgi varsa, daha fazla sevgi vardır... 



Tüm yemişlerin böğürtlenlerle aynı zamanda olgunlaştığını düşleyen kişi, üzümle-

re ilişkin bir şey bilmiyor demektir. 

PARACELSUS 

 


 

 



SEVMEK BİR SANAT MIDIR? 

Hiç kimsede sevginin önemsiz olduğuna ilişkin bir kanı yoktur. Onun açlığını çekerler; 

sinemalarda mutlu ya da mutsuz aşk hikâyeleri izlerler. Buna rağmen, pek azı sevgiye ilişkin 

bir şeyler öğrenmenin gerekli olduğunu düşünür. 



Birçok kişi, sevme sorununu ilkel bir biçimde ele almakta, kendi sevebilme gücün-

den,  sevme  ediminden  çok  sevilme  olarak  görmektedir.  Onlar  için  sorun,  nasıl  sevilebile-



cekleri, nasıl sevimli olabilecekleridir. Bu amaçlarını gerçekleştirmek için çeşitli yollar de-

nerler. Özellikle erkeklerin kullandığı bu yollardan biri, güçlü olmak, toplumsal konum-



larının elverdiği oranda güçlü ve paralı olmaktır.  Kadınların başvurdukları bir yol ise, 

endamına, giyimine özen göstererek çekici olmaktır.  

Kibar olmak, ilgi çekici konuşmalar yapmak, yardımsever, alçakgönüllü görünüp 

kimseyi incitmemek, kendilerini çekici kılmak için kadın ve erkeklerin birlikte başvur-

dukları diğer yollardır.  

Bizim uygarlığımızda birçok kişi için sevimli olmanın anlamı, cinsel cazibeye sahip 

olmakla, popüler olmanın dışında bir anlam taşımamaktadır. Çağdaş uygarlığın bu nede-

ne sıkıca bağlı bir başka önemli özelliği daha vardır. Tüm uygarlığımız, karşılıklı kâr sağ-



layan  bir  alış-veriş  düşüncesi,  satın  alma  açlığı  üzerinde  yükseliyor.  Çağdaş  insanın 

mutluluğunun temel unsurunu, mağaza vitrinlerine bakmak, peşin ya da taksitle dilediği 

bir  şeyi  almak  oluşturmakta.  Kadın  ya  da  erkek,  insanlara  aynı  gözle  bakıyorlar.  Erkek 

için, çekici bir kız -kız için çekici bir erkek-, peşinde oldukları ganimetlerdir. “Çekici-

lik”  kişilik  pazarında  genellikle  aranan  ve  peşinde  koşulan  bir  süslü  nitelikler  paketi 

anlamına gelir. Kişiyi çekici yapan şey, fiziksel olduğu kadar düşünsel olarak da günün mo-

dasına bağlıdır. 1920’lerde sigara ve içki içen, külhani; ama dişi kızlar çekiciydiler. 

Bir  sanatı  öğrenme  süreci  iki  bölüme  ayrılabilir:  İlk  adım,  kuramda  ustalaşmak,  ikinci 

adım, pratikte ustalaşmak. Muhtemelen bizim uygarlığımızdaki insanların, bu kadar açık 



başarısızlığa uğramalarına karşın, bu sanatı öğrenmeyi niçin böylesine nadir denedikle-

ri sorusunun cevabı da burada yatmaktadır: başarı, itibar, para, güç, hemen hemen tüm 

enerjimizi  bunları  nasıl  gerçekleştireceğimizi  öğrenmeye  harcarız.  Sevmeyi  öğrenmeye 

ise verecek hiç bir şeyimiz kalmaz. 

SEVGİ KURAMI 

Sevgiye ilişkin tüm kuramlar, insan kuramıyla, insanlığın varoluş kuramıyla baş-

lamak zorundadırlar. Hayvanlarda biz sevgiyi ya da sevginin benzerini onların içgüdü-

sel yapılarının parçaları olan ilişkiler halinde buluruz. İnsandaysa, bu içgüdüsel yapının 

sadece  kalıntılarını  görmekteyiz.  İster  birey,  ister  tüm  insan  soyu  olsun,  doğumuyla, 


 

kesin olan, içgüdüler kadar kesin olan bir ortamdan, belirsiz, kararsız ve açık bir orta-



ma fırlatılıverir. Sadece  geçmişe ilişkin kesinlik  vardır.  Geleceğe ilişkin çok uzaklardaki 

ölümden başka kesin olan bir şey yoktur. 

İnsan zekâyla ödünlendirilmiştir. O, kendi kendini bilen bir yaşamdır; kendisinin, di-

ğer insanların, geçmişinin ve gelecekte onu bekleyen olasılıkların farkındadır. Kendi kendi-

nin ayrı bir varlık olarak bilincinde olması, yaşam süresinin kısalığını, kendi kararıyla 

doğmayıp, belki sevdiklerinden önce, belki de onlardan sonra; ama kendi isteği dışında 

öleceğini bilmesi, yalnızlığının ve ayrı olmasının farkında olup, doğal ve toplumsal güç-

ler  karşısında  çaresiz  kalışı,  insanın  ayrı  ve  kopuk  yaşamını  çekilmez  bir  hapishaneye 

çevirmektedir. Eğer bu hapishaneden kurtulup dışarıya çıkamaz, kendisini dış dünyay-

la, bir başka insanla ya da düşünceyle bütünleştiremezse çıldırır. 

Âdem ve Havva “iyilik ve kötülük bilgisi ağacının meyvesini yedikten, tanrıya başkal-



dırdıktan (başkaldırma özgürlüğü varolana dek iyi ve kötü yoktu), doğadaki ilk hayvansal 

ahenkten kurtularak insanlaştıktan; bir başka deyişle insan olarak doğduktan sonra -gördü 

ki, çıplaktılar- ve utandılar.” Sevgiyle bütünleşmeden insanın, ayrılığını farketmesi utancın 

kaynağıdır. Bu, aynı zamanda suçluluğun ve huzursuzluğun da kaynağıdır.  

Bebekte “BEN”lik henüz çok az gelişmiştir. O, hâlâ kendisini annesiyle bütün hisse-



der. Anne varolduğu sürece ayrı olma duygusuna kapılmaz. Bebeğin yalnızlık duygusu, 

annesinin göğüsleri,  derisi gibi  ananın nesnel varlığı  ile giderilir. Çocuğun yalnızlık ve 

erkinlik  duyguları  biraz  gelişince,  annenin  fiziki  varlığı  artık  yetersiz  kalır  ve  böylece 

yalnızlığı başka yollarla alt etme gereksinimi doğar. 

Alkole ya da uyuşturucu maddeye sığınarak tek başınalıklarından kaçmayı deneyen-

ler, ayıldıktan sonra, daha büyük bir ayrı olma duygusuna kapılırlar. Ve sonuçta aynı şey-

lere daha sık ve daha yoğun bir şekilde başvurmaya itilirler. Yoksul bir Romalı bile “civis 

romanus  sum”  (ben  bir  Roma  vatandaşıyım”  diyebildiği  için  gurur  duyuyordu,  Roma  ve 



İmparatorluk onun ailesi, yuvası, dünyasıydı. Çağdaş Batı toplumunda da, topluluk ile bü-

tünleşme  ayrı  olmanın  üstesinden  gelmenin  en  yaygın  yoludur.  Amacın  sürüye  katılmak 

olduğu, bireyin kişi olarak büyük ölçüde yittiği bir oluştur bu. Eğer ben de, herkese benzer; 

beni, farklı kılacak olan bir düşüncem, ya da duygum olmaz, topluluğun fikirlerine, gelene-

ğine uygunluk gösterirsem; korunur, ürküntü saçan yalnızlıktan kurtulurum.  

Diktatörlüklerde  bu  uygunluk,  korku  ve  dehşete  başvurularak;  demokratik  ülke-

lerde  ise  propaganda  ve  önerilerle  sağlanır.  İki  sistem  arasında  bir  tek  büyük  ayrılık 

vardır.  Demokrasilerde  toplum  dışı  kalmak  mümkündür.  Ve  gerçek  yaşamda  da  rast-

lanmayan bir durum değildir bu. Baskıcı sistemlerde ise, ancak birkaç olağanüstü kah-

raman ve fedai itaat etmeyi reddedebilir. Bu farklılığa rağmen, demokratik toplumlarda 

çok  daha  büyük  ölçüde  topluma  uygunluk  görülür.  Neden,  birleşme  sorununa  her  halü-

kârda bir çözüm bulunmasının zorunluluğunda yatmaktadır. Eğer başka daha iyi bir yol 




 

bulunmazsa, sürüsel birliğe uygunluk diğerlerine ağır basar. 

Talmud'daki  şu  cümle,  bireyin  benzersiz  olduğu  kanısına  örnektir:  “Kim  bir  yaşam 

kurtarırsa, tüm dünyayı kurtarmış olur, kim bir yaşamı yok ederse, dünyayı yok etmiş 

olur.” Bireyciliğin gelişmesinde gerekli bir koşul olan eşitlik, Batı aydınlanma felsefesinin de 

kavramlarından biriydi. Kant’da net bir şekilde belirtildiği gibi eşitlik, hiç kimsenin bir baş-



kasının  amacına  araç  olmaması  anlamını  taşır.  Bu,  tüm  insanların  birbirleri  için  araç 

değil amaç; sadece amaç oldukları zaman, herkesin eşit olacağı anlamına gelir. Aydın-

lanmacıların  düşüncelerini  izleyen,  çeşitli  okullardan,  sosyalist  düşünürler  eşitliği,  sö-

mürünün kaldırılması, ister “insanca”, ister zalimce olsun; insanın insanı kullanmaması 

olarak tanımlıyorlardı. 

Kapitalist toplumda eşitliğin anlamı değiştirilmiştir. Eşitlikle kastedilen, bireyselli-

ğini yitirmiş insanların, otomatların eşitliğidir. Bu gün eşitlik “birlik”den çok “ayrılık” 

anlamına  gelmektedir.  Bu  soyutlamaların  aynılığı,  aynı  işte  çalışan,  aynı  biçimde  eğlenip 

aynı gazeteyi okuyan, düşünceleri, duyguları aynı olan insanların aynılığıdır. Buna göre, ka-



dın eşitliğinde olduğu gibi, genellikle ilerlememizin işareti olarak övülen, bazı başarılara 

kuşkuyla bakmak gerekiyor. Kadın eşitliğine karşı söz etmediğimi belirtmem gereksiz. Fa-

kat  bu eğilimin,  eşitlik  yolunda olumlu  yanları, kişiyi  yanıltmamalı. Bu farklılıkları  ortadan 

kaldırmaya  yönelen  eğilimin  bir  parçasıdır.  Eşitliğin  değeri  şu  noktaya  kadar  dü-

şünülmüştür: Kadınlar eşittir; çünkü onlar artık erkeklerden farklı değillerdir. Aydın-

lanma felsefesinin önermesi olan “l’ama n’a pas de sexe » (ruhun cinselliği yoktur) genel 

bir  alışkanlık  haline  gelmiştir.  Yitmekte  olan  cinsel  kutuplaşmayla  birlikte  bu  kutuplaşma 

temeline oturan cinsel aşk da yitiyor. Karşıt kutupların eşitliği yerine, erkek kadın aynıla-



şıyor. Çağdaş toplum, bireysel olmayan eşitlik fikrini öğütleyip yaymakta. Çünkü sürtü-

şüp  pürüz  çıkarmadan  kalabalık  topluluk  içinde  çalışabilecek,  birbirinin  eşi,  çekirdek 

insanlara  gereksinim  duyuyor  toplum.  Bu  insanların  hepsi,  verilen  emirlere  uymakta-

dırlar; ama yine hepsi kendi isteklerini yaptıklarına inandırılmışlardırNasıl ki, çağdaş 

yoğun üretimde malların standartlaştırılması bir gereklilikse, sosyal süreçte de insanla-

rın standartlaştırılması öyle bir gerekliliktir. Ve bu işe “eşitlik” denmektedir. 

Alkolizm, uyuşturucu madde alışkanlığı, zora dayalı cinsellik ve intihar olaylarının 

çokluğu, çağdaş Batı  toplumundaki  sürüye uyumdaki  başarısızlığın nisbî  belirtileridir. 

Ayrıca  bu  çözüm  yolu  vücutla  değil,  ağırlıklı  olarak  kafayla  ilgilidir.  Bu  nedenle  de  dinsel 

kendinden geçme ayinlerine göre daha başarısızdır. Sürüye uyumun bir tek iyiliği vardır, o da 

zaman zaman tekrarlanmayıp,  sürekli oluşudur. Birey üç, dört yaşlarında uyum gösterme 



düzenine katılır ve o andan sonra sürüyle olan ilişkisi hiç kesintiye uğramaz. Hatta kişiyi 

bekleyen son büyük toplumsal işinde, cenaze töreninde bile bu uyum düzenine sıkı bir bağlı-

lık vardır. Ayrı olmadan doğan kaygıyı azaltmanın bir yolu olan uyum göstermeye ek olarak, 

çağdaş yaşamın bir başka etkenini de gözönüne almalıyız: çalışma düzeniyle eğlenme düze-




 

ninin etkileri. İnsan



-

“dokuzdan beşe” çalışan bir kişi olarak iş gücünün ya da yöneticiler 

ve kâtipler gibi bürokratik gücün bir parçası olmuştur. Çok az inisiyatife sahiptir. Gö-

revleri,  işin  yönetmeliği  ile  çizilmiştir.  Basamağın  üstündekilerle  altındakiler  arasında 

çok az bir fark vardır, Hepsi, yönetmeliğin yapının tümü için belirlediği işi, belirlenen 

hız  ve  belirlenen  tarzda  yaparlar.  Hatta  duygular  bile  tanımlanmıştır:  neş'e,  hoşgörü, 

güven, tutku ve hiç kimseyle çatışmadan herkesle geçinebilme yetisi. Eğlence de bu denli 

zorlayıcı bir yolla olmasa bile, benzer şekilde düzenlenmiştir. Okunacak kitaplar, kitap ku-



lübünce seçilir. Filmler filmcilerle sinema sahipleri tarafından verilen ilanlarla saptanır. 

Geride kalanlarsa, hep yeknesaktır: arabayla pazar gezintisi, televizyon programları, kâğıt 



oyunları  ve  toplantılar.  Doğumdan  ölüme,  pazartesiden  pazartesiye,  sabahtan  akşama 

tüm faaliyetler düzenlenmiş bir örnek hale getirilmiştir.  

Böylesi bir düzenin ağına düşen kişi, insan olduğunu, tek bir birey olduğunu nasıl 

hatırlar? Düş kırıklığıyla, üzüntüyle, sevgi özlemi, hiçlik ve ayrı olma korkusuyla doluy-

ken, yaşama şansına bir kez sahip olduğunu nasıl aklına getirebilir? 

İster masa yapan bir marangoz ya da elmas işleyen bir kuyumcu olsun; ister ürü-

nünü  yetiştiren  çiftçi;  ya  da  resmini  boyayan  ressam  olsun,  yaratıcı  bir  işte  çalışanla 

nesnesi tek vücut haline gelir, insan yaratma süreci içinde kendini dünya ile bütünleşti-

rir. Bu, yalnızca üretici işler için, benim tasarlayıp gerçekleştirdiğim ve benim sonucunu al-

dığım işler için söz konusudur. Çağdaş çalışma süreci içindeki bir memurun, sonu gelmez 



bir zincirle bağlı işçinin bu bileşik işe katacakları çok az şey kalmıştır. İşçi makinenin, 

memur  bürokratik  kurumun  bir  parçasıdır.  Artık  o,  kendisi  olmaktan  çıkmıştır.  Bu 

nedenle de önünde topluma uyum göstermekten başka bir olma yolu kalmamıştır.  

Tam  çözüm,  insanlar  arası  birlikteki  başarıda,  bir  başka  insanla  sevgi  içinden 

kaynaşmada yatmaktadır. Ortak yaşam birliği, gebe anayla kamında gelişen bebek ara-

sındaki biyolojik ilişki modelinde olduğu gibidir. İki kişidirler; ama birdirler. “Birlikte” 

(ortak) yaşarlar, birbirlerini gereksinirler. Bebek, ananın bir parçasıdır. Gereksindiği her şeyi 

ondan  karşılar.  Anne  o'nun  dünyasıdır  adeta.  Onu  besler,  onu  korur,  bunun  yanında  ananın 

kendi yaşamı da onunla yoğunluk kazanır. Ruhsal ortak yaşam birliğinde iki vücut birbirin-

den bağımsızdır. Fakat benzer tür bağlılık ruhsal olarak vardır. 

Ortak  yaşam  birliğinin  edilgen  biçimi,  boyun  eğiş,  bilimsel  bir  deyişle  mazoşizmdir. 

Mazoşist kişi, kendisini, yöneten, yönlendiren, koruyan, adeta yaşamının oksijeni olan kişinin 

ana  parçası  haline  getirerek  soyutlanıp  ayrı  olmanın  katlanılmaz  duygusundan  kaçar.  İster 

tanrı,  ister  insan  olsun, boyun  eğdiği  şeyin  gücünü  abartır;  “Ben  hiç bir  şeyim,  o  her  şey; 

onun parçası olmaktan öte bir değerim yok. Bir parça olarak, ben onun büyüklüğünden 

güçlülüğünden, kesinliliğinden pay almaktayım.”  

Mazoşist kişinin karar vermesi, bir sorumluluk altına girmesi sözkonusu değildir. O hiç 

bir  zaman  tek  başına  değildir.  -Ama  bağımsız  da  değildir,  bir  bütünlüğü  yoktur,  henüz  tam 



 

olarak doğmuş değildir- Dinsel dilde, tapınılan nesneye put denir, din dışı mazoşistlik sev-



gi ilişkilerinde temel işleyiş değişmez, kişi putlaştırılmaktadır. Mazoşist ilişkilere, beden-

sel,  cinsel  istekler  karışabilir,  bu  durumda  kişi  sadece  kafasıyla  değil,  tüm  vücudu  ile 

parçası olduğu şeye teslim olur. Mazoşist kişi kadere, hastalığa, ritmik müziğe, uyuştu-

rucu madde ya da hipnotizma ile sağlanan kendinden geçişe sığınabilir. Bu hallerin tü-

münde  kendi  bütünlüğünü  yadsır,  kendisini,  kendi  dışındaki  bir  şeyin  ya  da  birisinin 

aracı haline getirir. Yaşama sorununu üretici faaliyetle çözme gereksinimi duymaz. 

Ortak yaşama birliğine etken örnek hükmetme, ya da ruhbilimsel bir deyim olarak, ma-



zoşizmin  karşıtı  olan  sadizmdir.  Sadist  kişi,  kendi  yalnızlık  ve  hapsolmuşluk  duygula-

rından bir başka kişiyi kendi parçası haline getirerek kurtulmak ister. Kendisine tapan 

bir başka kişi sayesinde kendini yüceltip abartır. Karşıtı gibi, sadist kişi de boyun eğen 

kişiye  bağlıdır.  O  olmadan  yaşayamaz.  Aralarındaki  fark  sadece  şudur;  sadist kişi  emre-

der, sömürür, can yakar, aşağılar, mazoşist kişiye ise emredilir, sömürülür, canı yakılır, 

aşağılanır. Bunlar gerçekte, büyük farklılıklardır, fakat duygusal açıdan ele alındığında fark 

pek o kadar büyük değildir. Her ikisi de aynı konumdadır: bütünleşmeden birleşme. Eğer 

durumu bilince çıkartacak olursak, kişinin farklı nesnelere karşı, farklı davranış biçimleri gös-

termesi karşısında şaşırıp kalmayız. Hitler halka karşı, ilkel bir sadizmle davrandı; fakat 



kadere,  tarihe  ve  doğanın  «üstün  güçleri»ne  karşı  mazoşist  bir  tavır  içindeydi.  Sonu  -

genel yok ediş içinde, intihar- başarı düşü ve herşeye hâkim olma isteği gibi, tipiktir. (Mazo-

şizm ve sadizme ilişkin daha fazla bilgi için bak «escape from Freedom» E. Fromm Rinehert 

& Company, New York 1941.) 



Haset, kıskançlık, hırs, her çeşit açlık, bunların tümü tutkudur. Sevme ise zorlama 

olmadan  sadece  özgür  olunduğunda  yaşanabilen,  insan  gücünü  somutlayan  bir  eylem-

dir. 

Vermek nedir?  

Çok kolay gibi görünüyorsa da bu sorunun yanıtı gerçekte karışıklıklarla belirsizliklerle 

doludur. Bu konuda en yaygın yanlış anlama, vermenin bir şeyden «vazgeçme», bir şey-

den yoksun kalma, bir başkasının uğruna kurban olma gibi anlaşılmasıdır. Kişiliği ge-

lişmemiş, yönelimleri hepbanacı, sömürücü ya da istifçiliğin ötesine geçememiş bir kişi 

sevme edinimini böyle anlar.  

Bezirgân  kişilikli biri, karşılığında  bir  şey  alarak  vermeye  hazırdır,  ona  göre  bir 

şey  almadan  vermek  kandırılmaktır.  Ana  yönelimi  üretici  olmayan  kişi  verme  sonucu 

yoksullaşma  duygusuna  kapılır.  Böylece  bu  tür  birçok  kişi  vermeyi  reddeder.  Bazıları 

da  vermeyi  bir  özveri  duygusu  olarak  ele  alıp  erdem,  sayarlar.  Kişi  vermelidir,  çünkü 

vermek  acı  çekmektir,  onlara  göre  vermenin  erdemi,  bir  şey  uğruna  özveriyi  kabul-

lenmekte yatmaktadır. Onlar için vermenin almaktan daha iyi olduğu duygusu, yoksun 

olma acısının, alma sevincinden daha iyi olduğu anlamına gelmektedir. 



 

Üretici bir kişilik için vermek, tümden farklı bir anlam taşımaktadır. Vermek, taşınılan 



gücün en üst düzeyde anlatımıdır. Verme edimi sırasında gücümü, zenginliğimi, kudre-

timi  hissederim.  Bu  üst  düzeyde  yaşanılan  canlılık  ve  taşınılan  güç  beni  sevinçle  dol-

durmaktadır. Kendi kabıma sığmadığımı, har vurup harman savurduğumu, yaşadığımı 

hissediyor,  bu  yüzden  de  sevinçten  uçuyorum.  («Man  for  Himself»  E.  Fromm,  London, 

Routledge, 1949.) Vermek, almaktan çok daha coşku vericidir. Bu, beni yoksullaştırdığı 



için böyle değildir; verme eyleminde canlılığımın gücü yattığı için bu, böyledir. Yoksu-

lun,  zenginden  daha  fazla  verme  eğilimi  taşıdığını  hep  biliriz.  Ama  belli  bir  noktanın 

ötesinde  yoksulluk  vermeyi  olanaksız  kılmaktadır.  Bu  durum,  kişiye  sadece  doğrudan 

acılar verdiği için değil, aynı zamanda yoksulun elinden, verme sevincini aldığı için de 

onur kırıcıdır. 

İnsanı  tanıma  sorunu,  dinin;  Tanrıyı  tanıma  sorunuyla  atbaşı  gitmektedir,  gele-

neksel  Batı  tanrıbiliminde.  Tanrı  hakkında  düşünce  yoluyla,  önermeler  ileri  sürerek 

Tanrıyı tanıma girişiminde bulunulur. 

Kutuplaşma, tüm yaratıcılığın kaynağıdır. Erkek-kadın kutuplaşması, aynı zamanda in-

sanlar arası yaratıcılığın da kaynağıdır. Bu biyolojide, tohumla yumurtanın birleşmesinin ço-

cuğun doğumunun temelini oluşturmasında açıkça görülür. Durum, salt ruhsal alanda da deği-

şik değildir, kadınla erkek arasındaki sevgiyle her ikisi de yeniden doğar. 

Eşcinsel sapkınlıkta bu kutupların birliğine ulaşılamaz. Bu nedenle eşcinsel kişi bir 

türlü gideremediği ayrı olma acısıyla kıvranır… 

Erkek ve dişi unsurların, benzer kutuplaşması doğada da vardır. Bu, sadece, hayvan 

ve bitkilerde, açıkça görüldüğü gibi değil, iki temel işlemin, alma ve nüfuz etmenin kutuplaş-

masında da belirir. Bu, toprakla yağmurun, nehirle okyanusun, geceyle gündüzün, karan-



lıkla aydınlığın, ruhla maddenin kutuplaşmasıdır.  

Bu düşünceyi büyük İslam şairi Rumi çok güzel dile getirmiştir: 



Gerçekte, asla sevgilisince aranmadan ortaya çıkmaz sevgili. 

Sevginin yıldırımı düştü mü bir yüreğe; bil ki, sevgi başverir o yürekte. 

Öbür el olmadan ses çıkmaz tek elden. 

Akıllılara göre gök erkektir, yer kadın: yer besler, büyütür göğün attıklarını. 

Yer sıcaklığını yitirince, gök ısıtır onu; tazeliğini ve nemini yitirince, gök yeniler onu. 

Gök, karısına yiyecek aramaya çıkan bir koca gibi dolanır durur. 

Ve yer, ev kadınlığıyla uğraşır; çocuklara göz-kulak olur ve onları beslemeyi üstlenir. 

Göğe ve yere, akıllı varlıklarmış gibi bakın; zira onlar akıllı varlıkların yaptıkları-

nı yapıyorlar. 


 

Nasıl açar yer olmadan çiçekler, bahar dalları? 



Gündüz ve gece düşman görülürler dıştan; oysa aynı amaca hizmet ederler. 

Her biri ortak işlerini tamamlamak için birbirlerini sevmektedirler. 

 (R. A. Nicholson «Rumi» George Allen and Unwin Ltd. Londra, 1950 S. 122-3.) 

Erkek karakter, etkisi altına alma, önderlik, hareketlilik (faal olma), disiplin ve maceracı 

niteliklere sahip olmak diye tanımlanabilir. Dişi karakter ise, üretici bir şekilde alma, koruma, 

gerçekçilik, tahammül ve analık nitelikleriyle belirir.  

Döneminde  Freud'un  kuramı  atak  ve  devrimci  bir  öz  taşıyordu.  Ne  var  ki, 



1900’lerde doğru olanlar; 50 yıl sonra gerçekliklerini yitirdiler.  

Ana-Babayla Çocuk Arasındaki Sevgi 

Eğer tanrısal bir lütufla, anadan ve ana rahminden ayrılmanın verdiği ürküntüden bebek 

korunmasa; doğum anında korkudan ölüverirdi. Doğduktan sonra dahi bebek, doğum öncesi 

durumundan  çok  az  farklıdır;  nesneleri  göremez,  henüz  kendinin  ve  kendi  dışında  yer  alan 

dünyanın farkında değildir. Sadece sıcaklığın ve yiyeceğin olumlu uyarımını duyar; ama he-

nüz  sıcaklık  ve  yiyeceği  kaynağından,  anadan  ayıramaz.  Anne,  sıcaklık,  anne  yiyecektir; 

anne güven ve doygunluk sağlayan keyf halidir.  

Çocuk büyüyüp geliştikçe, şeyleri oldukları gibi kavramaya, beslenmedeki doygunluğu, 

anadan ayırmaya başlar. Sonuçta, susuzluğunu, sütün verdiği doygunluğu ve anayı farklı nes-

neler  olarak  tanır.  Birçok  şeyin  farklı  olduğunu,  kendilerine  özgü  bir  yapıları  bulunduğunu 

bilince çıkartır. Bu noktada, onlara isim vermeyi öğrenir. Aynı zamanda onları ellemeyi, ate-

şin  sıcak ve can  yakıcı,  ana kucağının sıcak ve rahat,  tahtanın  sert ve ağır, kâğıdın hafif ve 

yırtılır olduğunu öğrenir, insanlara yaklaşmayı da öğrenmektedir; “annem yemeğimi yersem 

gülümser, ağlarsam beni kucağına alır; kakamı yaparsam beni döver.” Tüm bu deneyim-

ler  netleşerek  şu  yargıda  toplanır:  “seviliyorum.”  Seviliyorum;  çünkü  annemin  çocuğu-



yum. Seviliyorum; çünkü çaresizim. Seviliyorum; çünkü güzel ve dayanılmazım. Sevili-

yorum; çünkü annemin gereksinimi var bana.” Daha genel bir formülle söylersek: “Böyle 

olduğum için seviliyorum.” Ya da bir başka deyişle “Ben, ben olduğum için seviliyorum.”  

Anne tarafından sevilme işlemi edilgendir. Sevilmek için yapabileceğim hiçbir şey yok-

tur; anne sevgisi koşulsuzdur. Annemin sevgisi mutluluktur, barıştır; ona sahibolmak için, onu 

hak etmek için bir uğraş gerektirmez. Annenin koşulsuz sevgisinin bir de olumsuz yanı vardır. 

Bu, olumsuzluk onun sadece hak edilmeyi gereksinmemesinde değildir; o aynı zamanda elde 

edilemez, üretilemez, denetlenemez de. Eğer duruyorsa orada, varsa anne sevgisi, bir nimettir 

o; eğer yitmişse, durduğu yerden, yaşamın tüm güzellikleri de yitmiştir onunla, onu yaratmak 

için hiç bir şey gelmez elden. 

 



 

Sekizbuçuk-on yaşlarına kadar çocukların çoğunda, sorun; hemen hemen bütünüyle se-



vilmektir. O olduğu için sevilmek. Bu  yaşa dek çocuklar henüz daha sevemezler, sevilmeyi 

minnetle,  sevinçle  karşılarlar.  Çocukların  gelişmelerinin  tam  bu  noktasında  yeni  bir  unsur 

girer sahneye; kişinin kendi çabasıyla sevgi üretme duygusu, ilk kez, çocuk, annesine ya da 

babasına ürettiği bir şeyi, şiir, resim ya da benzeri herhangi bir şeyi vermeyi düşünür. Çocu-

ğun  yaşamında  ilk  kez  sevme  düşüncesi  salt  sevilmekten  sevmeye,  sevgi  yaratmaya  dönüş-

mektedir. Sevginin bu ilk tomurcuklanmasından olgunlaşmasına kadar uzun bir sürenin geç-

mesi gerekir. Sonunda çocuk beniçinciliği (egocentricity) aşar, diğer insanlar, artık onun için 

salt  gereksinmelerini  karşılayan  bir  araç  değildir.  Başka  insanların  gereksinimleri  de  en  az 

onunkiler kadar önemlidir. Vermek almaktan daha çok doyuran, daha çok haz veren hale gel-

miştir. Sevmek, sevilmekten daha önemlidir. Severek, narsizmin ve ben-merkezciliğin ya-



rattığı hapishanenin yalnızlık ve soyutlama hücrelerinden kurtulmaktadır.  

Çocuk sevgisi, «seviyorum; çünkü seviliyorum» ilkesine dayanır.  

Büyüklerin sevgisinin ilkesi, «seviliyorum; çünkü seviyorum»dur.  

Olgunlaşmamış sevgi «Seni seviyorum; çünkü sana gereksinimim var» der. 

Olgunlaşmış  sevginin  söylediği  ise  «sana  gereksinimim  var;  çünkü  seni  seviyo-

rum»dur. Sevme yetisinin gelişmesi, sevgi nesnesinin gelişmesiyle yakından ilişkilidir. Ço-

cuk ilk ay ve yıllarda anneye sıkıca bağlıdır. Bu bağlılık, doğumdan önce anne ve çocuk hem 

iki ayrı kişi hem de bir bütünken başlar. Doğum, durumu bir ölçüde değiştirir; ama görüldüğü 

kadar önemli değildir Şimdi çocuk rahim dışında da hâlâ tümüyle anneye bağlıdır. Fakat gün-

den  güne  bağımsızlaşmaktadır.  Yürümeyi,  konuşmayı,  tek  başına  dünyayı  tanımayı  öğrenir. 

Anneyle olan ilişkisi  yaşamsal öneminin  bir bölümünü  yitirir ve babayla  olan ilişki giderek 

daha önemli hale gelir. Bu, anneden babaya yönelişi anlamak için anne ve baba sevgisi ara-

sındaki ayrımı bilmeliyiz. Anne sevgisi, çok özel yapısının sonucu, koşulsuzdur. Anne, yeni 



doğan bebeği, bebek yeni özgün koşulları yerine getirdiği için değil, kendi çocuğu olduğu 

için sever. Elbette burada anne ve baba sevgisinden söz ederken, «ideal tipler»den söz ediyo-

rum. Böylesi bir sevgi her anne ve babada bulunur demek istemiyorum. Koşulsuz sevgi, sa-



dece çocukların değil tüm insanların en derin özlemidir.  

Diğer  yanda ise, kişinin  değerlerinden dolayı hak ettiği için sevilmesi her  zaman  yerini 

kuşkuya bırakır; belki beni sevmesini istediğim kişiyi memnun edememekteyim, belki şu, belki 

bu oluyor. Burada sevginin her an bitivereceği korkusu vardır. Daha da öte «hak edilmiş» sev-

gi,  yerini,  kolayca,  kişinin  o  olduğu,  kendisi  olduğu  için  sevilmediği  sadece  hoşa  gittiği  için 

sevildiği, son çözümlemede kişinin sevilmeyip kullanıldığı yargılarıyla acı bir duyguya bırakır. 



İster büyük, ister küçük olalım, hepimiz kuşkusuz ana sevgisine tutunmanın özlemi için-

deyiz. Çocukların çoğu ana sevgisini alacak kadar mutludurlar. Büyüklerde aynı özlemi doyur-

mak çok zordur. Çokluk, dinsel biçimlerde; daha çok da nevrozlarda ortaya çıkar.  




10 

 

Babayla olan ilişki oldukça farklıdır. Ana, içinden çıktığımız yuva, doğa, toprak, ok-



yanustur.  Baba  ise,  çocuğun  öğretmeni;  yaşamdaki  yol  göstericisidir.  Anne  ve  babanın 

çocuğa karşı olan tutumları, çocuğun tüm gereksinimlerini bütünüyle karşılar. Bebek, anne-



nin  koşulsuz  sevgisine;  fizyolojik  olduğu  kadar  ruhsal  korunmaya  gereksinim  duyar. 

Altı yaşından sonra ise, babanın sevgisine, onun otoritesine ve yönlendiriciliğine gerek-

sinim duyar. Annenin işlevi çocuğu yaşamda güvenli kılmaktır. Babanınki ise onun öğ-

retmeni olmak, ona içine doğup, unsuru olduğu toplumun sorunlarıyla başa çıkabilme-

sinin yollarını göstermektir. En ideal anne sevgisi çocuğu büyümekten alıkoymaya, onun 

çaresizliğine prim vermeye kalkışmaz.  

Anne,  yaşama  güvenli  olmak,  aşırı  sinirli  olmamak  ve  huzursuzluğunu  çocuğuna 

taşımamak durumundadır. Yaşamının yarısını, çocuğunun bağımsız, kendinden ayrı bir 

kişi olması dileği ile kaplamalıdır. Babanın sevgisiyse kurallar ve beklentilerle yönlendi-

rilmelidir. Otoriter ve ürküten bir sevgiden ziyade bağışlayan, sabırlı  bir sevgi  olmalı-

dır. Büyümekte olan çocuğa artan bir yeterlilik duygusu aşılamalı ve sonuçta çocuğun 

kendi yetkesi (otoritesi) olmasına izin vermelidir. 

Sonuçta yetişkin kişi, kendi kendisinin ana, babası olma durumuna gelir. Sanki içinde bir 

analık bir de babalık güdüsü vardır. Analık güdüsü «seni, benim sevgimden, mutlu bir yaşam 

dileğimden yoksun bırakacak hiç bir kötülük, hiç bir günah yoktur.» Babalık güdüsü ise, 

«Yanlış yaptın, yanlışının belli sonuçlarından kaçınamazsın ve her şeyden öte; eğer seni 

sevmemi istiyorsan tutumunu değiştirmelisin.»  Yetişkin insan dıştaki anne ve babadan kur-

tulmuş; ama onları içinde yeniden oluşturmuştur. Yetişkin bir insan, ne oranda birbirleriyle 



çatışırlarsa çatışsınlar, hem analık, hem de babalık güdülerinin her ikisiyle birlikte sever. 

Eğer kendine sadece babalık güdüsünü ayırırsa şefkatsiz ve haşin olur. Şayet sadece ana-

lık  güdüsünü  yeşertirse,  yargılama  gücünden  yoksun  kalır.  Ve  hem  kendisinin,  hem  de 

başkalarının gelişmelerini engeller. Ruhsal sağlığı ve olgunluğu başarmanın temelinde, ana-

yönelimli bağlılıktan baba-yönelimli bağlılığa doğru gelişmenin sonundaki sentez yatmaktadır. 

Bu gelişmenin başarısızlıkla sonuçlanması, nevrozların temelini oluşturur.  

Nevrozlu gelişmeye yol açan nedenlerden biri, erkek çocuğun onu seven; fakat aşı-

rı yumuşak ya da hükmedici bir anneye, zayıf ve ilgisiz bir babaya sahip olmasıdır. Bu 

durumda çocuk anaya olan ilk bağlılığında takılır kalır ve anneye dayalı bir kişi olarak 

gelişir, çaresizlik hisseder; almak, bakılmak, korunmak gibi alıcı insan özellikleri göste-

rir. Disiplin, bağımsızlık ve kendi  yaşamına sahip olma gibi babalık niteliklerinden yoksun-

dur. Her önüne çıkandan, bazen kadınlar, bazen güçlü ve otoriter erkekler arasından kendine 

bir  «anne»  bulmaya  çalışır.  Bunun  karşıtında,  eğer  anne  soğuk,  ilgisiz  ve  hükmedici  bir 

yapıya sahipse, çocuk ya anaya sığınma gereksinmesini babasına, ya da baba verine ko-

yabileceği  kişilere  yöneltir  -burada  da  sonuç  ilkinin  aynıdır,-  ya  da  tek  yanlı  baba  yö-

nelimli bir kişi olarak gelişir. Tümüyle yasaya, düzene ve otoriteye bağlı bir kişi olur ve 



11 

 

koşulsuz sevgi alma ya da umma yetileri güdük kalır. Böylesi gelişme, eğer baba otoriter 

ve oğluna çok bağlı bir kişi ise daha da şiddetli olur.  

Tüm  bu  nevrozlu  gelişmelerin  ortak  özelliği,  analık  ya  da babalık unsurlarından 

birisinin gelişmemesi; ya da anne ve babanın rollerinin hem kişinin kendi içinde hem de 

dış dünya ile olan ilişkilerinde birbirine girip, karmakarışık hale gelmesidir. Ki, çok şid-

detli nevrozlu gelişmelerde bu durum vardır. Daha ileri araştırmalar belli nevrozların; örneğin 



saplantı nevrozunun  tek yanlı baba bağlılığından, histeri,  alkolizm,  kendini  kabul  etti-

rememe,  yaşamın  gereklerini  kavrayamama  ve  ruhsal  çöküntü  nevrozlarının  ise  ana-

yönelimli olmadan kaynaklandığını göstermiştir. 

Anne Sevgisi 

Anne ve baba sevgileri arasındaki ayrımı incelerken daha önceki bölümlerde anne sevgisi-

nin doğası üzerinde durduk. O bölümde de belirttiğim gibi anne sevgisi, çocuğun gereksinmeleri-

nin koşulsuz karşılanmasıdır. Burada, daha önce yaptığım tanıma çok önemli bir nokta ekleyece-

ğim.  Çocuğun  yaşamının  karşılanmasının  iki  görünümü  vardır:  Bunlardan  birincisi,  ço-

cuğun yaşamını koruyup, büyümesini sağlamak için gerekli olan sorumluluk ve bakımdır. 

İkincisiyse  korumanın  çok  daha  ötelerindedir.  Bu,  çocuğa  yaşama  sevgisi  aşılamak,  ona; 

dünyaya gelmek, küçük bir kız ya da oğlan olmak, yaşamak güzeldir duygusunu vermektir. 

İşte anne sevgisi çocuğa, “dünyaya gelmek ne de iyiymiş” duygusunu verir. Çocuğa, salt hayatta 

kalma isteğini değil; yaşama sevincini de aşılar. Aynı düşünce İncil'de, bir başka simgeyle açık-

lanır. Vadedilmiş toprak (Toprak her zaman ananın simgesidir) «süt ve bal ırmaklarının aktığı» 

yer olarak tanımlanır. Süt sevginin ilk görünümünün ilgi ve onaylamanın simgesidir. Bal, yaşamın 

tatlılığını, ona duyulan sevgiyi ve yaşamanın mutluluğunu simgeler.  



Annelerin büyük çoğunluğu «süt» verebilmektedir; ama onların pek azı «bal» da ek-

leyebilirler. Annenin bal verebilme yetisine sahip olabilmesi için sadece «iyi anne» olması 

yetmez;  mutlu bir kişi de olmalıdır. Bu noktaya erişen annelerin sayısı  pek  yüksek değildir. 

Annenin çocuk üzerindeki etkisi pek abartılmış sayılmaz. Annenin yaşamaya olan tutkusu, hu-

zursuzluğu gibi bulaşıcıdır. Her iki tutum da çocuğun tüm kişiliği üzerinde derin etkilere sahip-

tir. Gerçekten çocuklar -ve yetişkinler- arasında; sadece «süt» emenlerle «süt ve bal»ı be-



raberce  alanları  birbirinden  ayırmak  hiç  de  zor  değildir.  Anneyle  çocuk  arasındaki  ilişki, 

eşitsizliğin tüm özelliklerini taşır; biri tüm yardımları gereksinir, diğeri ise verir. Bu, başkalarını 

düşünen, bencil olmayan yapısından dolayı anne sevgisi, sevgilerin en yüce türü ve tüm duygu-

sal  bağların  en  kutsalı  olarak  kabul  edilir.  Görünen  odur  ki,  anne  sevgisinin  gerçek  başarısı; 

ananın  küçük  bebeğe  karşı  duyduğu  sevgide  değil,  ananın  büyüyen  çocuğa  duyduğu  sevgide 

yatmaktadır.  Aslında  annelerin  büyük  çoğunluğu,  bebek  küçük  ve  onlara  tümüyle  bağlıyken 

seven  annelerdir.  Kadınların  çoğunluğu,  çocuk  isterler;  yeni  doğan  bebek,  onları  mutlu  kılar. 

Can-ı gönülden bakarlar bebeğe. Karşılığında, bebeğin yüzünde beliren bir gülücük ya da doy-

gunluk ifadesinden başka hiç bir şey «olmamalarına» rağmen böyledir bu.  



12 

 

Öyle anlaşılıyor ki, insanın dişisinde olduğu kadar hayvanlarda da gözlenen böylesi 



sevgi tavırlarının kökleri içgüdüsel dürtülere uzanmaktadır. Ne var ki içgüdüsel öğelerin 

ağırlığı ne olursa olsun, bu tür anne sevgisinde etken insana özgü ruhsal öğeler de bulunmak-

tadır. Bunlardan bir tanesi anne sevgisinde bulunabilen narsist unsurdur. Bebeği kendi par-

çası  olarak  kabul  ettiği  sürece,  annenin  sevgisi  ve  aşırı  düşkünlüğü  narsizmini  doyur-

maktan başka bir şey olmayabilir.  

Bir başka dürtü, annenin güce ve sahip olmaya duyduğu istekte bulunabilir. Çocuk tü-

müyle çaresizdir ve annesinin isteminin nesnesidir. Etken olmaya ve sahip olmaya tutkun bir 

kadın  için  çocuk,  doygunluğun  doğal  bir  nesnesinden  başka  bir  şey  değildir.  Bunlar  sık  sık 

rastlanan itkilerdir, fakat üstün olma gereksinimi olarak tanımlayabileceğimiz itkinin yanında 

bunlar  daha  az  önemli  ve  yaygındırlar.  Bu  üstün  olma  gereksinimi,  kişinin  kendi  varlığının 

farkına varmasına, salt bir yaratık olmanın kendisini doyurmamasına, fincandan fırlatılan bir 

zar olmayı yadsımasına kadar uzanan kökleriyle insanın en temel gereksinimlerinden biridir. 

Yaratılmanın edilgenliğinden kurtulup, yaratma  duygusunu tatmak ister. Bu  yaratma duygu-

sunu doyurmanın birçok yolu vardır, bunlar içinde en kolay ve en doğal olanı annenin yarattı-

ğı  varlığa  karşı  gösterdiği  ilgi  ve  sevgidir.  Anne,  kendisini  bebeğiyle  aşar,  ona  duyduğu 

sevgi yaşamına anlam ve değer kazandırır.  

Ne  var  ki,  çocuk  büyümelidir.  Ananın  rahminden,  memesinden  kurtulup  sonunda  tü-

müyle ayrı bir insan olmalıdır. Anne sevgisinin önündeki çocuğun büyümesine gösterilen ilgi, 

çocuğun  kendinden  ayrılmasına  duyulan  istektir.  Anne  sevgisinde,  bir  olan  iki  kişi  ayrıl-



maktadır. Anne bu ayrılığı sadece hoşgörüyle karşılamamalı; ayrıca bu ayrılığı isteyip körük-

lemelidir. İşte anne sevgisi bu aşamada, karşılığında sevilen insanın mutluluğundan başka bir 

şey istemeksizin sevebilme yetisi, özveri gerektiren güç bir görev haline gelir. Annelerin bir-

çoğu işte tam bu esnada anne sevgisinin gerekli kıldığı görevi yerine getirmede başarısızlığa 

uğrarlar.  Narsist,  despot,  hepbenimci  kadınlar  çocukları  küçük  olduğu  süre  içinde  «seven» 

anne olmada başarılıdırlar.  

Çocuğu ayrılma sürecindeyken sevebilen anne ancak çok vererek mutluluğa, eren, var-

lığının kökleri kavi gerçekten seven kadın olabilir. Büyüyen çocuğa duyulan anne sevgisi, 



kendisi  için  bir  şey  istemeyen  sevgi;  belki  de  en  güç  başarılabilecek  sevgi  dürtüsüdür. 

Ayrıca annenin küçük bebeği sevebilmesindeki kolaylıktan dolayı da oldukça aldatıcıdır. Fa-

kat sadece bu zorluktan dolayı kadın, eğer kocasını diğer çocukları, yabancıları ve tüm insan-

ları sevebiliyorsa; gerçekten seven anne olabilir. Sevmeyen kadınsa, çocuğu küçük olduğu 



sürece şefkatli bir anne olabilir; ama seven anne olamaz. Burada ölçüt çocuğun ayrılması-

na gösterilen istek ve ayrıldıktan sonra sevmeyi sürdürebilmektir. 

 

 



13 

 

SEVGİ VE ÇAĞDAŞ BATI TOPLUMDA SEVGİNİN YOZLAŞTIRILMASI 

Eğer sevgi olgunluk, üretici kişilik gerektiriyorsa, ileri uygarlıkta yaşayan bir birey için 

sevebilme yetisi, o uygarlığın ortalama insan üzerindeki etkisine bağlıdır. Çağdaş batı uygar-

lığından söz ettiğimize göre, batı uygarlığının toplumsal  yapısını ve onun sonucu olarak or-

taya çıkan ruhsal yapının, “sevginin gelişmesine” uygun olup olmadığını sormak gerekir. Bu 

soruya verilecek yanıt olumsuzdur. Batıdaki yaşamımızı izleyen bir tarafsız gözlemci kardeş-

lik  sevgisinin,  anne  sevgisinin  ve  cinsel  sevginin  az  rastlanan  olgular  olduğunu  görecek  ve 

bunların yerlerinin gerçekte yozlaşmış sevgi biçimleri olan birçok sahte sevgiyle dolduruldu-

ğuna kuşku duymayacaktır.  



Kapitalist toplum, bir yandan politik özgürlük ilkesi, diğer yandan tüm ekonomik 

ve toplumsal ilişkileri pazarın düzenlediği bir temel üzerinde yükselmektedir. Meta pa-

zarı,  malların  hangi  koşullarda  alınıp  satılabileceğini  belirler;  emek  pazarı  ise  emeğin 

alınıp satılmasını düzenler. Yararlı şeyler ve yararlı insan enerjisi ve hüneri beraberce zora 

başvurmaksızın dolandırıcılık yapılmadan pazar koşulları altında alınıp satılacak mallara dö-

nüşürler.  Ayakkabılar,  yararlı  ve  gerekli  olabilirler;  ama  pazarda  talep  edilmiyorlarsa 

hiç bir ekonomik (değişim değeri) yoktur. İnsan güç ve hünerinin de, eğer var olan piya-

sa koşulları altında bir talebi yoksa değişim değeri de yoktur.  

Sermaye sahipleri iş gücünü satın alıp ona yatırdıkları sermayenin kârlılığı için çalışma-

sını  buyurabilirler.  Emek  sahipleri  ise  güç  ve  hünerlerini  var  olan  piyasa  koşulları  altında 

sermaye sahibine satmak durumundadırlar, aksi halde açlıktan ölürler. Bu ekonomik yapı de-

ğerlerin  hiyerarşisini  yansıtır.  Sermaye  emeğe  buyurur;  sonunda  cansız,  ruhsuz  şeyler, 

yaşayan emekten, insanoğlunun gücünden daha değerli hale gelir. Bu olgu kapitalizmin 

başlangıcından buyana temel yapısını oluşturmuştur. Bu durum, her ne kadar çağdaş ka-

pitalizm için de geçerliliğini korumaktaysa da; bir dolu değişime uğrayarak çağdaş kapitaliz-

me bu günkü özgün niteliğini kazandırmış ve bu etmenler çağdaş insanın karakterinin belir-

lenmesinde önemli etkilerde bulunmuşlardır.  



Kapitalizmin gelişmesinin sonucu olarak sürekli bir şekilde sermayenin merkezile-

şip, yoğunlaştığına tanık olmaktayız. Büyük işletmeler boyutlarını sürekli olarak büyü-

tüp geliştirirken küçükler arada ezilip yitiyorlar. Bu dev işletmelere yatırılan sermayenin 

sahipleri yönetimden her geçen gün biraz daha uzaklaşıyorlar. Yüzbinlerce hisse senedi sa-



hibi, işletmeyi elinde tutuyor, yönetim ise, iyi para alan, ama işletmenin mülkiyetine sa-

hip olmayan bir gurup yöneticinin elinde. Bu yöneticiler işletmenin en yüksek kâra erişme-

sini istemekten çok işletmenin, dolayısıyla kendi güçlerinin büyümesine önem vermektedirler. 

Sermayenin merkezileşmesi ve güçlü bir yöneticiler katmanının oluşması işçi hareketinin ge-

lişmesiyle  at  başı  gitmektedir.  İşçinin  sendikalaşmasıyla,  tek  işçinin  iş  gücü  pazarında  tek 

başına pazarlığa  girmesinin önü alınmıştır. Artık işçide büyük işçi sendikalarında birleşmiş, 

onu sanayi devlerine karşı koruyacak güçlü bir önder kadroya sahip olmuştur. Sermaye ala-




14 

 

nında olduğu gibi işçiler arasında da, ister iyi olsun ister kötü, ağırlık bireyden yönetici-



lerin eline geçmiştir. Böylece çok büyük sayılarda insan bağımsızlıklarını yitirerek; dev 

ekonomik imparatorlukların yöneticilerine bağımlı hale gelmişlerdir. Sermayenin merke-

zileşmesinin bir başka önemli sonucu da işin özgün bir biçimde düzenlenmesidir.  Geniş öl-



çüde  merkezileşmiş  işletmelerde  yer  alan  katı  işbölümü,  bireyin  birey  olma  niteliğini 

yitirmesine neden olmakta; onu, makinenin bir parçası haline getirmektedir.  

Çağdaş kapitalizmde insan sorunu şöyle formüle edilebilinir: Çağdaş kapitalizm bü-

yük  sayılarla,  uysallık  içinde  bir  araya  gelecek  insanlara  gereksinim  duyar.  Bunlar  giderek 

artan bir şekilde tüketime yönelmeli, beğenileri kalıplaşmak ve kolayca etkilenip yönlendiril-

melidirler. Çağdaş kapitalizm kendini özgür ve bağımsız hisseden, hiçbir otoriteye ilkeye 



ya da özduyuya kul olmamış insanlara gereksinim duyar; ama bunların, buyruk alma-

ya,  kendilerinden  isteneni  yapmaya,  toplumsal  mekanizmayla  sürtüşmeden  yaşamaya 

yatkın olmalarını ister, öyle ki zor kullanmadan yönlendirilmeli, öndersiz yönetilmeli ve 

iyi ya da kötü bir amaca sahip olmadan çalıştırılmalıdırlar. 

Bundan ne sonuç çıkar?  

Çağdaş  insan  kendisinden,  çevresindeki  insanlardan  ve  doğadan  yabancılaştırıl-

mıştır. İnsan bir meta haline dönüştürülmüş, yaşam güçlerini var olan pazar koşulları altında 

kendisine en fazla kârı getirecek alana yatırması sağlanmıştır. İnsan ilişkileri, kendi güven-



liklerini  sürüye  bağlı  olmakta,  düşünce,  duygu  ve  eylem  yönünden  diğerlerinden  ayrı 

olmamakta  gören,  birbirine  yabancılaşmış  otomatların  ilişkileri  haline  getirilmiştir. 

Herkes birbirine olduğunca yakın olmaya çaba harcarken diğer yandan kendini tümüyle yalnız 

hisseder, tekbaşınalığının her zamanki sonucu olan derin bir güvensizlik, huzursuzluk ve suç-

luluk duygusuna gömülür. Uygarlığımız kişinin bu tekbaşınalığını bilince çıkartmasını engel-

leyecek  birçok  oyalayıcı  şeye  sahiptir;  her  şeyden  önce  sıkıca  düzenlenmiş  ve  makine-

leştirilmiş çalışma düzeni insanı en temel insanca isteklerinden, kendini aşma ve bir ol-

madan habersiz kılar. Bu tekdüzelik, insanda bir doyum yaratmadığı için insan bu bi-

lince çıkartamadığı sıkıntıdan eğlenceyle, eğlence sanayiinin ona sunduğu müzik ve film-

lerle kurtulmayı dener, bundan başka eski eşyalarını değiştirip durmadan yeni birşeyler 

alarak kendini avutur.  

Çağdaş  insan  Huxley’in  Kahraman  Yeni  Dünya’da  çizdiği  tipe  çok  benzemektedir: 

karnı  tok  sırtı  pek,  cinsel  yönden  doygun,  kişiliği  gelişmemiş,  çevresindeki  insanlarla  son 

derece düzeyde ilişkiler kuran, Huxley’in sıraladığı «Birey hissederse, toplum sendeler»; ya 

da «Bugün sahip olabileceğin eğlenceyi yarına bırakma» bir de hepsini bastıran, «Bu gün-

lerde herkes mutlu» sloganlarıyla yönlendirilen bir kişidir o. Günümüzde insanların mutlu-

luğu  «eğlenmeğe»  dayanmakta,  eğlenmenin  altındaysa  «almanın»,  tüketmenin  doygunluğu 

yatmaktadır.  Dünya,  bizim  açlığımızı  giderecek  büyük  bir  nesne,  bir  elma,  bir  şişe,  bir 

memedir;  biz durmadan emer, birşeyler bekler ve umarız ve sürekli düş kırıklıklarına 



15 

 

uğrarız. Karakterimiz değiş tokuş etmek, almak, tüketmek, değiştirmek üzerine kurul-



muştur. İster ruhsal olsun ister nesnel ne varsa herşey tüketimin ve değiş tokuşun nesne-

leri haline gelmişlerdir. 

Sevgiye  ilişkin  durumda  zorunlu  olarak  çağdaş  insanın  bu  toplumsal  yapısına  göre  bi-

çimlenmiştir. Otomatlar sevemezler. Onlar sadece «kişilik paketleri»ni  birbirleriyle de-

ğiştirirler ve ucuza kapatma peşinde koşarlar. Bu yabancılaşmış yapının en belirgin, özel-

likle evlilikte, sevgi gösterme biçimi  «çift» kavramıdır. Mutlu evlilik üzerine tüm yazılan-



lar birbiriyle iyi geçinen bir çifti tanımlar. Bu tanımlama uyum içinde çalışan işçi kav-

ramından pek farklı değildir. Böylesi bir kişi «tam anlamıyla bağımsız» olmalı, işbirliği 

yapabilmeli,  bağışlayıcı  ama  aynı  zamanda  tutkulu  ve  saldırgan  olmalıdır.  Bu  nedenle 

evlenme  kılavuzu  kocanın,  karısını  «anlaması»  gerektiğini  ve  ona  yardımcı  olmasını 

öğütler.  Karısının  yeni  giysisini  övmeli,  pişirdiği  yemeklerden  dolayı  iltifat  etmelidir. 

Diğer  yanda  kadın,  eve  yorgun  argın,  sinirli  ve  gergin  gelen  kocasını  anlamalı,  onun 

işindeki sorunlardan söz edişini ilgiyle dinlemeli, doğum gününü unuttuğu zaman öfke-

lenmeyip  bağışlayıcı  olmalıdır.  Bu  tüm  yaşamları  boyunca  birbirine  yabancı  kalan, 

«candan bağlılığa» ulaşamayan iki insanın, karşılıklı nezaketle davranma ve birbirlerini 

rahat ettirme çabalarının, iyi işleyen ilişkilerinin toplamından başka birşey değildir. 

Çok daha karmaşık sevgi kargaşası taşıyan bir tür nevrozlu hastalık da farklı bir anne-

baba ilişkisinden kaynaklanır. Bu nevroz, anne ile baba birbirini sevmez fakat kavga etmeye-

rek geçimsizliklerini herhangi bir şekilde gizleyebilecek kadar ihtiyatlı oldukları zaman çıkar. 



Anneyle  babanın  birbirlerine  karşı  soğuk  olmaları  onların  çocuğa  karşı  da  tutarsız  ol-

malarına yol açar.  Böylesi bir ortamda küçük bir kız bir  «dürüstlük» tavrı edinecek; fakat 

ne annesi, ne de babasıyla yakın bir ilişki içine girmesine izin verilmeyecek ve bu nedenle de 

kızcağız şaşkın ve ürkek olacaktır.  

Küçük  kız  hiçbir  zaman  anne  ve  babasının  ne  düşündüklerini  ve  duyduklarını 

bilmeyecek; havada her zaman bilinmeyen, esrarengiz bir dalgalanma olacaktır. Sonuç-

ta küçük kız, dünyadan elini, eteğini çekecek, içine kapanacak, herkesten kaçacak ve bu 

tavrı, sonraki sevgi ilişkilerine de yansıyacaktır. Bunun da ötesinde içe kapanmanın so-

nuçları, aşırı huzursuzluğa dünyada güven içinde olmama duygusunun gelişmesine; aşın 

heyecanlar yaşamanın tek yolu olan mazoşist eğilimlere yol açar. 

Çağdaş insan içinde bulunduğu anı yaşamaz, ya gelecekte yaşar ya geçmişte. Duy-

gusal bir şekilde annesini ve çocukluğunu düşünür; ya da geleceğe ilişkin mutlu planlar yapar. 



Sevgi, ister başkalarının uydurulmuş yaşamlarını açlıkla paylaşarak olsun, ister yaşanı-

lan anda, geçmişe ya da geleceğe atılarak yaşansın; bu soyutlanmış ve yabancılaştırılmış 

sevgi biçimi gerçeğin, tekbaşınalığın, ayrı olmanın kişiye verdiği acıyı uyuşturmaya ya-

rar. 

 


16 

 

Ortaçağın insanı Tanrıyı ciddiye alıyordu. Tek amaçları Tanrının koyduğu ilkelere göre 



yaşamaktı, «kurtuluş»u başlıca uğraşları olarak görüyorlar; tüm diğer işlerim geriye atıyorlar-

dı. Böylesi bir uğraştan bugün söz edemeyiz. Her türlü dinsel değer, güncel yaşamımızın 



dışına çıkmıştır. Günlük yaşam maddesel rahat ve kişilik pazarında başarı peşinde koş-

maktan  geçmektedir.  Dünyevi  uğraşlarımızın  ilkeleri,  farkedilme  ve  kendini  övmedir. 

(İkincisine çokluk «bireycilik» ya da «bireysel öncülük» denmektedir). Tümüyle dinsel 

kültürlere  bağlı  insanlar  sekiz  yaşında  bir  çocuğa  benzetilebilirler,  bu  yaşta  bir  çocuk 

babasının yardımını gereksinir; ama öte yandan babasının öğüt ve ilkelerini kendi ya-

şamında uygulamaya başlamıştır. Çağdaş insansa üç yaşında bir çocuk konumundadır. 

Ancak gereksinim duyduğu an baba diye bağırır. Gereksinimi yoksa eğer oyununa dalıp 

gider. Bu nedenle yaşamımızı Tanrının ilkelerine göre düzenlemek verine, insan biçimli 

bir Tanrıya çocuk gibi bağlanarak yasadığımız için bizler, Ortaçağın dinsel kültüründen 

çok puta tapan ilkel kabilelerin dinsel kültürüne yatkınız.  

Bir başka olgu da çağımızda bilincin sadece çağdaş batı kapitalist toplumuna özgü 



özellikler  taşımakta  olmasıdır.  Artık  kitabımızın  başındaki  bazı  görüşlere  dönebiliriz: 

Çağdaş insan, kendini metaya dönüştürmüştür; yaşama gücünü en fazla  kâr getirecek 

bir  yatırım  olarak  görmekte,  kişilik  pazarında  yerini  almaktadır.  Kendisinden  diğer 

insanlardan ve doğadan kopmuştur. Artık tüm dileği hünerlerini, bilgisini ve kendisini 

yani  «kişilik paketini» alışverişin kendisi gibi  dürüst ve kârlı olmasını  isteyen birisiyle 

değiştirmektir.  Yaşamın  ilerlemekten  başka  amacı,  kârlı  bir  alışverişten  başka  ilkesi, 

yoğaltmanın dışında doygunluğu yoktur. 

Nesnel  düşünce,  becerisi  akıllılıktır;  düşünmenin  ardındaki  duygusal  durum  ise  alçak 



gönüllülüktür. Nesnel olabilmek yani kişinin aklını kullanabilmesi; ancak kişi alçak gö-

nüllü tavır içindeyse ve kendini çocukluğundaki kadiri-mutlak, alimi-mutlak olma haya-

linden kurtarabilirse olasıdır. 

ÖZETLEYEN 

CELAL SANCAR 

7.3.2016 

ANKARA

 

Yüklə 143,76 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə