Sizinle tanışmadan önce,
Söz düşürüp konuşmadan önce,
Az gittim, uz gittim
İki ters, bir düz gittim
Çok yerler gördüm,
Çok şeyler yaşadım.
Ovalar gördüm, el kadar
Ağaçlar gördüm, kol kadar
Dağlar gördüm, dümdüz
Tepeler gördüm, dağ kadar
Filler gördüm, karıncadan küçük
Pireler gördüm, develerden büyük.
Su tersine akıyordu,
İnsanlar tersine yürüyordu.
Gök aşağıda, yer yukarıdaydı.
7
-
KORKAK OGLAN
8
Demek ki
Buralardan geçmişti ozan dede,
Yoksa neden yazsındı o dizeleri:
“Gök yeşil / Yer sarı / Mercan dallar”
Ya da benimle dalga geçiyordu,
Veli’nin oğlu, Orhan Veli:
“Gökyüzünü ben boyarım her sabah,
Hepiniz uykudayken.
Uyanır bakarsınız ki mavi.
Deniz yırtılır kimi zaman,
Bilmezsiniz kim diker;
Ben dikerim.” diyordu.
Atıp tutmadan,
Çekip uzatmadan,
Yeter artık dedirtmeden
Bir masal anlatayım size:
9
Bir varmış, bir yokmuş. Çalışkan ama yoksul bir
ananın, tembel ve korkak bir oğlu varmış. Yer ye-
rinden oynasa kıpırdamaz, gölgesinden korktuğu
için ayak yoluna bile çıkmazmış. Herkes dağ bayır
aşıp işe giderken, o horul horul uyurmuş.
Oğlunu çok seven ana üzülür, ağlarmış. Başka-
sının oğulları, kızları böylesine çalışkan ve yiğitken,
onun oğlu tembel ve korkakmış…
Neden, niçin, deyip düşünürmüş.
Acaba soyundan mı, boyundan mı geliyor, diyor-
muş. Oysa ne ölmüş kocası korkak ve tembelmiş,
ne de kendisi. Onların gerdiği yayı kimse geremez,
attıkları oku kimse bulamazmış. Kırk kişinin işini bir
günde görür, bir vuruşta koca fili devirirlermiş.
10
Çok düşünmüş yoksul ana, ağlamış yana yana.
Benden sonra ne olur bunun sonu?
Kim getirir, kim yedirir?
Kim yatırır, kim kaldırır?
Kim açar kapısını, kim tutar elini, deyip dövü-
nürmüş.
Çok severmiş oğlunu ana. Gereğinden çok ko-
rur, kollarmış. Dışarıya çıkıp düşer şaşar diye sürekli
uyarır, öğütlermiş:
“Sakın dışarıya çıkma!”
“Sakın sokağa inme!”
“Oturduğun yerden kalkma.”
“Sonra öcüler kapar.”
“Uğrular, eğriler...”
Gel zaman, git zaman koca yiğit olmuş, el kadar
oğlan. Toprak dama sığmamış. Bir oturuşta koca bir
koç yiyor, on kova su içiyormuş.
Gün gelmiş, anası elden ayaktan düşmüş. Artık ne
tarlaya gidebiliyormuş ne bağa bahçeye.
Oturmuş ağlamış.
– Artık tükendim ben oğul can, demiş. Ne yiye-
cek getirecek, ne su taşıyacak gücüm kaldı. Git, kur-
tar başını. Senin yaşıtların, at binip cirit oynuyorlar.
Yay gerip ok atıyorlar. Avcılık, çobanlık yapıyorlar.
İş peşinde, kuş peşinde koşuyorlar.
11
Söylenmiş, sızlanmış oğlan. Çıkmış çıkmış geri
dönmüş.
– Sensiz yapamam ana can, demiş.
Anası yana yakıla,
– Benden umudunu kes. Bugünlük, yarınlık işim
kaldı. Bir ayağım çukurda benim, demiş.
Ne söylemişse yararı olmamış. Korkak Oğlan, bir
adım öteye gitmiyormuş.
Yaşlı ana bakmış olacak gibi, söz yerini bulacak
gibi değil. Oğlunu çıkarıp kapıyı kapamış. Ne kadar
çalmışsa, ne kadar yalvarmışsa açmamış.
12
Beklemiş kalmış oğlan. Korkmuş karanlıktan,
irkilmiş gün ışığından. Dövünmüş, sızlanmış. Ağla-
mış, yırtınmış.
Gözlerini yummuş, kulaklarını tıkamış anası. Duy-
muş, duymazlıktan; görmüş, görmezlikten gelmiş.
Korkak Oğlan, bir süre sonra acıkmış, susamış.
Sine sürüne dereye inip su içmiş. Kimse karşı durma-
mış. Kimse bir şey dememiş. Sevinmiş, umutlanmış.
Biraz olsun korkularından arınmış.
Komşu evden mis gibi ekmek kokusu geliyormuş.
Utana çekine tandırın başına varmış. El açmadan is-
temeden, ekmek pişiren teyze, iki ekmek uzatarak,
– Buyur al oğul can, demiş. Geç otur, doyur kar-
nını.
Ekmeği almış, ama oturmamış.
– Sağ ol teyze. İşlerim var. Ben gideyim, demiş.
Kadın, sevecen bir sesle,
– Güle güle oğul can. Yolun açık olsun. Tanrı, gö-
rünmez kötülüklerden, kazalardan korusun, demiş.
Bizimki ekmeği koltuğuna kıstırmış, yürümüş.
Hem yiyor, hem düşünüyormuş:
Oh, ekmek elden, su gölden! Dışarıda da yaşar
giderim ben.
Mevsimlerden yazmış. Üstü başı tozmuş. Çıkar-
mış giysilerini, arınıncaya kadar yüzmüş. Ağırlık
13
basmış, uyku çökmüş. Uzanıp yatmış. Uyandığında
güzmüş.
Yürürken dururken bir bahçenin önüne varmış.
Bahçede çeşitli meyve ağaçları varmış. Elma, armut,
şeftali, erik... Canı çekmiş, iki kırmızı elma koparmış
daldan. Daha ağzına götürüp ısırmadan,
– Hey yabancı, diye bağırmış bekçi.
İrkilmiş, korkmuş o dallı gövdeli delikanlı. Sinmiş
kalmış olduğu yere.
Bekçi:
– Hem izinsiz toprağımıza girdin, hem elmaları-
mızı kopardın. Kimsin, necisin? Nereden gelip, nere-
ye gidiyorsun?
Sindiği yerden kalkmış bizim Korkak Oğlan. Tit-
rek bir sesle,
– Korkak Oğlan’ım ben, demiş. Annem böyle
der, böyle çağırır. İş tutmaya, ekmek kazanmaya
14
gidiyorum. Bağışlayın bilmeden oldu. Buyurun, alın
elmalarınızı.
Bekçi, acımış Korkak Oğlan’a:
– Ben bağışlarım, ama bey bağışlamaz. Bu gör-
düğün topraklar, şu koca dağlar taşlar, gökte uçan
kuşlar, ovalar dolusu sığırlar, sağınlar bütünüyle be-
yimizin. Benim elimden bir şey gelmez. Ne git derim
ne kal. Seni ona götüreceğim. Son söz, son yargı
onun. Derdini ona anlat.
Korkak Oğlan bin kapıdan, bin denetimden geçi-
rilip beyin yüksek katına çıkarılmış. Diz çökmüş, baş
eğmiş.
– Anlaşılan yabancısın delikanlı. Yoksa destursuz
girmezdin bizim bağa, demiş bey.
Gözlerini yerden kaldırmadan,
– Bağışlayın beyim. Bilmeden, istemeden oldu.
Bu koca toprakların sizin olduğunu...
Sözünün gerisini getirememiş.
– Öğreneceksin ve unutmayacaksın, demiş bey.
Sonra çevresindekilere, sağındakilere, solundakilere
dönerek, alın götürün bunu. Her elma için kırk sopa
vurun. Toprak bastı karşılığı olarak da kırk gün ça-
lıştırın.
Korkak Oğlan başını kurtardığı için sevinmiş.
Dostları ilə paylaş: |