Sosyal bilimler 6 Layout 1



Yüklə 117,79 Kb.
Pdf görüntüsü
tarix04.12.2017
ölçüsü117,79 Kb.
#13855


Dilara İLBUĞA

İDEOLOJİK BİR ARAÇ OLARAK PLÜRALİST SÖYLEM 

BAĞLAMINDA ABD HEGEMONYASI


.


Özet: İçinde yaşadığımız dönemde “özgürlük” kavramının sıklıkla vurgulandığı ve

kavramın belirli bir kavranışının küresel düzlemde yerleştirilmesinin hedeflendiği

belirtilebilir. Burada önemli olan, özgürlüğün piyasa koşullarında serbestçe eyleyen bireyin

seçme özgürlüğü olduğu ve devlet biçiminin dönüşümü ile bu bireyin özgürlüğünü garanti

altına alacak “demokratik” düzenlemelerin hayata geçirilmesinin amaçlandığıdır. Amaç

genel haliyle bu şekilde ortaya konulduğunda ABD hegemonyası ile plüralist söylem

arasındaki rabıta incelenmeye değer görünmektedir. ABD hegemonyasının ideolojik ayağı

ulus-devletler düzeyinde plüralist söylemin hakimiyetiyle paralel gelişmiştir. Plüralizm

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD hegemonyasının temel unsurlarından birisi olarak

bu ülkeye bağlı coğrafyada siyasetin kriterlerini belirlemeye başlamış, 1970’lerdeki yapısal

kapitalist krizden sonra, önce batı bloğunda, sonra da azgelişmiş devletlerde gündeme

gelen neo-liberal politikalar döneminde de varlığını (neo-plüralizm) sürdürmüştür. Neo-

liberal politikaların işleyebilmesi için gereken ideolojik zemini devlet- sivil toplum ikiliği

ve bu ikilik üzerinden işleyen bir liberal uzlaşıda bulan ABD hegemonik düzeni, her şeye

rağmen bunun tam da başarılı olamadığı gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalmıştır.

Anahtar Sözcükler: Plüralizm, ABD, Hegemonya, Neo-liberalizm, Emperyalizm.

US Hegemony in the Context of Pluralist Discourse as an Ideological Instrument

Abstract: It is possible to say that the concept of “freedom” is overly emphasized in

contemporary world affairs and a certain perception of the concept is aimed to be

established on the global area. What is significant here is this perception only includes the

individual’s freedom of choice in market conditions and by the transformation of the state

form, constituting “democratic” regulations that targeted to guarantee the freedom of this

individual is the main end. After putting the main purpose in its place, relation between

the US hegemony and the pluralist discourse should be evaluated. Ideological basis of the

US hegemony and domination of pluralist discourse in nation-state level, developed in

parallel paths. After the Second World War, pluralism, as a main component of US

hegemony, started to determine the criteria of politics in the territories which is linked to

the country. After structural capitalist crisis of 1970s, pluralist discourse (in the form of

135

21. Yüzyılda Sosyal Bilimler

Sayı: 6 / Aralık-Ocak-Şubat ’13-’14

İdeolojik Bir Araç Olarak 

Plüralist Söylem Bağlamında 

ABD Hegemonyası



Dilara İLBUĞA

Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, dilarailbuga@yahoo.com


neo-pluralism) kept its place during the neo-liberal era which became an agenda firstly in

the Western Bloc, then in the underdeveloped countries. Despite of establishing its

ideological basis on the dichotomy of state and civil society and a compromise processing

over this dichotomy in order to guarantee the functioning of neo-liberal politics, US

hegemonic order had to confront the reality that this project couldn’t succeed in an

excellent way.

Key Words: Pluralism, USA, Hegemony, Neo-liberalism, Imperialism.

Giriş


İçinde bulunduğumuz dönem, ABD’nin küresel hegemonyasının sorgulandığı,

buna karşılık adı geçen devletin konumunu korumak için aldığı önlemlerin kendi

hegemonyasını güçlendirmek yerine daha da sorgulanır hale getirdiği bir dönemeç

olarak görülebilir. Okumakta olduğunuz yazı ABD’nin hegemon konumunu

korumak amacıyla söylemsel bir araç olarak kullandığı Plüralizm’i aynı ülkenin

hegemonik pozisyonu ile ilişkisi bağlamında inceleyecek ve plüralist söylemin

etkinliğinin ve tutarlılığının boyutlarını irdeleyecektir. 

Anılan maksada ulaşmak için çalışma kapsamında ilk olarak hegemonya

kavramı ve ABD hegemonyasının tarihsel gelişimi üzerine bir analiz yapılacaktır.

Bu kapsamda ilk olarak hegemonyanın ne olduğu ve Gramsci’nin hegemonya

kavramı incelenecek, ardından ise kavramı uluslararası ilişkiler yazınına taşıyan

Robert Cox’un   kavramı ele alışı irdelenecektir. İkinci olarak da plüralizm söylemi

ve bunun hegemonyanın kuruluş ve sürdürülmesindeki yeri incelenecektir. Sonuç

bölümü, ABD hegemonyasının ve plüralizm arasındaki ilişkinin Orta Doğu

kapsamında değerlendirilmesine ayrılmıştır. 

Hegemonya Kavramı

Modern dünya sisteminin ilk hegemonik gücü İngiltere idi. 18. yy’da Fransa

ile birlikte öne çıkan İngiltere hegemon güç olma durumunu 1945’lere kadar

sürdürmüştür. ABD ise ancak 1898 yılındaki İspanya Savaşı sonrasında büyük

güç konumuna gelerek hegemonya için yarışa dahil olmuştur (Uzgel, 2003: 11).

Dönemin iki büyük gücü Almanya ve ABD arasındaki mücadeleden 2. Dünya

Savaşı’nın sonunda ABD savaşın kazananı olmuş ve kendi içinde farklı evreleri

içeren ve günümüze dek uzanan ABD’nin hegemonik konumda olduğu dönem

başlamıştır. Adı geçen devlet bugün hala neo-liberal politikalar ve plüralizm

ekseninde hegemonyasını korumaya ve sürdürmeye çalışmaktadır.

Antonio Gramsci belirli bir toplumsal formasyon bağlamında hegemonya

kavramını egemen sınıfın boyun eğenlerin rızasıyla gücünü kazanması ve

pekiştirmesi olarak ele almıştır. Belirli bir toplumsal formasyon içerisinde güç

136

Sayı: 6 / Aralık-Ocak-Şubat ’13-’14

21. Yüzyılda Sosyal Bilimler

Dilara İLBUĞA



oluşumunu temel çıkış noktası olarak ele alan Gramsci eserlerinde hegemonya

kavramını kullanırken özgün bir yorum geliştirmiş, kavramı devletin zora dayalı

iktidarı olarak kullanmak yerine daha çok burjuvazi değerlerini ulusal boyuta

taşıyan bir aktarma mekanizması olarak yorumlamıştır (Anderson, 1988, s. 30). 

Anderson’a (1988, s. 35) göre, “Gramsci’nin hegemonya kavramını kullanışı,

doğrudan doğruya Komintern’in işçi sınıfının sermayenin baskısına karşı ortak

mücadelede diğer sömürülen sınıflarla, her şeyden önce de köylülükle sınıf ittifakı

ve burjuvazinin proletarya üzerindeki egemenliği anlamındaki tanımlamalarından”

kaynaklanmaktadır. Gramsci, Komintern’den (1919 yılında savaş komünizmi

döneminin (1918-1921) ortasında Vladimir Lenin ve Sovyetler Birliği Komünist

Partisi tarafından kurulan, silahlı kuvvetler de dahil tüm mümkün araçlarla

uluslararası burjuvaziyi yıkmak ve devletin tamamen yok oluşu için bir geçiş

aşaması demek olan Uluslararası Sovyet Cumhuriyetini yaratmak için mücadele

etme amacı güden uluslararası komünist örgüt) aldığı hegemonya kavramını

geliştirmiş ve farklı noktalara taşımıştır.

Gramsci’ye göre hegemonya siyasal iktidarın olduğu her alanda mevcuttur ve

siyasal iktidar da toplumların bulunduğu her yerde vardır. Gramsci, hegemonya

kavramını belli bir grubun birlik oluşturarak diğer gruplar üzerine tahakküm

kurma mücadelesi olarak tanımlamıştır. Bu tahakkümün ise sadece zor kullanma

ya da şiddet yoluyla değil, bunlardan çok daha etkili bir biçimde sınıfların rızasıyla

sağlandığını ileri sürmüştür. Bu rızayı sağlayan aygıtlar, hegemonik aygıtlardır ve

bu aygıtlar sayesinde hakim ideoloji geçerli ve doğal bir söylem haline gelmiştir.

“Hegemonya, en iyi, rızanın örgütlenmesi olarak anlaşılır. Bağımlı bilinç

biçimlerinin şiddet ya da zora başvurulmadan inşa edildiği süreçtir.” (Barrett,

1996, s.65)

Gramsci kavramı ele alırken politik-ideolojik yapı (üst yapı) üzerinde durmuş

ve bu yapıyı politik ve sivil toplumdan oluşan iki ayrı düzeyde değerlendirmiştir.

Gramsci’ye göre (1986),

Şimdilik, iki büyük “kat” kurulabilir üstyapılarda; “sivil toplum”, yani halk

dilinde “özel” denilen örgütler bütünlüğü katı olarak adlandırılabilecek kat

ile “politik toplum” ya da “devlet” katı; egemen grubun tüm toplum

üzerinde uyguladığı “hegemonya” işleviyle, kendini devlette ya da

“hukuksal” hükümette dışa vuran “doğrudan egemenlik” ya da buyurma

işlevine karşılık düşerler bu katlar. Örgütleme ve bağlantı işlevlerinin ta

kendileridir bu işlevler (s.318).

Kavramı uluslararası toplum için değil de belirli bir toplumsal formasyon

bağlamında geliştiren Gramsci’nin kuramında hegemonya sadece ekonomik değil,

aynı zamanda kültürel, politik ve ahlaki görevlere de sahiptir. Ona göre devlet,

sadece politik toplum olmayıp, politik ve sivil toplumun birleşimidir. Bu iki

137


21. Yüzyılda Sosyal Bilimler

Sayı: 6 / Aralık-Ocak-Şubat ’13-’14

İdeolojik Bir Araç Olarak Plüralist Söylem Bağlamında ABD Hegemonyası


kavram (sivil toplum ve politik toplum) sadece kavramsal olarak ayrılmıştır ve iç

içe geçmiş güç ilişkilerini gösterirler. Gramsci’nin düşünsel çerçevesinde sivil

toplum rızayla özdeşleşmiştir ve bu nedenle de olumlu bir role sahip değildir.

“Gramsci’ye göre, sivil toplumun genel olarak kaba kuvvetten çok rızayla

özdeşleştirilmesi nedeniyle olumlu görülecek bir şey olmadığını belirtmekte yarar

vardır. Özellikle güncel siyasi atmosfer göz önüne alındığında bu noktayı

vurgulamamanın önemi bir kez daha anlaşılacaktır.” (Crehan, 2006, s.153)

Modern kapitalizmde iktidar kendi söylemini sivil toplum aracılığıyla kabul ettirir

ve hakim güçlerin değerlerini bütün toplumun ortak düşüncesi haline getirerek

egemen kültürü oluşturur. Dolayısıyla işçi sınıfı kendi iyiliğini burjuvanın iyiliğiyle

özdeşleştirir ve düzenin devamı sağlanır. 

Gramsci’nin İkinci Dünya Savaşı süresince İtalyan hapishanelerinde geliştirmiş

olduğu kavram daha sonraları uluslararası ilişkiler yazınına Robert Cox’un

çalışmaları dolayımıyla girmiş kabul edilir. Hegemonya siyasal iktidarın olduğu

her alanda mevcut olduğundan, uluslararası ölçekte de siyasal iktidar mevcut

bulunduğundan Cox ve ardılları tarafından gerçekleştirilen bu sıçrama uluslararası

ilişkiler doktrinine bir katkı olarak kabul edilebilir. Bununla bağlantılı olarak

uluslararası ekonomi politik disiplini içerisinde kavramın kullanımı, hegemonik

bir dünya düzeninin nasıl olup da bu düzeni sürekli kılacak şekilde değerler ve

anlayışlar ürettiği sorusu üzerinden şekillenmektedir (Cox, 1987).

Cox’a göre hegemonya üç aktivite/eylemsellik alanı ile ilgilidir: Toplumsal

üretim ilişkileri, devlet biçimleri ve dünya düzenleri. Üretim, Cox’a göre, hem bir

sosyal süreç hem de güç ilişkisidir. Toplumsal üretim ilişkilerinin çeşitli tarzları

vardır. Her birisi üretim sürecinde hakim ve tabii unsurlar arasındaki güç

dengesinin özgül tiplerine denk gelen bu tarzlar, ampirik ve tarihsel olgulara dayalı

olarak saptanabilirler. Bu farklı tarzlar ya da kalıplar özgül tarihsel koşullarda belirir

ve diğer tarzlar meydana gelirken gelişmeyi sürdürürler (Özdemir, 2010, s.251).

Cox’da kullanıldığı haliyle üretim ilişkileri; bilginin, ahlaki değerlerin, kurumların

üretim ve yeniden üretimini kapsar (Cox,1989).  Plüralist söylem ve bunun için

gerekli örgütsel, kurumsal düzenekler üretim sürecinde hakim ve tabii unsurlar

arasındaki güç dengesinin özgül bir tipi olarak günümüz dünyasında siyasetin

kalıplarını vermektedirler. Bu konuya daha sonra değinilecektir.

Dünya düzeni ile ilgili olarak devlet, bazen yerel üretimi koruyarak ve bazen

de yerel üretimin dünya piyasasına uyum sağlamasını cesaretlendirerek yerel

üretimin gerektirdiği farklı toplumsal ilişki tarzlarının dünya ekonomisine dâhil

olma biçimini belirler. Hangi devlet stratejisinin öne çıkacağı ve bu stratejinin

güdülmesinde hangi söylemlerin etkin olacağı dünya düzeninin doğasına ve içinde

bulunulan aşamaya bağlıdır. “Hegemonik dünya düzeni kavramı, yalnızca

devletlerarası çatışmayı düzenleme üzerine değil, aynı zamanda ülkeleri çevreleyen

sosyal sınıflar arasında ilişkileri meydana getiren küresel boyuttaki üretim tarzı,

küresel olarak tasarlanan sivil toplum üzerine kurulmaktadır ” (Cox, 1983).

138


Sayı: 6 / Aralık-Ocak-Şubat ’13-’14

21. Yüzyılda Sosyal Bilimler

Dilara İLBUĞA


Hegemonik dünya düzeninin oluşması ve sürdürülmesinde plüralizmin rolüne bir

sonraki başlıkta değinilecektir.

Coxcu yaklaşım içerisinden, Gramsci’nin kullandığı biçimiyle, tarihsel blok

kavramı da önemli potansiyeller barındırmaktadır. Tarihsel blok terimi geçerli sınıf

ittifakları bağlamında bir yanda devlet iktidarı ve diğer yanda toplumu yönelten

baskın ilkeler arasındaki –problemler de içeren- uyuşumu ifade etmek için

kullanılmaktadır. Tarihsel blok bu bağlamda, hegemonyanın tesis edilmiş olmasını

gerektirir. Gramsci bu terim aracılığı ile -çelişkili ve bir bütün teşkil etmeyen

halleriyle üstyapıyı oluşturan- yapıların, nasıl olup da toplumsal üretim ilişkileri

ile bir şekilde uyum gösterdiğini anlamaya çalışmaktadır. Bu karşılıklılık özgün

entelektüel, ahlaki ve siyasi pratikler dolayımı ile sağlanır. Çelişkili ve bir bütün

teşkil etmeyen halleriyle çeşitli devletlerin (politik toplumların) ve uluslararası

kuruluşların nasıl olup da küresel ölçekte kapitalist üretim ilişkilerinin anarşisini

düzenledikleri sorusunun olası cevabında da plüralizm üzerinden devlet biçiminin

dönüştürülmesinde önemli etkiler doğuran Batı ittifakını kapsayan tarihsel bloğun

rolü olduğu açıktır.  Tarihsel blok, ekonomik ve ideolojik olanı, yani yapı ve üst

yapıyı bir araya getirir ve bunlar arasındaki karşılıklı bağımlılığı anlatır.

Hegemonya ve tarihsel blokun yaratılması sürecinde, yapıdan karmaşık üstyapılar

alanına belirleyici ve kesin bir geçiş yaşanır ve organik bir bağlantı kurulur (Cox,

1983) İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Marshall Planı çerçevesinde ABD’nin Batı

Avrupa ve Japonya’nın sosyo-ekonomik temellerini yeniden yapılandırması üzerine

kurulan pax-Americana, Fordist temellere dayanan Yeni Bakış anlayışı devlet

formunun uluslararasılaşması üzerine inşa edilen bir uluslararası tarihsel blokun

merkezini oluşturmuştur (Gill, 1992, s.57).

Bu bağlamda, realist yaklaşımın insan organizması metaforuna referansla

açıkladığı devlet tavırları kavramı tartışılır hâle gelir. Bir devletin “tavrı”, onu

oluşturan tarihsel bloğu meydana getiren uzlaşımın ve bunu sağlamak için

önderliği edinmiş bulunan toplumsal gücün ortaya koyduğu programın sınırları

ile çerçevelenmiştir. Bununla birlikte uluslararası boyuta geçildiğinde belirli bir

sınıfın hegemonyasının, bu hegemonyanın belirli bir tip toplumsal üretim

ilişkisinin sınırlar ötesinde geliştirilmesi olarak ortaya konulabilmesi durumunda,

-plüralist söylem kapsamında- uluslararası bir olguya dönüşebileceği iddia edilebilir

(Cox, 1983, s. 162-175).

Küresel üretim ve değişimin kapitalist üretim ilişkilerinin ulusal düzlemde

yeniden üretiminde belirleyen hâle geldiği bir dönemde gelişen uluslarüstü tarihsel

bloğun talepleri devlet biçimin yeniden düzenlenmesi hedefine odaklanacaktır

(Özdemir, 2011). Bu bloğu oluşturan temel kurum ve örgütler, çok uluslu şirketler,

uluslararası finans ve uluslararası bankalar, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya

Bankası gibi uluslararası örgütlerde temsil edilen çevreler ile birlikte büyük

kapitalist devletlerden müteşekkildirler. Bu uluslarüstü bloğun gelişimi ile beraber,

sınıf ilişkilerinin küresel düzlemde yeni bir döneme girdiğinden bahsetmek

mümkündür.

139

21. Yüzyılda Sosyal Bilimler

Sayı: 6 / Aralık-Ocak-Şubat ’13-’14

İdeolojik Bir Araç Olarak Plüralist Söylem Bağlamında ABD Hegemonyası



Plüralist Söylem ve ABD Hegemonyası

Rızaya dayalı hegemonya kavramını açıklamak için ABD, onun ürettiği küresel

politikalar ve desteklediği söylemler çok önemli imkanlar sunmaktadır. ABD 2.

Dünya Savaşı sonrası liberal düşünce ve demokratik değerlerin en önemli temsilcisi

olarak kendini sunmuş ve rızaya dayalı hegemonyasını bu güne kadar taşımıştır.

ABD hegemonyasının üç temel ayağı vardır; askeri güç, ekonomik güç ve ideolojik

egemenlik (bkz. Mandel, 2008). Irak Savaşı sonrası yavaş yavaş kan kaybeden

askeri gücün yanında, ekonomik güç ABD’ye Batı’nın çıkarlarının taşıyıcılığını

getirmiştir.  Batı bloğundaki ideolojik konumunun en önemli dayanağı ekonomik

güç olan ABD, Batı ve dünyanın geri kalanında ise ekonomik ve askeri gücünün

yanında ideolojik temelini oluşturan (ve Marshall yardımları, Bretton Woods

kuruluşları, NATO, ikili anlaşmalar vs.’ye ait dokümanlarda açıkça

gözlemlenebilecek olan) çoğulculuk söylemiyle hegemonyasını sürdürmektedir.

Okumakta olduğunuz çalışma kapsamında önce plüralist söylemin temel unsurları

ele alınacak sonra da bu söylemin Amerikan hegemonyasının sürdürülmesindeki

rolüne değinilecektir.

Plüralizm, 1960’lı ve 1970’li yıllarda uluslararası ilişkiler alanında uluslararası

politika ve iç politika arasında ayırıma giden devlet merkezli bir analizi benimseyen

düşünce okullarına bir tepki olarak doğmuş olan, sistemdeki değişiklikler sonrası

devletin sınırlarının giderek önemini yitirmeye başladığına ve iç politikanın dış

politikaya etkisinin arttığına işaret eden bir teoridir. Plüralizm ana akım siyaset

bilimi çalışmalarındaki en etkin söylemlerden birisidir. Liberal kuramdan mülhem

olan çoğulculuk, basit haliyle devlet – sivil toplum ikiliğine dayanır. Bu bağlamda

plüralizm, devleti sivil toplum denilen ve eşitlikçi olduğu var sayılan ilişkiler

alanının karşısına koyar. Toplumu kendisini oluşturan bireyler toplamı olarak

kabul edip, toplumsal davranışın temel inceleme birimi olarak bireyi kabul eden

(yöntemsel bireyci) yaklaşımı benimseyen plüralizmde toplum ayrı/müstakil bir

gerçeklik düzeyi oluşturmamaktadır. Amerikan hegemonyası döneminde

yöntemsel bireycilik, pragmatizm ve görgülcülük toplumu oluşturan bireylerin

çevreleriyle girdikleri ilişkiyi anlamlandırmalarında etkin olmuştur.

Plüralizm/Çoğulculuk hem epistemolojik açıdan (insan gruplarının

kişileştirilmesi eğilimi, metodolojik bireycilik, özgürlük vurgusu, sivil toplum

devlet ayrımı) hem de vurgu noktaları bakımından (belirli alanlarda devlet

iktidarının tatbiki, sivil toplum devlet ayrımı içerisinde bireyin yeri) ilham aldığı

liberal dünya görüşünü karar alma süreçlerinde grup katılımlarına yaptığı vurgu

ile zenginleştirir. 

Plüralizm,  “devlet iktidarı”nın, devlet denilen dev-yapıyı oluşturan yapılar

(federal meclis, federal hükümet, federal mahkemeler, federe devletin yukarıda

sayılanlara mukabil kurumlar ve benzerleri) içerisinde grup temelli müzakere,

pazarlık, ikna ve baskı üzerinden geliştirilen karar alma süreçleri olduğu/olması

gerektiği düşüncesidir. Örneğin Akad ve Dinçkol’a göre (2009),

140


Sayı: 6 / Aralık-Ocak-Şubat ’13-’14

21. Yüzyılda Sosyal Bilimler

Dilara İLBUĞA


İktidarla bireyler arasına birtakım örgütlerin, birliklerin girmesiyle siyasal

yaşamın havası ve kuralları da büyük ölçüde değişmiş oldu. Bir yanda birey,

durağanlıktan kurtulup dinamizme yönelir ve “kişiliğini” kazanırken, öte

yandan siyaset belirli çevrelerin tekelinden çıkıp toplumun tamamını etkisi

altına aldı. Artık iktidar olgusu çevresinde bir etki tepki ilişkisinin

varlığından söz edilebilirdi.

Plüralizme göre devlet, çoklu iktidar merkezlerine ayrılmıştır. Söz konusu

merkezler arası karşılıklı denetim imkanı olmalıdır. Bu merkezlerin çokluğunun

ve merkezlerin içerisinde temsil edilen menfaatin çeşitliliğinin nedeni hiçbir

grubun devlet iktidarını bir başına ele geçiremeyecek olmasıdır. Bu durumda grup

eksenli çoğulculuk mümkün olacaktır. 

Plüralizmin neredeyse temelini oluşturan ‘grup’ kavramı da ampirik olarak test

edilebilecek bir şey olmadığından nesnel toplumsal ilişkiler de yok sayılır.

Plüralistlere göre grup adı üstünde ortak menfaati gereğince bir araya gelmiş gerçek

ya da tüzel kişiler bütünüdür. Plüralist perspektiften bakıldığında farklıymış gibi

görünen grupların ortak bir sınıfsal kökeni ya da grupsal faaliyetin sınıfsal boyutu

bulunmamaktadır. Bir devleti oluşturan yapıcıklarda temsil edilebilme kabiliyeti

de bir sınıfa atfedilemez. Bu nedenle plüralistlere göre bir devletin bir kısmında

çimentocular, bir diğer kısmında banka sermayesi, bir başkasında hammadde

üreticisi kapitalistler vb. temsil edildiğinde, ortada yekpare/sınıfsal egemenlik

durumu bulunmayacak, farklı gruplar tarafından yürütülen görüşme, tartışma,

ikna ve baskı süreçleri bulunacaktır (Özdemir, 2008). Bu tutum ABD’de siyaset

anlayışının ve müzakere esaslı uzlaşma pratiklerinin neredeyse bütün temelini

oluşturmaktadır  (Özdemir, 2011). 

Bu açıdan bakıldığında, ABD’nin küresel anlamda yerleştirme çabasında

olduğu devlet biçiminin bu şekildeki bir “liberal uzlaşı” kavrayışı etrafında

şekillendiği belirtilebilir.

1945 öncesinde grup vurgusuyla öne çıkan plüralizm, 1945 sonrasında gruplar

yerine birey vurgusuna başlamıştır. Söylemdeki bu dönüşümle Amerikan

hegemonyasının başlangıcı arasında bir korelasyon bulunmaktadır. Bu dönemde

Amerikan tesiri altında gelişen sosyal bilimlerde sivil topluma dayalı, bireyci anlayış

güç kazanmıştır (bkz. Patrick Baert). Söylemdeki dönüşümle paralel olarak

ilerleyen süreçte ABD hegemonyasının –diğerleri yanında- ittifaklar ve yardımlar

dolayımı ile ideolojik küreselleşmeyi de hedeflediği söylenebilir (Özdemir, 2010). 

Bu dönemde Batı ve Üçüncü Dünya ülkeleri arasında, piyasa taleplerinin

doğrudan ifadesini bulduğu, girişim özgürlüğünün garanti altına alındığı bir devlet

biçim içerisinde geliştiği haliyle serbest ticaretin ve yabancı sermayenin her

ekonomi için gerekli ve kaçınılmaz olduğu savı plüralizmin değişen öncüllerinin

yardımıyla yayılmıştır. GATT ile hedeflenen küresel ölçekli meta dolaşımını ulus

141


21. Yüzyılda Sosyal Bilimler

Sayı: 6 / Aralık-Ocak-Şubat ’13-’14

İdeolojik Bir Araç Olarak Plüralist Söylem Bağlamında ABD Hegemonyası


devletlerin koruyucu etkilerinden korumak, küresel sermaye taleplerinin ilgili

devletler içerisinde doğrudan savunulmasını sağlamak gibi amaçlarla ABD’nin

koruyuculuğunda biçimsel demokrasilerin yayılması sürecinde plüralist söylemin

merkezinde bulunan farklılıkların temsili meselesi gündeme gelmiştir. Bir başka

deyişle Plüralist söylem ve bunun için gerekli örgütsel, kurumsal düzenekler üretim

sürecinde hakim ve tabii unsurlar arasındaki güç dengesinin İkinci Dünya Savaşına

özgü bir tipi olarak siyasetin kalıbı için biçimsel demokrasileri öne çıkarmıştır. 

Bu süreçte piyasa aktörlerinin çeşitliliği siyasal alanın da farklılıklarla bezenmiş

şekilsel bir demokrasiyle donatılmasının imkanını sağlamış, ekonomik ideoloji

plüralizmin siyasal reçeteleriyle birlikte yayılmıştır (Bostanoğlu, 1999, s.249).

Amerikan plüralizmi İkinci Dünya Savaşı sonrasında olması gereken üzerine tesis

ettiği (normatif ) – demokrasinin kaçınılmazlığı- boyutunun yanı sıra iktidarın

dağıtımına ilişkin gözlemlere dayalı (ampirik) –seçime dayalı- bir boyut da edindi.

İki boyutun eleştirel süzgeçten geçirilmeyen birliği Amerikalı politikacı ve

ideologların kafasında olması gerekene denk düşen şeyin (ve aslında bu grupların

menfaatini gözeten yapılanmaların), ampirik (görgül) verilerle

“bilimselleştirilmesi” çabalarına yol açtı. Amerikan politikacı ve ideologların

kafasında olan şeye gelindiğinde bunun unsurları şöyle sayılabilir;

• Seçim

• Siyasi partiler



• İktidarın

a) Mahkemelerce;  b) Basın tarafından; c) Sivil toplum örgütlerince

denetlenmesi

• Piyasa ekonomileri

a)  Malların, b) Hizmetlerin, c) Para sermayenin sürtünmesizce küresel ölçekte

dolaşımı.

ABD’nin de desteğini alan Paris Şartı’nda bunların somutlaşmış olduğu

görülmektedir. Paris Şartı’yla ilk kez diğer devletlerin (Sovyet sisteminden çözülen)

tanınması için serbest piyasa ekonomisine sahip olmaları (kapitalist devlet

biçiminde örgütlenmeleri) koşul olarak görülmüştür. ABD için haydut devlet

tanımına bakıldığında (ABD “Haydut Devlet” kavramının dört temel bileşeni

olduğunu ileri sürmektedir: Bir devletin kitle imha silahları geliştirmesi,

uluslararası terörizme destek vermesi, dünya ya da bölge için askeri tehdit

oluşturması ve uluslararası değerlere karşı çıkması) adı geçen devletlerin aslında

yukarıda sayılan bu çoğulcu koşullara uymayan devletler olduğu görülecektir. 

Bu bağlamda, popülist söylemi içererek yeniden üreten ideolojik devlet

aygıtlarının biçimlenmesi, daha doğrusu bu aygıtlar içerisinde anılan söylem ve

142


Sayı: 6 / Aralık-Ocak-Şubat ’13-’14

21. Yüzyılda Sosyal Bilimler

Dilara İLBUĞA


başka mekanizmalar dolayımı ile bir takım sınıf fraksiyonlarının öncelikli temsili

sürecinde, demokrasi terimi belirli bir içerik kazanır. 

Siyasetin metalaştırılması olarak adlandırılabilecek bu süreç, siyasete girmek

için gerekli hazırlıkların ve siyasetçilerin kamuya sunumunun yüksek miktarda

sermayeyi harekete geçiremeyecek olan kesimlere git gide daha zor gelmesinden

ötede bir anlam içermekte; siyasetin/seçimlerin oylarla satın alınan bir meta

(iktidar) haline dönüşmesi durumuna gönderme yapmaktadır (Zizek, 2011,

s.104).  Buna göre, seçimler farklı mallar/partiler arasında bir rekabet içermekte,

oylar da istenilen hükümeti satın almak için kullanılan para-metaya denk

gelmektedir. Mal bir kez satın alındığında işlevini yerine getirecek, tüketici

memnuniyetinin kriteri de ilgili malın kullanım kılavuzu ve satış ilanlarındaki

özellikleri içerip içermediği sorusuna verilen cevapla şekillenecektir. Zizek’e göre

(2011): Siyaseti satın aldığımız hizmetlerden biri olarak gören böyle bir anlayışta

kaybolan şey, hepimizi ilgilendiren konuların ve kararların ortak bir kamusal

müzakeresi olarak siyasettir (s.104).

Kimin oyu daha fazla ise artık belirli bir süre içerisinde onun dediği olacaktır.

Azınlıkta kalan oyların sahiplerine ait talepler farklı olduğu için bu kimseler –çoğu

kez kalabalıkların önünde nedamet getirmedikçe- halk öznenin kuruluşuna dâhil

edilmezler. Sınırları böylece çizilen anlayış içerisinde “hepimizi ilgilendiren

konuların ve kararların ortak bir kamusal müzakeresi” olarak siyaset, yerini,

kötülerle iyiler arasında şekillenen aşırı (ama kaçınılmaz olmayan ve bu nedenle

nesnel çelişki sınıfına girmeyen) bir antagonizmanın ezici programına bırakır

(Özdemir, 2012)

Plüralizm, esas olarak liberal perspektiften bilgi üreterek grupların rolünü

dışlayıp devletle birey arasında grupsal dolayımları reddeden bireyci kuramsal

açılımlar karşısında, önceki döneme (1945-1970 arası döneme) göre, gerilemiş ve

tadilata uğramıştır. Tadilata konu olan haliyle plüralizme neo-plüralizm ya da yeni

çoğulculuk denilmektedir. 1970’lerden itibaren plüralist literatür belli başlı

grupların (özellikle de iş ve sermaye çevrelerinin) diğerlerinden daha fazla grup

etkisine sahip olabileceklerini kabul eder gibi görünmektedir (Dunleavy ve

O’Leary, 1987; Lindblom, 1977). Tüm bunlar dolayısıyla, 70’lerden sonra

sermayenin gücü ve belirleyiciliği iyice artmıştır.

1945 sonrası dönemde sosyal devlet harcamalarını ve buna koşut olarak

toplumun iki sınıftan oluştuğunu kabul eden kapitalist toplumsal örgütlenme,

1970’ler ile birlikte yavaş yavaş bu kabulü ve algıyı kırmaya başlamıştır. Toplum

sınıfsız-kaynaşmış bir biçimde tahayyül edilmeye başlanmış; beraberinde “aynı

geminin yolcuları” olarak görülen bireyler –gerçekte sermaye gruplarının çıkarları

ekseninde- piyasa koşullarında özgürlüklerini tecrübe etmeye zorlanmışlardır. Bu

bakımdan, 1970’ler ile kapitalizmin krizine bir cevap olarak düşünülen neo-liberal

politikaların uygulanması ve toplumun bu şekilde örgütlenerek işçi sınıfının

143

21. Yüzyılda Sosyal Bilimler

Sayı: 6 / Aralık-Ocak-Şubat ’13-’14

İdeolojik Bir Araç Olarak Plüralist Söylem Bağlamında ABD Hegemonyası



rızasının yeni ve kimlik temelli bir “uzlaşı” üzerinden sağlanmaya girişilmesinin

temelleri yeniden plüralizm içerisinden anlam kazanmaya başlamıştır. 

Siyasal karar alma süreçlerine sınıfsal bağlamından çıkarılarak ele alınan çıkar

gruplarının doğrudan katılımını mümkün kılan yönetişim kavramı da anılan

söylemsel belirlenimin doğrudan ifadesidir (bkz. Zabcı, 2009). Devlet iktidarının

bir merkezden değil de, ilgili grup ya da siyaset odaklarının (policy community)

ilgili kuruluşlarla gerçekleştirdiği müzakere süreçlerinin neticesinde kullanılmasını

öngören yönetişim teriminin plüralizmle bağlantısı açıktır. Yönetişim kurumunun

kapitalist sınıf ve devlet iktidarı arasındaki biçimsel ayrımı aşındırarak oluşturduğu

koşullar ABD hegemonyası altındaki kapitalist dünya düzenini anlamamıza

yardımcı olacaktır. Bu suretle uluslararası kurumlar içlerinde temsil edilen menfaat

göz önüne alınmaksızın kredi arayışındaki ülkelerde politika yapımına doğrudan

katılabilmişlerdir. Buna ek olarak uluslararası hukukun bilinen kuralları Amerikan

yönetiminin ihtiyacı doğrultusunda müzakere edilerek yeniden yorumlanabilmiştir

(Özdemir, 2011). Yönetişim, kapitalist toplumlarda eşitsizliklerin arttırılarak

sürdürülmesinde önemli bir dönemece işaret eder. Bu dönemeçten sonra,

- kapitalizmin geçen yüzyılda kamusal ve özel alanlar arasında yaptığı

biçimsel ayrımın aşınmaya başladığını, bir başka deyişle devletin sermaye

ve emek karşısındaki biçimsel mesafesinin sermaye lehine daraldığını;

- sermaye ilişkisinin kapsam alanın genişlediğini (daha önce piyasa

rasyonalitesinin kalıplarıyla düşünülmeyen ilişkiler cephesinde bir daralma

olduğunu);

- bununla bağlı olarak, kamusal varlıkların piyasa işlemlerine konu haline

gelebilecek şekilde bireysel varlıklara tahvil edilmesi sürecinin hızlandığını;

- sayılan bu dönüşümlerin neticesinde Amerika içerisinde temsil edilen

sermaye gruplarının taleplerinin uluslararasılaşabildiğini, bu gruplarca

desteklenen politikaların Amerikan sistemine dahil ülkelerde devlet biçim

üzerinde etkiler doğurduğunu

saptamak mümkündür.

Sayılan dönüşümler neticesinde yönetişim kavramı işçi sınıfının devlet içindeki

temsilini zayıflatıp, özellikle “kalkınmakta olan ülkeler”de iş gücünün toplumsal

yeniden üretimi konusunu yapısal olarak sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda

çözecek bir araç haline gelmiştir. 

Bugün plüralizm ve sivil toplum terimleri neredeyse eş anlamlı hale gelmiştir.

Plüralist perspektiften bakıldığında grup temsillerini gerçekleştiren lobi grupları,

dini çevreler, yurttaş birlikleri, dernekler, vakıflar, partiler, vs. kamu hizmetlerinin

verilmesinde ve kamu yararının saptanmasında devlet iktidarının tek başına

144


Sayı: 6 / Aralık-Ocak-Şubat ’13-’14

21. Yüzyılda Sosyal Bilimler

Dilara İLBUĞA


belirleyiciliği karşısında bir güvence olarak görülmektedirler. Aynı aktörlerin

uluslararası politika üreten kurumlarda temsil edilmeleri, işin bir diğer boyutunu

oluşturmaktadır. Böylelikle dünya ticaret örgütü, uluslararası para fonu, dünya

bankası vb. gibi örgütler ve bunlar tarafından düzenlenen uluslararası anlaşmalar

öznesi her zaman tam olarak belirlenemeyen bir sürecin etkin odakları olmuşlardır.

Bu örgütlenmeler aynı zamanda grup kimliğinin bireyselleşmesinin de bir

aracıdırlar. Müzakere süreçlerine dayalı politika üretimi fikri de sivil toplum

kuruluşlarının mevcudiyetini gerektirir. Sivil toplum kuruluşları aracılığıyla politik

faaliyete yönelen insanların yurttaş ve birey olarak daha güçleneceği, katılımcı

kitlelerin ilgili toplumların gerçek serveti olacağı düşüncesi de aynı düşünsel

çizginin bir devamıdır. Bu şekilde oluşan yurttaş toplumu ilgili toplumların ‘sosyal

sermayesi’ olarak kabul edilir. Sosyal sermayeye dönüşmüş toplumların bu

dönüşümü yaşayamamış toplumlar karşısındaki üstünlüğü, Batı tarihi

okumalarında hakim çizgidir. Dahası da var: Kalkınma yarışına girmiş toplumların

sivil toplumun inşası ile uğraşmaları, yeterince özgürleşememiş ve olgunlaşamamış

yurttaşlarını Batı tipi katılım süreçleriyle merkezdeki örneklerine benzer hale

getirmeleri de gerekmektedir. Bir toplumun uluslararası işbölümündeki yeri

kapitalist sistemden değil sivil toplumcu faaliyet eksikliğinden kaynaklanacağından

fakirlerin durumu yine fakirlerin suçu olarak tescil edilebilecektir (Özdemir,

2008). Bu nedenle kalkınma üniter/merkeziyetçi, totaliter, baskıcı toplumsal

pratiklerle biçimlenen bir toplumsal hayatın katılımcılarının, özgürleştirici, kendi

haklarını savunan, girişimci, çoğulcu kimseler karşısındaki konumunu

değiştirmekle başlayacaktır. Belirtilen ideoloji küresel dönüşümün ardındaki ortak

değerleri tesis ettiğinden, siyasal ideolojilerden daha etkindir. Cox’un hegemonya

kavramından bahsedilirken de değinildiği gibi hegemonik dünya düzeninde

küresel boyuttaki üretim tarzı, sivil toplum üzerine kurulmaktadır. Bu durum ise

hegemon devletin konumunu sürdürmesini sağlamaktadır.

Plüralistlere göre hiçbir grup bilginin bütününe sahip olamaz. Bu yüzden

politik ekonominin bilgisine dayanarak toplumu değiştirmek, yani mutlak bir

doğruluk iddiasıyla üretim ilişkilerine (özel mülkiyet ve diğer mekanizmalara)

müdahale etmek totaliterleştiren, tekleştiren bir kötülük olarak kabul edilir.

Dolayısıyla, 2. Dünya Savaşı sonrası oluşan çift kutuplu dünya düzeninde Sovyet

Rusya totaliter olarak kabul edilirken, ABD ortak çıkarların yegane temsilcisi

konumundaydı. Aynı çizgiden ilerlersek sosyal hareketler de ancak ve ancak anlık

ve mümkünse yalnızca kimliğe dayalı menfaat talepleri şeklinde ortaya

çıktıklarında işe yarar olacaklardır. Bütün hareketleri sınıf ekseninde bir araya

getirmek kadar kötüsü yoktur. Hareketlere sebep veren rahatsızlıkların bir

mekanizmaya (sömürü mekanizmasına) dayalı olarak izahatı totaliter bir tutum

olarak kabul edilecektir. ABD hegemonyası altında hiç kimse ‘sınıf ’ olarak kabul

edilmediği gibi, sınıf talepleri aynı olsalar bile farklı grup çıkarları gibi kabul

edilirler.  Cox’un hegemonya kavramını anlatırken de değinildiği gibi oluşan emek-

145


21. Yüzyılda Sosyal Bilimler

Sayı: 6 / Aralık-Ocak-Şubat ’13-’14

İdeolojik Bir Araç Olarak Plüralist Söylem Bağlamında ABD Hegemonyası


sermaye çelişkisinin ve genel anlamıyla sınıf mücadelesinin şu anki siyasi yansıması

plüralist söylem ve onun kurumsal işleyişiyle oluşmaktadır. 

Sonuç Yerine

Yukarıda anlatılanlar ışığında, ABD hegemonyasının ideolojik ayağı ulus-

devletler düzeyinde plüralist söylemin hakimiyetiyle paralel gelişmiştir. Plüralizm

ikinci dünya savaşından sonra ABD hegemonyasının temel unsurlarından birisi

olarak bu ülkeye bağlı coğrafyada siyasetin kriterlerini belirlemeye başlamış,

1970’lerdeki yapısal kapitalist krizden sonra, önce batı bloğunda, sonra da

azgelişmiş devletlerde gündeme gelen neo-liberal politikalar döneminde de

varlığını (neo-plüralizm) sürdürmüştür. Neo-liberal politikaların işleyebilmesi için

gereken ideolojik zemini devlet- sivil toplum ikiliği ve bu ikilik üzerinden işleyen

bir liberal uzlaşıda bulan ABD hegemonik düzeni, her şeye rağmen bunun tam

da başarılı olamadığı gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalmıştır.

Soğuk savaş döneminde Ortadoğu bölgesine SSCB ve ABD rekabeti damgasını

vurmuştur. Dönem süresince ABD ayrı bir uluslararası iş bölümü inşa etme

teşebbüsünde bulunan Sovyetler Birliği’ne karşı çevreleme politikası izlemiş,

Ortadoğu’da zayıflamaya başlayan İngiliz yönetiminin yerini doldurma isteğinde

olduğunu da bir anlamda ortaya koymuştu (Best, 2006, s. 219). Soğuk Savaş

sonrası dönemde, Ortadoğu Bölgesi’nde artık iki kutuplu dünyaya göre değil, bir

yandan küresel dünya düzeni tarafından yönlendirilen, diğer yandan ülkelerin

kendi ulusal politik, ekonomik, stratejik ve etnik yapılarının gerektirdiği çıkarlara

uygun politikalar izlenmeye başlandı (Uslu, 2003, s.183-186).

ABD, 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından Bush iktidarı ile birlikte Ortadoğu

ve dünya politikasının “terörle mücadele” olduğunu vurgulamıştır. Saldırılardan

sonra CIA Başkanı George Tenet, Irak’ın El Kaide Örgütü ile temasta

bulunduğunu ve Irak ile İran’ın 11 Eylül saldırılarını desteklediklerini

düşündüklerini ifade etmiştir. Başkan Bush, ABD Kongresi’nde 29 Ocak 2002’de

yaptığı konuşmada Irak, İran ve Kuzey Kore’yi “Şeytan Üçgeni-Axis of Evil” olarak

nitelemiştir (bkz. Akbaş, 2011). Terörle mücadele hedefinin kendisi bir önceki

uluslar arası güç ilişkileri döneminin dinamiklerinin tükendiğinin başlı başına

göstergesiydi. Zira bu hedef kamplar arası dengenin yerini ABD’nin ihtiyari

politikalarının ve uzun erimli hedeflerinin aldığını ima etmekteydi. 

Terörle mücadele söyleminin altında,  ABD’nin neoliberal ve plüralist

politikaları ekseninde Ortadoğu’daki devlet biçiminin dönüşümünü hedefleyen

politikaları bulunmaktaydı (Özdemir, 2010). Anılan hedefe ulaşmak için

aralarında bir önceki dönem yine ABD öncülüğünde gelişse de bir denge

politikasının sonucu olan uluslararası hukukun inkarı olmak üzere gerekli her yol

mübah görülmüştür. Saldırılar sonucunda askeri müdahalelerle dünyayı kendi

çıkarlarına göre şekillendirmeye çalışan ABD’nin ilk hedefi Ortadoğu olmuştur.

146


Sayı: 6 / Aralık-Ocak-Şubat ’13-’14

21. Yüzyılda Sosyal Bilimler

Dilara İLBUĞA


ABD’nin, yeryüzünün en zengin enerji havzalarının bulunduğu Merkezi

Avrasya’yı denetim altına almak için geliştirdiği Büyük ya da Genişletilmiş

Ortadoğu Projesi’nin (BOP) en önemli boyutunu yakın zamana kadar “Ilımlı

İslam” stratejisi oluşturuyordu. 2000’li yılların başında ılımlı İslam, batılı değerlerle

uyumlu, siyasal olarak ABD’nin ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş, sınırların yeniden

çizildiği ve rejimlerin bu amaca uygun olarak değiştirilmesinin öngörüldüğü

BOP’un taşıyıcı kavramı olarak belirmişti. ABD tarafından “Büyük Ortadoğu”

olarak adlandırılan projede Fas’tan Pakistan’a, Yemen’den Türkiye ve Karadeniz’e

kadar uzanan bölgedeki Müslüman ülke pazarlarının “demokrasi ihracı” adı altında

uluslararası sermayeye açılması amaçlanmış ve tüm bu proje için en uygun siyasi

alt yapı kitleler nezdinde rıza üretimini kolaylaştıracağı ve muhalefeti de kimlik

üzerinden yürütülen sığ bir plüralizm eksenine çekeceği düşünüldüğünden “Ilımlı

İslam” olarak belirlenmiştir.

Bu gün için adı geçen projenin temel unsurları yerli yerinde durmakla beraber,

bir yoruma göre  Ilımlı İslam Projesinin uygulandığı her yerde Körfez sermayesinin

egemenliği gündeme geldiğinden ve körfez sermayesinin çıkarıyla Batı

metropollerinde mevzilenen sermaye gruplarının çıkarı arasında yapısal bir

uyumsuzluk baş gösterdiğinden, proje revize edilmekte, yine biçimsel demokrasi

ve yerel değerlerin uyumluluğu ekseninde yine kapitalist üretim ilişkilerinin

yayılmasını ve metalaşmayı kolaylaştıracak ancak körfez sermayesinin etki

alanından uzak bir düzenek gündeme gelmiştir (Özdemir, 2010).

Daha önce de belirtildiği gibi, Plüralist söylem ve bunun için gerekli örgütsel,

kurumsal düzenekler üretim sürecinde hakim ve tabii unsurlar arasındaki güç

dengesinin özgül bir tipi olarak günümüz dünyasında siyasetin kalıplarını

vermektedirler. Bu bakımdan, özellikle Arap Baharı sonrasında dikkatlerin yeniden

üzerinde toplandığı Ortadoğu Bölgesi’ndeki dinamikler izlenirken anılan söylemin

etkisini hesaba katmak gerekmektedir.

İlerleyen zaman içinde BOP, Kuzey Afrika, Kafkasya ile Orta Asya ülkelerini

alarak, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP) haline dönüştürülmüş ve Çin’e

kadar uzanan coğrafyada, sivil toplum hareketlerinden kuvvet kullanımına kadar

varan çeşitli yöntemlerle, Batıyla uyumlu (biçimsel demokrasiyi yerleştirmiş ve

çoğulcu söylemin taleplerine karşı duyarlı) rejimlerin tesis edilmesi hedefine

yöneltilmiştir (Bilgin, 2008, s.414-415). Bu noktada sivil toplum ve plüralizm

ilişkisi açıkça görülmektedir. ABD’nin demokratikleşme söylemine destek vereceği

düşünülen bu proje ile bölge ülkelerinin yeniden yapılanmasının,  bütün değerleri

piyasa ekseninde belirlenen bir toplum yapılanması ve toplumsal refahın olmasa

da kişi başına düşen milli gelirin artırılmasının da sağlanacağı varsayılmaktadır.

Bu vesile ile ABD, bir yandan doğal kaynakları kontrol ederken, diğer taraftan

şeffaf mahkemeleri, meta dolaşımını ve milli zenginliklerin (doğal kaynakların)

metalaşmasını kolaylaştıracak kuruluşları, kimliğe dayalı insan hakları tatbikatını

yürüten yapılarıyla ülke rejimlerini ve bunun uluslararası düzeydeki yansımasını

belirleyerek merkezi konumunu pekiştirecektir (bkz. Bilgin, 2008)

147

21. Yüzyılda Sosyal Bilimler

Sayı: 6 / Aralık-Ocak-Şubat ’13-’14

İdeolojik Bir Araç Olarak Plüralist Söylem Bağlamında ABD Hegemonyası



Tunus’ta Muhammed Bouazizi’nin kendini ateşe vermesiyle fitili ateşlenen ve

kısa sürede bütün Ortadoğu coğrafyasına yayılan toplumsal olaylar dalgası,

BOP’un devamı olmakla birlikte, “Arap Baharı” adı verilen süreçte çoğulculuğun

dolayımıyla tesis edilmeye çalışılan toplumsal uzlaşı hedefinin ulaşılmaktan uzak

olduğunu gösterir niteliktedir.

Toplumsal uzlaşıyı önce askeri yöntemle sağlamaya çalışan fakat Irak ve

Afganistan örneklerinde görülen ‘savaş ve işgal et’ politikası başarısız olan (bkz.

Güler, 2013) ABD, bu nedenle ‘[devleti] yeniden-biçimle ve uluslararası

sermayenin rahatlıkla temsil edilebileceği yeni yapı içerisinde kolaylıkla yönet

politikası’ uygulamaya başlamıştır. Her iki politikada da plüralist vurgular olsa da,

bu son politikada plüralist vurgu noktalarının çokluğu Ortadoğu örneğinde

oldukça göze çarpmaktadır.

1980’lerden bu yana dünyanın birçok yerinde olduğu gibi bu bölgede de halk

ayaklanmaları, (toplumsal mutabakatın sağlanabilmesi için iktidarlara gereken

(sübvansiyonlar, kamusal malların bedelsiz kullanımı, geleneksel tarımın

muhafazası vs. gibi) popülist politika araçlarının neo-liberal politikalar bağlamında

zayıflatılması) gündelik hayatın gittikçe kötüleşmesine sebebiyet veren neo-liberal

politikaların yarattığı ağır koşulların (yoksulluk, sefalet, baskı, işsizlik) bir sonucu

olarak görülebilir. Halka özgürlük vaat eden neo-liberal politikalar, özelleştirmeler

ve serbest ticareti dayatırken, bir kesimi zenginleştirmiş, diğer kesimi ise sefalete

itmiştir. Ortadoğu’da ayaklanan insanlar yıllarca hem bu politikalarla hem de

baskıcı rejimlerle ezilmişlerdir. Ayaklanmaların asıl nedeni sadece fakirlik ve

yoksulluk değil, devlet biçiminin dönüşümü, yönetici sınıfların toplumsal uzlaşıda

eskisi gibi çabalamamaları ve her şeyin meta haline getirilmesidir. 

ABD ve merkez kapitalist ülkeler bölgede yaşanan halk isyanlarını plüralist

söylem ekseninden okumuşlar ve dünyaya da böyle tanıtmışlardır. Buna göre bölge

ülkeleri aniden bir aydınlanma yaşayarak Batı değerleriyle bezenmiş çoğulcu

talepler üretmeye başlamışlardır. Bu bağlamda tepkilerin içerdiği sınıfsal talepler,

yaşam kaygıları ve endişeler görünmez hale gelmiş, bu tepkileri doğuran iktisadi

belirsizlikler de artırılmıştır.

İşte bu kapsamda Batı tarafından imal edilmeye çalışılan istikrar beklentisi de

iyice anlamsız hale gelmiştir.  ABD’nin bu süreçte izlediği tüm politikalar plüralist

söylem vasıtasıyla kendi ulusal çıkarlarına ve siyasetine hizmet edecek şekilde

uygulanmıştır ama plüralist söylem ve yaptırımları ABD’nin ulusal çıkarlarına

zarar vermeye başlamıştır. 

“Bahar” olarak adlandırılan bu süreç aslında Ortadoğu’da halkların dış

müdahale ile yönlendirilmesiyle oluşan ve neo-liberal politikalarla uyumlu

iktidarların hükümete gelmesinden başka bir şey değildir. ABD, plüralist söylemin

de temel dayanaklarından biri olan devlet – sivil toplum ikiliğini kullanarak, siyasal

148


Sayı: 6 / Aralık-Ocak-Şubat ’13-’14

21. Yüzyılda Sosyal Bilimler

Dilara İLBUĞA


hedefleri doğrultusunda iç karışıklıklar çıkarmak ve sivil topum unsurlarıyla rejim

değişiklikleri yaratmak gibi yöntemleri kullanarak bölgedeki durumu kendi lehine

çevirmeye çalışmıştır. Ayaklanan halkın en önemli hedefinin iktidarları yerlerinden

etmek olması da ABD’nin işini kolaylaştırmıştır. İsyanların ABD ve merkez

kapitalist güçlerin isteklerine doğru yönelmesinde isyanların örgütlü olmaması ve

dolayısıyla ideolojik olarak beslenme kaynağından yoksun olmalarının rolü çok

büyüktür. Kitlenin örgütsüz oluşu 1980 sonrası etkinliği artan neo-liberal

politikaların ve ‘sınıf ’ kavramını görmezden gelen plüralist söylemin ürünüdür.

Neoliberal politikalar ve baskıcı rejimlerin sentezi sonucunda çıkan isyanlara

ABD tarafından adeta el konulmuş ve bölgeye yönelik devlet biçiminin

dönüştürülmesi süreci başlatılmıştır. Halklara vaat edilen özgürlük, adalet,

demokrasi gibi söylemler ise içleri boşaltılarak ABD’nin bölgede oluşturduğu

hükümetlere bırakılmıştır. Libya model itibariyle Tunus ve Mısır’da uygulanan

projeden farklılık arz etse bile sonuç ABD ile işbirlikçi İslami nitelikli

hükümetlerin iktidar koltuğuna oturması şeklinde sonuçlanmıştır.

Esad’ın yeniden güçlenmesi sürecinde bir dönem onu protesto etmek için

sokaklara dökülen kitlelerin ABD’nin kültürel plüralizmi ve bu söylemden

ABD’nin beklemediği şekilde yararlanmaya çalışan köktenci gruplar karşısında

duydukları endişenin büyük rolü bulunmaktadır. Bir başka deyişle plüralist söylem

salt himayedarı ABD için değil, demokrasiyle sorunları olan kesimler için de bir

meşrulaştırma zemini oluşturmuştur.  Çin, Rusya ve İran gibi müttefiklerinin

desteğini alan Suriye’de Esad rejiminin halk üzerinde hala etkinliği bulunmaktadır.

Bu nedenle Suriye’deki durum Ortadoğu üzerindeki ABD politikalarının ve

hegemonyasının okunmasında büyük önem arz etmektedir. Birdal ve Günay

(2012), Suriye’de kazananın oyunun tümünü kazanmış sayılacağını

belirtmektedirler.

ABD tarafından bölgede birçok düzenlemeye gidilmesine rağmen,

ayaklanmaların altında yatan esas nedenler ortadan kaldırılmadığı sürece, ABD’nin

hegemonik konumu sallantıda olacaktır. Dolayısıyla Amerikan hegemonyasının

bugün yaşadığı krizin plüralizmin de krizi olduğunu söylemek mümkündür.

Kaynakça

Akad, M. ve Dinçkol, V. (2009). Genel Kamu Hukuku. İstanbul: Der Yayınları.

Akbaş, Z. (2011). Irak Sorununun Uluslararası Boyutu ve Türkiye, Ankara: Barış

Kitap.


Anderson, P. (1988). Gramsci, Hegemonya, Doğu/Batı Sorunu ve Strateji, İstanbul:

Alan Yayınları.

149

21. Yüzyılda Sosyal Bilimler

Sayı: 6 / Aralık-Ocak-Şubat ’13-’14

İdeolojik Bir Araç Olarak Plüralist Söylem Bağlamında ABD Hegemonyası



Antony B., Hanhimaki, J. M.,  Joseph A. M. & Schulze, E. K. (2006). Uluslararası

Siyasi Tarih, İstanbul: Yayın Odası.

Barrett, M. (1996). Marx’tan Foucault’ya İdeoloji, İstanbul: Sarmal Yayınevi.

Bilgin, M. (2008). Türkiye’nin Küresel Konumu, İstanbul: IQ Kültür Sanat

Yayıncılık.

Birdal, A. ve Günay,Y. (2012). Arap Baharı Aldatmacası, İstanbul: Yazılama

Yayınevi.

Bostanoğlu, Burcu (1999), Türkiye - ABD İlişkilerinin Politikası, Ankara: İmge

Yayınevi.

Cox, R. (1983). Gramsci, Hegemony and International Relations: An Essay in

Method, Millenium Journal of International Studies, 12/2, 162-175.

Cox, R. (1987). Production, Power and World Order: Social Forces in the Making of

History, New York: Colombia University Press.

Cox, R. (1989). Production, the State and the Change in World Order. Czempiel,

E. ve Rosenau, J. N. (Ed.), Global Changes and Theoretical Challenges:

Approaches to World Politics for the 1990s içindeToronto: Lexington Books.

Crehan, K. (2006). Gramsci Kültür Antropoloji, İstanbul: Kalkedon Yayınları.

Dunleavy, P. ve O’leary, B. (1987). Theories of the State: The Politics of Liberal

Democracy, New York: Meredith Press.

Gill, S. (2003). Power and Resistance in the New World Order, New York: Palgrave

Macmillan.

Gramsci, A. (1986). Hapishane Defterleri, İstanbul: Onur Yayınları.

Güler, A. (2013, 20 Ekim). Ortaoğu Barışın Neresinde? haber.sol.org.tr

Mandel, E. (2008). Geç Kapitalizm, İstanbul: Versus.

Özdemir, A.M. (2008). Sözün Mülkiyeti, Ankara: Dipnot.

Özdemir, A. M. (2010). Ulusların Sefaleti: Uluslararası Ekonomi Politiğe Marksist

Yaklaşımlar, Ankara: İmge.

Özdemir, A. M. (2011). Güç, Buyruk, Düzen, Ankara: İmge.

Uslu, N. (2003). 1980’lerden Günümüze Türk Amerikan İlişkilerinin Genel Seyri

ve Temel Boyutları. Turgut Göksu, Ali Şen, Abdulkadir Baharçiçek, Hasan H.

150

Sayı: 6 / Aralık-Ocak-Şubat ’13-’14

21. Yüzyılda Sosyal Bilimler

Dilara İLBUĞA



Çevik (Ed.), 1980-2003 Türkiye’nin Dış, Ekonomik, Sosyal ve İdari Politikaları

içinde (s. 184-186), Ankara: Siyasal Kitabevi.

Uzgel, İ. (2003), Hegemon Güç Kutusu. Baskın Oran (Ed.), Türk Dış Politikası

içinde, Cilt I,  İstanbul: İletişim Yayınları.

Zabcı, F. (2009). Dünya Bankası: Yanılsamalar ve Gerçekler, İstanbul: Yordam

Kitap.


Zizek, S. (2011). Günümüz İçin Leninist Bir Tavır: Popülist Ayartmaya Karşı.

Slavoj Zizek, vd. (Ed.), Yeniden Lenin içinde, İstanbul: Otonom.



151

21. Yüzyılda Sosyal Bilimler

Sayı: 6 / Aralık-Ocak-Şubat ’13-’14

İdeolojik Bir Araç Olarak Plüralist Söylem Bağlamında ABD Hegemonyası


152

Sayı: 6 / Aralık-Ocak-Şubat ’13-’14

21. Yüzyılda Sosyal Bilimler

Yüklə 117,79 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə