96
arz, toplam talebe eşit olmalıydı. Denge bozulduğunda ise, arz fazlası/eksiği, talep
eksiği/fazlasına eşitti.
Walras’nın klasiklerden ayrıldığı en önemli noktalardan biri, Menger ve
Jevons’ta da gördüğümüz gibi, iktisat biliminin kapsamıdır. Walras, kitabının iktisat
biliminin amacından bahsettiği kısmında, bilim, ahlak ve etik arasında ayırım yaptı.
Sanat tavsiye eder ve yönlendirirdi; pratikti. Bilim ise gözlemler, tanımlar ve açıklardı;
teorikti. Bilimin ortaya koyduğu gerçekler, çeşitli sanatlar için aydınlatıcı olurdu;
sanat, bu gerçeklerden yararlanırdı.
Bilim, gerçeklerle ilgilidir. Walras, gerçeği, doğal gerçekler ve beşeri gerçekler
olarak ikiye ayırdı: Doğal gerçekler kaynağını doğadan, beşeri gerçekler de insan
iradesinin kullanılmasından alırdı. Doğal ve beşeri gerçekler, teorik (pure) bilimin
konusuydu. Walras, beşeri gerçekler kapsamında ikinci bir ayırım daha yaptı: Beşeri
endüstriyel (industrial) gerçekler ve beşeri ahlaki gerçekler. Endüstriyel gerçekler,
kişilerle şeyler arasındaki ilişkiler, ahlaki gerçekler de kişiler arası ilişkilerdi - Menger
bunu kurumlar olarak isimlendirdi. İlki uygulamalı bilim ya da sanatın; ikincisi ise
ahlak bilimi ya da etiğin konusudur.
İktisatta, faydacı gelenekle birlikte, insanlar arasındaki ilişkiler bilimin
kapsamından dışlanmaya başlamıştı. Belirli bir üretim tarzının temel aldığı, insanlar
arasındaki toplumsal ilişkiler, ilginin üretim alanından piyasa alanına kaymasıyla
insanlarla şeyler arasındaki ilişkiler olarak ele alınmaya başlandı. Walras, bu
yöntemsel tercihini, kitabının başında açıkça dile getirdi.
Walras’nın etiğin alanına girdiğini iddia ettiği konulardan bir tanesi, tahsis –ya
da toplumsal refahın toplumun üyeleri arasında bölüşümü– idi. Bölüşüm, kişilerarası
97
ilişkiydi ve etiğin konusuydu. Böylece, Ricardo’da bilimin temel problemi olan
bölüşüm, Walras ile bilimden açıkça ve tamamen dışlandı.
Bununla birlikte Walras, mülkiyet teorisini ahlak biliminin alanı olarak kabul
etmesine rağmen hangi tahsis biçiminin iyi ve adil olduğu sorusuna cevap vermekten
geri durmadı: “Bu, mülkiyetle ilgili bir sorundur. Mülkiyet, adil ve makul tahsisattır,
meşru tahsisattır” (Walras, 2014: 35).
Mülkiyet teorisi insanlar arasındaki ilişkiyle ilgilenirken, sanayi teorisi
insanlarla şeyler arasındaki ilişkiyle ilgilendi; üretimi ve toplumsal serveti artırmak
için kişileri, çalışan olarak, çeşitli işlere yönlendirdi.
Peki etiğin iktisatla ilişkisi neydi? Adaletle iktisadi kârlılık arasında çelişki var
mıydı? Bu konu 1848’lerde Bastiat ve Proudhon arasında tartışılmıştı. Proudhon,
iktisadi kârlılık ile adaletin bağdaşmayacağını, Bastiat ise tersini iddia etmişti. Walras,
bu konuda elbette Bastiat’nın tarafındaydı.
Walras, toplumsal serveti, “yararlı ve kullanımımızda sadece kısıtlı nicelikte
bulunan maddi/maddi olmayan şeylerin toplamı” (Walras, 2014: 20) olarak tanımladı.
Sınırsız nicelikte bulunan mallar, faydalı olsalar bile servetin parçası sayılmazlar.
Walras, burada, servet tanımına önemli bir açıklama getirdi: Şeylerin faydası,
kullanım şekillerinden tamamen bağımsız ele alınır.
Burada, neyin uygun olduğu, neyin gerekli ya da lüks olduğu gibi fayda sınıflamaları
yapmaya gerek yoktur. Gerekli, faydalı, uygun ve lüks; bu durumların hepsi, bizim için,
sadece sağladığı faydanın az ya da çok olması anlamında dikkate değerdir. Ayrıca,
burada, faydalı şeyin giderebileceği ihtiyacın ahlaka uygun olup olmadığını ele almak da
gereksizdir. Kimyasal bir maddenin doktor tarafından hasta bir insanı iyileştirmek için
mi, bir katil tarafından ailesini öldürmek için mi kullandığı, bazı bakış açılarına göre
oldukça önemlidir, fakat bizim açımızdan tamamen farksızdır. Bize göre, kimyasal
98
madde, her iki durumda da yararlıdır, hatta ikinci durumda daha yararlı bile olabilir
(Walras, 2014: 21).
Jevons kısmında kısaca değindiğimiz bu görüş, etik ve ahlak tartışmalarının
iktisattan dışlanması çabasının muhtemelen en radikal noktasını oluşturmakta.
Walras, sermayeyi, “toplumsal servetin bir kerede tüketilmeyen, birden fazla
defa kullanılan bütün biçimleri” (ibid, s. 193) olarak tanımladı; örneğin bir ev, bir
mobilya. Gelir ise toplumsal servetin bir defada tüketilen parçalarıdır; örneğin ekmek,
et. Sermayeyi bir kerede tüketilmeyen servet kalemi olarak tanımlayınca, “üretici
hizmetler” dediği toprak ve emek de, sermaye kategorisine dâhil olmuş oldu.
Walras, toplumsal sermayenin bütününü dört kategoriye ayırdı. Bunların ilk üçü
sermaye, sonuncusu ise gelirdir. İlk kategori topraktır; ikincisi insanlar; üçüncüsü,
diğer bütün sermaye varlıkları; dördüncüsü ise gelirdir. Burada dikkat çeken,
kuşkusuz, insanların (persons) sermaye olarak kategorize edilmesidir. Walras’nın
burada kastettiği insanlar, “seyahat ve eğlence arayışından başka şeyler yapan ve diğer
insanlara hizmet eden, arabacılar, aşçılar, uşaklar, hizmetçiler; yöneticiler, hakimler,
askerler gibi devlet görevlileri; tarım, sanayi ve ticarette çalışan erkek ve kadınlar;
avukat, doktor, sanatçı gibi serbest meslek sahipleridir. Bütün bu insanlar, tam olarak
sermayedir” (Walras, 2014: 195).
İnsanlar, ayrıca, toprak gibi doğal sermayedir. Fakat topraktan farklı olarak
tüketilebilir sermayedir; yani kullanımla ya da kazara yok edilebilir (vurgular
orijinalinde). Bunlar, üretim sürecinde kaybolur, fakat yeniden üretim sürecinde tekrar
belirir. Toplumsal etik ilkesine göre, insanlar şeyler gibi alınıp satılamaz ve sığır ya da
atlar gibi çiftliklerde çoğaltılamaz. Bu yüzden, fiyat belirleme teorisine dâhil
edilemeyeceği düşünülebilir.
Dostları ilə paylaş: |